- Kategori
- Kültür - Sanat
Burgazada'da Sait Faik'le bir İkindi vakti

“…Ben bir yazıcı idim. Yazı yazmak canım istemiyordu. Yazı yazmam için bana çiçek, kuş hürriyeti değil, içimdeki aşkın, deliliğin, oturmaz düşüncenin hürriyeti lazım. Küçücük hürriyetler değil, alabildiğine yüz verilmiş bir çocuk hürriyeti istiyordum. Bu bana lazımdı. Yoksa her şeyi ağzımda gevelemekten başka ne yapabilirdim? Ne yapabiliyordum ki?”
Kaç yaz oldu bilmem her geldiğimde kapısı kapalı olurdu bu köşkün. Hele bir de o, teneke levha üzerine kara harflerle “tadilatta” yazısını gördüm mü her defasında üzüntüyle yürürdüm Burgaz’ada sokaklarında. Adalar içinde en çok burayı sevmemin onunla bir ilgisi var kuşkusuz. Yanı sıra sakinliği, renkleri ve gölgeleriyle boşluğa, boşluğun kaynağına bakan ince bir gurur, buruk bir gülümseyiştir benim için Burgazada. Daha vapurdan iner inmez sırtında krem gömleği, ayağında sandaletleri, başında fötr şapkası ile balıkçılar ya da martılarla söyleşirken düşlerim onu. Sonra sarı kağıtlar çıkarır cebinden, çakısıyla yontar başı yenik kurşunkaleminin ucunu… “Hişt hişt diye bir ses çıkar kalem kağıda değdikçe ve harf harf, hece hece, sözcük sözcük… Bir nehrin denize kavuşması gibi akar gider yazı…
Hani bir hişt hişt sesi olmadım mı fenaymış ya… Hani dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan böcekten çiçekten, gelsin de nereden gelirse gelsinmiş ya… Bu kez Çayır Sokak’ın önünden geliyordu ses. Bir grup genç, gitar ve flütleriyle hayat veriyorlardı Sait Faik’in “Hişt Hişt!” öyküsüne.
Törenin sonuna yetişebilmiştim ancak. Ama hala yüksek yuvarlak masaların etrafında şaraplarını yudumlayanlar, sokağa dizili sandalyelerde heyecanlı heyecanlı konuşan küçük guruplar, bahçede burun buruna uzanmış iki huzurlu kedi, banklarda oturanlar, köşkün kapısının önündeki Sait Faik heykeliyle fotoğraf çektirenler vardı. Geçen geldiğimde bir kavaf dükkanı ardiyesi gibi darmadağınıktı burası. Bu kez nihayet düzene girmiş her şey. Merdivenler, yüksek tavan, ahşap kokusu… Nereden nereye, zamanın ruhu çağırıyor yine beni… Çarşamba’daki iki katlı cumbalı sarı ev… Ah benim çim çayırlarında yüzen çam kokulu çocukluğum!..
Hava çok güzel, billur bir aydınlık doluyor dışarıdan köşkün içine. “Yalnızlık dünyayı doldurmuş, sevmek, bir insanı sevmekle başlar herşey. ” diye söylenerek “Alemdağ’ında Bir Yılan”ı arıyor konsollarda kır saçlı orta yaşarını gerilerde bırakmış yalnız birisi…
Bense Aleksandra’yla birlikte çekilmiş fotoğrafına dalmışım o sırada Sait Faik’in. Ve onun için yazdığı şiiri hatırlamaya çalışıyorum;
BİR MASA
Bize bir masa ayır Yanakimu
Aleksandram’la benim için
Bir masa
Üstü çiçeksiz
Örtüsü gazeteden
Şarabı aşktan
Hem hülyadan
Aleksandra’m mızıka çalsın
Siyaha çalar parmaklarıyla
Güftesi bayağı şarkılar
Adi havalar
Meyhane acı zeytinyağı koksun
Sen hoşnut ol Yanakimu
Müzede her bir eşya, fotoğraflar, kitaplar, kartpostallar, mektuplar, yatağı, çalışma masası, sevilmemekten ölesiye korktuğu, kendini hiç beğenmediği için bakmayı pek de sevmediği aynası, o zamanın edebiyat dergilerinin erimiş sayfaları, döner kütüphanesi… Her biri, hepsi onun kendine özgü dünyasının, ilişkilerinin, yaşam şeklinin, hayallerinin, insan ve doğa sevgisinin, barışıklığının, küskünlüğünün, yalnızlığının titrek birer yansısı gibi…
Sonrası Kalpazankaya’da günbatımı… ilk yudum O’nun için, ikincisi yine O’na…Hoşçakal Sait Faik. Hoşçakal Burgazada.