Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Şubat '07

 
Kategori
Felsefe
 

Bizde neden filozof yetişmez?

Bizde neden filozof yetişmez?
 

Filozof dediğin yerden bitmiyor...

“Türkiye’de niçin filozof yetişmiyor?” Bu suale cevap verebilmek kolay değil; zira mesele hem zor, hem de çok boyutlu. Öyle ki, temelleri sorgulamayı gerektiren bir sual bu; ona verilen cevaplar, basılan toprağın kaydığı zannını veriyor; korku ve endişe doğuruyor. Tanzimat’la başladığı söylenilen batılılaşma hareketlerinin doğurduğu kültürel şizofreninin, zihni bunalımın ve çatlamanın Türk milletinin bağrında açtığı, iki asırdan daha uzun bir süredir kanayan iltihaplı, kocaman bir yaraya el atmamızı istiyor bu sual. Ona şifa vermek, kolay değil elbet; korkusuzca neşter vurma cesaretine sahip olmadan mümkün görünmüyor.

Haricî ve dâhilî sebepleri var, epey zamandır bizde filozofun yetişmemesinin. Harici sebeplerden, ülkemizde namevcut filozofun yetişebilmesi için gerekli olan dış sâiklerin bütünü kastediyorum. “İlim iltifata tabi” muhakkak; dolayısıyla, filozof yetiştirmek için öncelikle felsefe ve irfan, madden ve manen destek görebilmelidir ilgili mercilerden. Ama bundan da mahrumdur bu millet pek çok şeyden olduğu gibi. Bu nedenle üniversitelerimizin dünyanın gerisinde kalmış olması, eğitim ve öğretimden beklenen hedefleri bir türlü tutturamaması; hâsılı bir filozofumuzun bile olmaması dokununca içimize; bu dış etmenlerin yetersizliğini, altyapı sorunlarını sayıp dökmek âdet olmuştur. Fakat bütün bu yakınmalar, bence filozof yetiştirememede tali sayılması gereken nedenlerdir aslında. Zira tarih göstermekte ki, filozofların çoğu, yetişmelerini ve ünlerini maruz kaldıkları kısıtlı imkânlara ve zorluklara borçludurlar. Yokluklar, ıstıraplar ve sıkıntılar, çok kere filozof olmada köstekleyici değil, destekleyici rol oynuyor. Demek ki, filozof yetiştirememede asıl müessir, haricî değil, dâhilî sebeplerdir.

Dâhilî sebeplerden kastım; Tanzimat’tan beri, pusulasını Batı’ya çevirmek suretiyle değişen bir toplumun, çöken bir zümrenin özellikle ilmî ve kültürel sahada yaşadığı zihnî bunalımdır. Batı’nın peşine düştü düşeli; dilini, dinini ve sanatını kaybetmiş ucube bir topluluk haline geldik. Bizim dışımızda, bize yabancı kafalara kayıtsız teslim olduk. Benliğimizi kaybettik, gönlümüzü yitirdik, yabancısı olduk kendimizin. Bize kılavuzluk eden, bizi biz yapan değerlerimiz teker teker devriliyor. Kutsallarımızla alay ediliyor. Seyrediyoruz. Doğruyu yanlıştan ayıramaz, aymaz hâle geldik. Doğunun güneşine sırtımızı bir döndük, pir döndük. Hayran kaldık Batı’ya. Şaşırdık. Aklımız karıştı. Gemimiz su alıyor. Batıyoruz; farkında değiliz.

Batı’nın felsefe dediği şeyin; insanın kendisinin, içinde yaşadığı toplumun, kültürünün, dilinin, dininin bir yansıması olduğunu kavrayamayacak kadar izan fukarası olduk.

Bizde felsefe, batı kültürünün bayiliğini yapan entelektüel bir heves, garip bir merak, sadra şifa vermez bir bunalım. Bize ait olmayan, ıstırabını çekmediğimiz fikirlerin hamallığını yapmakla; daha vahimi yabancı ve anlaşılmaz sözcüklerle yüklü anlamsız cümleler kurmakla felsefe yaptığımızı; saçı sakala karıştırıp pipo tüttürmekle filozof olduğumuzu sanıyoruz. Oysa felsefe, “milletin benliğinden çıkarak kâinatın her tarafına uzanan iradesinin sistemli olarak” ifade edilmesidir. O, millette irade halinde doğan, onun tarihine, şimdisine ve geleceğine istikamet veren bir hareketliliktir. Kalitesi ne olursa olsun taklitten felsefe doğmuyor. Tahkik gerekiyor. Milletine yabancı olan filozoflaşamıyor.

Memleketin entelektüel elitine aydın deniliyor. Eskiden münevver denilirdi. Eskinin münevveri, aydın oldu olalı; alaca karanlıkta kaldık; görünmez oldu ufuk çizgimiz. Malumattan bilgiye gidemeyen, feraset ve fetanet yoksunu, kendini Kaf Dağı’nın başında gören, cahil bellediği halkın kendini anlayamadığını sanan; yetiştiği kültürü, dili, dini küçümseyen, hilkat garibesi bir zümre türedi: “Geri kalmış aydın.”

Çağın icaplarına cevap veremediği zehabıyla, bütün kutsal değerleri düşman belleyen geri kalmış aydın, filozofun yetişmesi için zorunluluk arz eden ilim ve irfan ananesini, dilini, edebiyatını, tarihini… hoyratça heder etmekten çekinmedi, çekinmiyor. Geri kalmış aydın, takipçisi olduğu “Batı uygarlığının… hasretini çektiği o peri suretin hakikatte kart bir Janus” olduğunun idrakine varmaktan çok uzak. Onun ucuz, ideolojik, önyargılı ve sathi hükümleri, ortak kıymetlerin ve kültür birliğinin cellâdı. Kökünden koparılan dallar, dört bir yana çaresiz savruldu; susuz kaldı sarardı ve kurudu. Körleştik.

Geri kalmış aydın, dini felsefenin karşısına koydu. Dinî değerlerin filozofluğa, felsefeye mâni olduğu iddia ediliyor. Bir yönüyle hikmet sevgisi ya da hakikat arayışı olan felsefe, hikmetin ve hakikatin membaından uzak tutulmak isteniyor. Çölleştik.

Tanzimat’tan beri düşüncede dininin herhangi bir baskısı söz konusu değil, Cumhuriyetin başından beri de laiklik var. Artık günümüzde gerek yazılı gerekse sözlü olarak özellikle dindışı fikirlerin özgürce ifade edilmesine de bir sansür uygulanmıyor. Lâkin gene bir filozofumuz yok.

Dediler ki, Türkçe felsefe yapmaya müsait bir dil değildir. Bundan daha büyük bir yalan olamaz. Türkçe, Almancadan da İngilizceden de çok daha yeterlidir felsefe yapmaya; ama bunu anlamak için dili bilmek gerekir. Dil, harici müdahalelere tahammül edemez. Yolunu kendi bulur. Türk dilini haince kısırlaştırmakla; benim olmayan, beni yansıtmayan uydurmalarla, Türk mantığına aykırı tercüme kavramlarla ne bir felsefe dili oluşur, ne bir felsefe geleneği kurulur, ne de bir filozof yetişir.

Felsefe, bir yönüyle de insanın kendini anlama ve anlatma çabası; beni ben yapan hamulede; hem Arap bakışı ve dili, hem Fars edebî zenginliği, hem de Romalı, Yunanlı ve Batılı unsurlar var; fakat ben dilimle, kültürümle öz mü öz Türküm.

Felsefe yapabilmek için, hadiselere bütün olarak bir mana verebilme, doktrin geliştirebilme, kavram üretebilme yeteneğine ihtiyaç vardır. Bu, bir tavır alışı gerektirir. Felsefî bilgiyi doğuran ve ilmî bilgiden ayıran incelik tavır farkıdır. Felsefî tavra vasat insanlarda da rastlanır; ama bu, filozof olmaya yetmez. Filozofu filozof yapan, söyleyeceklerini süslü cümlelerle açıklaması da değildir. Filozofun olayları değerlendirme tarzı, vasat insanın bakışından daha geneldir. Ayrıca filozof, savunduklarını ilmî bilgilerle de desteklemelidir. Her filozof, aynı zamanda âlim, en azından ilimden haberdar olmak durumundadır. Vasat insanın basit görünen hayat algılayışının ardında yatan derin hakikati görebilen, halkın gönlünü anlayabilen filozof olur.

Felsefe, akademik yaşam içerisinde bir meslek olarak algılanıyor. Hakikatte bu, felsefenin ne olduğunun henüz kavranamadığını gösteriyor. Felsefe, felsefe tarihinde yer alan bir takım görüş ve düşünceleri okuyup aktarmakla açığa çıkmıyor. Akademik yaşam; zeki, kurnaz, uyanık felsefeciler doğuruyor; ama felsefe katlediliyor. Felsefe, geri kalmış aydının elinde entelektüel bir zihin oyunu olmaktan kurtulamadığı müddetçe; ne felsefenin ölümü engellenebilecek, ne de filozoflar yetişebilecektir.

Felsefe, bir yaşam biçimi nihayette; anlama, kavrama çabası her bir şeyi. Onun alışılmışı sarsan, farklı açılımlara imkân tanıyan bir duruşu vardır.

Felsefî yaşam, öncelikle kendimizi, daha sonra da muzdarip olunan, yıpranan, kokuşan, sığlaşan her bir şeyi gözden geçirmemizi ister. Filozof, kendi diliyle yazan; doğup büyüdüğü toprağın kültüründen beslenen; çelişkileri, ıstırapları, garipliği, yalnızlığı, cesareti ve korkularıyla gönlüne sadık kalabilendir.

Felsefenin tapınağı yok, bahçesi var. Kapısında da şöyle yazıyor: Ancak kendini bilen bu kapıdan içeri girebilir.

Süleyman Dönmez

 
Toplam blog
: 51
: 885
Kayıt tarihi
: 27.02.07
 
 

Ben kimim? Kafa kağıdımdaki beyana göre 1969 tarihinde Burdur - Gölhisar'da, doğumuma şahit ala..