Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Temmuz '09

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Birey toplum ikilemi

Birey toplum ikilemi
 

Ne kadar açarsan yelkeni, o kadar rüzgâr dolar içine.

O kadar iter seni, gitmen gereken yere.

Soluğumuz çizer kaderimizi, çoğulculuğumuz renklendirir.

Bir de yapayalnız kalmak var orta yerde...

Seçilmiş bir yalnızlık değil sözünü ettiğim, kalabalığın orta yerinde, ilgisiz, ilintisiz, bir kenara itilip, oracıkta kalmak, sessiz, etkisiz ve yapayalnız... Ürkmek!

Yalnız olmaktan değil; yalnızlığın bir kara bulut, bir dönüşümsüz kader olarak üzerine çöktüğünü fark edip, sırtını bile dönememek O’na... Öylesine halsiz, isteksiz bir katlanışın gölgesinde salınıp, durmak.

Toplumun kültürel reflekslerine karşı sağır...

Bağır, bağır... Duyamıyorum!

Eritilmiş kurşunu dahi... Taşıyamıyorum, diye sızlanan bir bırakılmışlık...

İşte Türk edebiyatı içine “birey”in derinliği adına sunulan sahtelik budur...

Bu tür sızlanmaların vazgeçilemez derinliğinin gölgesinde Türk edebiyatı adına avlanmak istenen genç dimağları bekleyen tehlikeler bunlardır. Tuzaklar bunlardır. Gelişerek derileşecek ve yeni yeni filizlere kök oluşturacak ruhsal zenginliklerimizin önüne konan engeller bunlardır.

Toplumcu bir insanın, bireyci olması kaçınılmazdır.

Bireyin gelişmesi, toplumun yükselmesinin ön şartıdır.

Toplumun güçlü olması, bireyin korunmasının garantisidir.

Toplumculuk, bireyin mutluluğu, özgürleşmesi ve kendi kişiliğini geliştirmesinin koşullarının yaratılması mücadelesine verilen isimdir.

Toplumculukla bireyciliği karşı karşıya koyanlar, bu çok önemli gerçeği, halkın bilincinden köşe bucak kaçırılması mücadelesinin mücahitleridir.

İnsan hiçbir zaman aynı düzeyde, aynı çizgide duramaz, pinekleyemez...

Ya gelişir... Ya da geriler!

Bir insanın gerek kültürel, gerek ruhsal ve gerekse düşünsel alanda aynı yerde durabilmesi, aynı hattı koruyabilmesi mümkün değildir.

Kültür de böyledir.

Ya gelişir; ya da hakkın rahmetine kavuşur... Ve defnedilir!

Kültür yerine sayamaz.

Bizler de, (her birimiz teker teker), bu yerinde duramayan devingen-haylazın peşinden seğirtip; topraklarımız üzerinde yeşeren... bize özgü, bizden yana, evrensel olana sonuna kadar açık ancak, seyrelterek damıtmaya çalışacağımız kültürümüzün kök ve kökenlerine doğru, ağır işçilik gerektiren bir yolculuğa çıkmak zorundayız...

İşte bu zorunluluğu yaşamımızın gündeminin hatırı sayılır bir köşesine ulaştırmak sorumluluğu, hesabı ile karşı karşıya olduğumuz önemli bir bireysel hesaplaşma meselesidir. Ve bu iş, tam anlamı ile bir birey sorunudur.

Toplumsal sorumluluklarını idrak eden, ayrımına varan ve onları yüklenme zorunluluğunu yaşamının içine süzen bir hesaplaşma, bizim bir birey olarak oluşturacağımız bir kişisel yükseklik değeridir.

Bu değer de, bezeri diğer değer ölçüleri gibi, toplumsal bir oluşumdur.

Peki bireyin sorumluluğu bu paradoksal yapı inde hangi noktada başlar ve hangi noktaya kadar sürer gider?..

İşte, ünlü filozof Descardes bu noktadaki düşüncesi ile, Aydınlanma Devrimi’nin ilk ışıklarını yansıtmıştır dünyamıza:

Değerlerimizin temelinde toplumsal kabul edişler vardır. Onlar, sosyal ve ekonomik koşulların zorunlu kıldığı toplumsal mutabakatlar biçiminde ortaya çıkarlar... Ancak birey, gözünü açtığı dünya ve onun koşullarında, kendisine bir ön-kabul olarak sunulan tüm değerleri, tüm ön-yargıları yeni baştan ele almak, onlarla tek tek hesaplaşmak, aklın süzgecinden geçirmek; toplumsal mutabakatların tümünü ve her nevi inancı bireysel olarak yeniden gözden geçirmeler, süzmek ve kendisine ait kılmak zorundadır.

Haa... İnsan bütün bunları yapmazsa ne olur?..

Bir şey olmaz...

Hiçbir şey olmaz o insan.

İşte bu kadar... Ve işte bütün mesele de, sadece bu!

www.soruyusormak.com

 
Toplam blog
: 913
: 485
Kayıt tarihi
: 30.01.09
 
 

1942 yılının Şubat ayında Bursa'da (Mehmet Kemalettin'den olma, Emine İffet'ten doğma olarak) dün..