Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Ağustos '11

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Bir pazar sabahı ama pemperşeden yansıyan

Bir pazar sabahı ama pemperşeden yansıyan
 

Bu kadar sakin değildi...


“Bir zamanlar, pazar sabahı, kahvaltı yazıları yazardım...”

Klavyenin başına oturduğumda aklıma ilk bu geldi. Çünkü yine bir zamanlar olduğu gibi oğluşumun odasında ve onun bilgisayarının başındayım. Meğer kocaman klavye ile yazmak ne kadar hoşmuş!.. Bir zamanlar dediğime bakıp da yıllar önce olduğunu sanmayın. Aslında yıllar önce; dört yıl, bir yıldan fazla olduğuna göre öyle ama “yıllar önce” dediğimizde daha uzun yılları düşünür, düşünür de dalar gideriz sanki, değil mi?

Evet, yıllar önce bu sayfalarda ilk yazmaya başladığım sıra bilgisayarın ve internetin de başına ilk oturduğum sıra ve evde tek bilgisayar var o da oğluşumun odasında. Ondan arta kalan zamanlarda yazabiliyorum ve üstelik elinden geldiğince bana zaman bırakmamaya çalışıyor; kıskanıyor(!) bu sayfalardaki coşkumu. Hani her ilk yazmaya başlayanın yaşadığı o heyecanı anlaması mümkün değil. Ben de bu yüzden onun cumartesi akşamları arkadaşında kaldığı ve pazar sabahını istemeden de olsa bana bıraktığı zamanları kollayıp yazıyorum yazılarımı; sabahı, kahvaltıları ille de İzmir i anlatıyorum tabi ister istemez; ister ister aslında.

Ve aslında bunları yazmak değildi fikrimdeki ama aklım yüreğimin peşinde bana ihanet etti. Ben size geçen perşembeyi; pemperşeyi anlatmak istiyorum. Hani şu bütün hava durumu haberlerinde panik halinde “İstanbul’a yağış geliyor” sıcaklık batıda 4-5 derece düşüyor diyen hava durumlarının işaret ettiği perşembe gününü. (Şu memlekette en çok hava durumu tahminleri tutuyor, hem de bütün değişkenliğine rağmen ya işte buna yanıyorum!..)

O sabah günler sonra serin bir havaya uyandık Ve serinlik akşamüzeri de bizi bırakmadı. Gökyüzünde neredeyse kara bulutlar var ama yalancıktan. Eve geldim, aklımda “eve gider gitmez” diyerek sıraladığım “yapılacak işler bültenim” ve günün ötesinde haftanın yorgunluğu... Aklımsa deniz kıyısında ille de İnciraltı’na doğru olan deniz kıyısında kent ormanında yürümekte ama... Ama diyorum ya gücüm yok sanki. Böyle olduğu her zaman yaptığımı yaptım ve kendi kendime dedim ki “Neyi yapmak seni mutlu eder?” Yanıt belliydi; mavinin hem de yeşilin yanıbaşındaki mavinin kıyısında yürümek.

Gelir gelmez karnımı doyurmuştum, biraz da sırt üstü yatıp dinlendim ki diz üstü bilgisayar bu sayfalara bir göz atmak anlamında, bu gibi durumlarda inanılmaz işe yarıyor, kalktım, müzik çalar dahil klasik yürüyüş giysilerimi kuşandım veeee.... Ve sokaktayım!.. İlk kez bu kadar sakin, bu kadar telaşsızım. Yapılacak işler bültenimi iptal ettim ya bütün akşamüzeri ve gece bana kaldı, hiç mi hiç acelem yok. Acelem yok ya canım çiğdem çekti birden, yolum da uzun, olabilir diye düşündüm, cami sokağına sapmadan yolumun üzerindeki onca marketi es geçip, ille de esnafım diyerek, İnönü caddesinin karşısına geçip işe gider gibi yaptım ve elli kuruşluk çiğdem aldım. Bir liralık, düşündüğüm gibi çok olurmuş. Mazlum Bey, yürüyüşte saçlarımı toplamak için taktığım beyaz tülbenti görünce “türban yakışmış” dedi, panik halinde “Rica ederim karıştırmayalım bu başörtüsü!” deyişime güldük karşılıklı ve ayrıldım. Kese kâğıdının dibinde bir avuç çiğdem vardı, yırttım üst kısmını ve atacak bir çöp tenekesi bulana kadar taşıdım. Sonra çiğdemleri çıtlaya çıtlaya, kabuklarını savura savura ve sallana sallana sokağı geride bırakıp, Sanita Pizza!nın oradan Mustafa Kemal Sahil bulvarının kıyısındaki çay bahçeelerinin oraya vardım ve az sonra yalıdaki köprüyü aşıp denizin kıyısındayım. Ama ne deniz!!! Bir kudurmuş ki sormayın!.. Kışın bile böyle görmemiştim onu; sanırım ağustosun göbeğindeki griliklere kızmış. Ya da, ya da evet beni özlemiş. Kesinlikle beni özlemişti eminim; vallahi de billahi de. Otobüs duraklarının hizasındaki birkaç kişi dışında kimsecikler yoktu kıyısında ve kıyı boyu her yeri ıslatmıştı duvarı aşan dalgalar, ıslatmaya da devam ediyordu. Yürüdüm dalgalarla kucaklaşa kucaklaşa; özlemişim... Özlemimizi avuttuk dokunarak; maviliğini bana bulaştırdı, ben de ona bir damla kattım.

Üçkuyular’daki vapur iskelesini geçip Özürlüler merkezinde çay molası verdim; çiğdemden sonra iyi geldi. Diğer günlerden daha azdı oradakiler de. Ve onları da geride bırakıp yürüdüm, yürüdükçe ıssızlaştı ortalık ve kimsecikler kalmadı. Sadece hafta içi olduğundan değildi ıssızlık vakit de iftara doğruydu. Birazcık tırsmadım değil ama bu muhteşem ıssızlıktan; şehrimin bana kalan ıssızlığından vaz geçemezdim. Yürüdüm. Az sonra denizin kıyısındaki patika yoldaydım. İlk kez müzik çalarımın gerekmediğinin farkına vardım; vurmalı çalgılarda dalgaların, kemanlarda rüzgârın, piyanoda grubun kızıllığının eşlik ettiği muhteşem bir orkestra vardı. Yürüdüm yürüdüm... Gözümün gördüğünü, gri hücrelerim anlamlandırıp yüreğime dokunurken nasıl geçti onca yol bilemedim. Bilemedim ne zaman geliverdim, ormanın sonundaki, üzerinde ağ atan gençlerin olduğu köprüye. Çıktım, denize döndüm yüzümü, rüzgârın sarıp sarmalamasına bıraktım kendimi. Sonra “rast gele” deyip balıkçılara geri döndüm.

Geri döndüm ardımda bırakıp o muhteşem müziği, geri döndüm ardımda bırakıp o muhteşem ıssızlığı, geri döndüm ardımda bırakıp o müthiş kızıllığı.

Ve...

Ve iyi pazarlar olsun efendim; keyifle.

 
Toplam blog
: 210
: 3227
Kayıt tarihi
: 29.03.07
 
 

Yazmak... Öyle güzel, öyle hoş ve öyle derin bir eylem ki!.. Olmazları bile oldurabiliyorsun. "Ke..