Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Mayıs '11

 
Kategori
Edebiyat
 

Bursa'da ikinci zamana mektuplardan, sadece bir tanesi benim mektubum

Bursa'da ikinci zamana mektuplardan, sadece bir tanesi benim mektubum
 

"RESİM:ALINTI" "İsterdim bu eski yerde seninle/ Baş başa uyumak son uykumuzu.” A.Hamdi Tanpınar


Bursa Osmangazi Belediyesi'nin, büyük usta Ahmet Hamdi Tanpınar anısına düzenlediği yarışma bu sene “mektup” dalında yapıldı. 

 

Yarışmaya 4 ülke ve 34 şehirden toplam 218 eser katılmış. Ben de katılmıştım Bursa’da İkinci Zaman temalı mektupların beklendiği bu yarışmaya. 

 

Sonuçlar belli oldu, ödüller verildi. Dereceye giren arkadaşlarımı yürekten kutluyor, başarılarının devamını diliyorum. 

 

Ve yarışma organizasyonu boyunca her gelişmeden adım adım haber veren Osmangazi Belediyesine ve emeği geçen herkese, jüri üyelerine teşekkür ediyorum. 

 

Benim mektubum dereceye girmedi ancak oluşturulacak ortak kitap da yayınlanmaya değer görülen mektuplar arasına girmeyi başardı. Bu beni çok ama çok mutlu etti. Kazansaydım ancak bu kadar sevinebilirdim. Günümüzde mektup yazma kültürünü ne yazık ki kaybettik. Belki de bundandı yüreğimde uyanan mutluluk hissinin sebebi. Benim mektubumla birlikte seçilen diğer mektupların bir kitap çatısı altında toplanması heyecanlandırmıştı beni fazlasıyla. Mektubum ölümsüzleşmişti artık ortak kitapta yer alarak. 

 

Cumartesi kapım çalındı, bir kargom vardı. Kitap bana ulaşmıştı. Sevincim daha da arttı. Gerçekten çok güzel bir kitap olmuş. Okumaya başladım tabii hemen. Henüz bitirmedim ama içinde birbirinden güzel, birbirinden farklı, buram buram Bursa kokan satırlar var. Şiddetle okumanızı tavsiye ederim. 

 

Mutluluğumu sizinle de paylaşmak istediğimden Bursa’ da İkinci Zamana Mektuplar isimli kitapta yer alan mektubumu aşağıya ekliyorum. 

 

07 ŞUBAT 2011/BURSA 

 

Aşkım,  

 

Yıllar sonra bir gazete sayfasında mı görecektim yüzünü? Dakikalarca baktım fotoğrafına. Gülümsemeye çalışmışsın nasıl da belli. Kilometrelerce uzaktan tanırım ben çehrene yayılan hüznü. Ne kadar zaman oldu yüz yüze görüşmeyeli. Çoktan vazgeçtim sensiz geçen günleri saymaktan. Vazgeçtim de… Durup dururken hangi rüzgâr attı bu tatil sabahı beni Trilye’ye. Sözüm ona bir değişiklik olsun dedim, hayatımda. Oldu da. Gelirken durup büfeden aldığım gazeteyle birlikte yol boyunca bana eşlik edeceğini nereden bilebilirdim ki? Seninle ne çok gelirdik Çamlıkahve’ye. Bugün de sen çağırdın sanki beni. Hem de ısrarla. 

 

Kalktım, geldim işte. İlk defa sensiz geliyorum buraya. Deniz o günlerdeki gibi olabildiğince mavi. Gün yeni yeni doğuyor. Çamların arasından güneş ışınları süzülüyor yalnızlığıma ilaç. Sensiz dedim ya. Bir an bile uzağımda değildin ki. Tam şuramdaydın işte, şuramda. Önümde, arkamda, sağımda, solumda. Gözümde, kalbimde, saçlarımda, dudaklarımda. Yürürken elimden tutan, ağlarken gözyaşlarımı silen. 

 

Zeytinyağı ve kekik geldi önce masaya. Bir parça taze ekmek koparıp da sepetteki dilimden bandım ikimizin yerine de tabağın içinde gülümseyen lezzete. Dilimde dolaştırdım. Özlemişsindir sende. Ben de… Ben de çok özledim Samim. Kaç yıl oldu gideli? 

 

Gözlerimi ayıramıyorum fotoğraflarından. Ak düşmüş saçlarına. Yakışmış, hem de çok. Yıllar geçtikçe yakışıklılığın da başkalaşmış. Alnındaki çizgiler nasıl da belirginleşmiş Ne kadar da yorgun bakışların. Bıkmış, usanmış bir halin var. Paris yaramamış sana. Sıkıntıdasın belli ki. 

 

Seninle yapılan bir röportaj var fotoğrafının hemen altında. Gözlerimi senden ayırabilsem okuyacağım neler söylediğini. Sesini duymayalı kaç asır oldu? Nasıl da hasretim sesinin tınısına. Ağzından çıkan her kelimeyi kaç kez okudum, bir bilsen. Ne kadar da umutsuz cümlelerin. Ne kadar da üstü kapalı. Yalnız ben bilirim satır aralarına gizlediklerini. Bir tek doğduğun, büyüdüğün şehri, Bursa’yı, anlatırken cıvıltılı sesin. Hissedebiliyorum. “Hürriyet Mahallesi’nde geçti çocukluğum.” diyorsun. “Az mı takılmadık Arap Şükrü’nün Meyhanesine efkâr dağıtmak için.” diye ekliyorsun ardından. 

 

Ne güzeldi o günler. Başımızda kavak yellerinin uçuştuğu, gençlik dumanlarının aklımızı başımızdan aldığı. Bursa’nın altını üstüne getirdiğimiz, ver elini Mudanya, ver elini Siye, Trilye dediğimiz başıboş zamanlar. 

 

Yine kalabalık Bursa sokakları. Altıparmak Caddesi ışıl ışıl akşam çöktüğünde. Biliyor musun geçen sene Kraliçe Elizabeth teşrifleriyle mutlandırdı Koza Hanı. Yalnız şehrin orta yerine yapılan Zafer Plaza tarihi yapısını örttü Bursa’nın. Aslına bakarsan… Hiçbir şey eskisi gibi değil. Şelale’de birbirlerinin gözlerinin içinde kaybolan sevgilileri görünce içimdeki kekremsi acı bir daha, bir daha yalayıp geçiyor yüreğimi. Bir yanımda güneşler batıyor. Öte yanım bu büyük aşkın içinde kulaç atıp duruyor, özleminle baş etmeye çalışıyor sensizliğin serinliğine karşı. Ulu Cami’den duyulan ezan seslerinde arıyorum huzuru. Zaman zaman Osman Gazi ve Orhan Gazinin türbelerini ziyaret ediyorum. Dualarımda hep sen varsın. Vuslatı diliyorum Tanrı’dan. Ulu çınarların gölgesi üşütüyor her bir hücremi. Yanımda olsaydın ceketini çıkarır, koyardın omuzlarıma. Sonra da sıkı sıkı sarılırdın. Yoksun. Çok üşüyorum. Neden sonra beni esir alan yokluğunun esaretinden kurtulup top arabalarının önünden geçerek Saat Kulesi’nin yanından ilerliyorum ve beni kimselerin rahatsız edemeyeceği aşkımın derinliğinde kayboluyorum Bursa’nın panoramik görüntüsü eşliğinde. Neler gelip geçiyor aklımdan, ben bile şaşıyorum. Dile geliyor pişmanlıkların, diz çöküyor önümde. Bir hiç yüzünden, aşkımızı ve beni bırakarak gidişin hançer gibi saplanıyor yüreğine defalarca kez. Kabzası delip geçiyor, parça parça ediyor maziyi. Evet, duyuyorum kalbinin acı feryatlarını. Bir de bilsem sana ne olduğunu? Yokluğumda neler yaşadığını. Kelimelerin yüreğime dokundu, yaktı kavurdu. Can evime düştü hüznün. Ah! Gelmiyor ki elden de hiçbir şey. Elimi uzatsam dokunacak kadar yakın öte yandan uzaksın, çok uzak. 

 

Gözlerim gözlerini arıyor bakışlarında. Sadece bir fotoğraftan ibaret olduğunu unutarak. Elim dolaşıyor yüzünde. Gamzende soluklanıyor. Hülyalara dalıyor yeşil gözlerinde. Yeşil gözlerin… Minarenin yeşili kadar yüksekteler. Ulaşamıyorum. Kirpiklerine tutunabiliyorum ancak. Kulaklarına fısıldıyorum söylemek istediklerimi. Sonra dudağının kıvrımına konuyorum ebruli bir kelebek kadar narin. 

 

Sen… Yüreğimdeki yangın… Sönmeyen ateş… Gözlerimin önünde yıllar öncesinde kalan bir fotoğrafımız. Benim boynumda ipekten kırmızı bir fular. El ele tutuşmuşuz. Saltanat Kapısının hemen önündeyiz. Yüreklerimiz aşkla dolmuş tıka pasa. Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosuna gidiyoruz. Her zaman ki gibi kestane şekeri alacağız Kafkas’tan ağzımız tatlansın diye. Derken piyes başlıyor ve… Bitiyor. Hatırlıyor musun hangi oyunu seyrettiğimizi? Haldun Taner’in Sersem Kocanın Kurnaz Karısı isimli eseri sahnelenmişti o gece. Fasulyeciyan’ın dediği gibi onun bir tiradı pervaza, Satenik’in şarkısı perdelere, Virjinya’nın diyalogu eski kostümlerden birinin yırtığına ilişmiş olarak kalmıştı tiyatroda perde kapansa da. Gerçek bu işte! Bursa’dan ayrılışının ardından kapandı perde perde aşka dair ne varsa bu şehirde. Yalnızca… Sesinin ahengi meydanda bir kafede takılı kaldı. Belki de ayağının izi şu otobüs durağında. El sallayışın tam da Karagöz ve Hacivat figürlerinin önünde. Bakmalara doyamadığım busen Irgandı Köprüsünün üzerindeki dükkânların birinde emanet. Yeşil gözlerinin nemi Kapalı Çarşıdaki bulutlardan birine asılı. Ah Samim! Tiyatro da yetim kaldı gittiğinden beri. Ya ben? Kolsuz kanatsız. Bir tek aşkımız fısıldaştı durdu yıllardır bu caddelerde, bu kaldırımlarda. 

 

Sensiz… Eğreti kaldım Bursa sokaklarında. 

 

Yüreğimde günden güne büyüyen, her dem tazeliğini koruyan, sevgimle suladığım, özlemimle yeşerttiğim sevdamdan habersiz, uzak bir diyarda nefes alıyorsun. Farkında bile değilsin hissettiklerimin. Hala bırakıp gittiğin şehir de mi yaşarım, Çekirge’de mi otururum, bilmiyorsun. Evlendim mi, çocuklarım oldu mu, seni unutabildim mi, başkasını sevip de koyabildim mi yerine? Karını kaybedeli birkaç sene olmuş. Allah rahmet eylesin. Boyunca çocukların var şimdi, hatta torunların. En küçüğü aynı sen. Ben ise tüm hayatımı sana adadım. Zeytinlikler, asmalar, şeftali ağaçları arasında kıvrıla kıvrıla Mudanya’ya varan Bursa’nın verimli arazilerinin yanında çorak topraklar gibi kalakaldım. Bahçemde yetiştirdiğim narçiçekleri, ortancalar, petunyalar, fesleğenler de olmasa. Nermin’den geriye kalan pek bir şey yok işte. 

 

Dön gel artık. Seni gurbet ellerde bağlayan ne kaldı? Hadi, çık gel. Mudanya’da olsun kavuşmamız. Tam Mütareke’nin imzalandığı evin önünde. Hani deniz kenarındaki beyaz yapının hemen önünde ağzında zeytin dalı tutan bir güvercin heykeli var ya. Orada buluşalım. İhtişamlı bina da kocaman bir tarih gizli. Biz de… Kendi tarihimize, sevdamızın gizine sahip çıkalım. İkinci baharı yaşayalım kalan ömrümüzde. Bursa’da ikinci zaman. Kulağa ne hoş geliyor. Olabilir mi? Neden olmasın? Yarım kalan her aşkın ikinci bir şansa daha hakkı vardır. Hele de bizim ki gibi sevdanın mutlaka vardır. 

 

“Çupra yaptırayım mı Abla?” diye soruyor garson. Başımı sallıyorum “evet” dercesine. Öğleni çoktan geçmiş vakit. 

 

Bir titreme sarıyor bedenimi apansız. Çok üşüyorum Samim. Kırağı düşüyor dağ eteklerine. Uludağ’a kar yağıyor hiç şüphesiz ki. Ben… Merak etme iyiyim. Seni bana getiren röportajı okumaya devam ediyorum. 

 

“Bir de ilk aşkım… İlk göz ağrım Bursalıydı.” diyorsun ya yüreğim yerinden dışarıya fırlayıveriyor sanki. Unutmamışsın Nermin’ini, sevgilim benim. 

 

Daha dikkatli bakıyorum fotoğrafına. Evet, evet İstanbul burası. Memleket topraklarındasın ve bir o kadar da yakın Nermin’ine. Röportajın yapıldığı mekânın arkasından el sallıyor Boğaz Köprüsü. “Yetti gurbetlik. Döneceğim artık doğup büyüdüğüm topraklara. Hem orada biri var beni bekleyen.” demiyor musun, dünyaları bahşediyorsun bana. Özlem kuş oluveriyor, kanat çırpıyor, uçuyor sevinçle. Sonra… Sonra sevda olup dizi dizi dolanıyor boynuma. Biliyordum Samim, bu sevdanın senin de yüreğinde her daim taze olduğunu, biliyordum. Bir an bile karamsarlığa düşmedim sevgilim. Gel artık. Hem senin çok sevdiğin TÜYAP Kitap Fuarı önümüzdeki ay Bursa’da. Gideriz birlikte. Kayboluruz kitapların dingin hikâyeleri arasında. 

 

Ah, ah… Kelimelerim bitmez. Öyle çok söyleyeceğim şey var ki sana. 

 

Sen… Gittin ya. Gidişinle kör kuyularda merdivensiz bıraktın beni. O gün, bugündür yazıyorum sana. Tek bir gün atlamadan. Bu kadarına yetiyor gücüm. Yazıp yazıp saklıyorum ilk hediyen olan mor kadife kaplı küçük sandıkta. Belki bir gün döner… Döner ve hepsini okursun diye umut edip. Bu mektubumu da diğerleri gibi gönder(e)meyeceğim sana. Affet sevgilim ama neler kaçırdığını bir bilseydin bu ölümlü dünyada. Yine de bırakıp gider miydin Bursa’yı, beni ve bu sevdayı? 

 

Ben ki… Tanpınar’ın dizelerindeki gibi “İsterdim bu eski yerde seninle/
Baş başa uyumak son uykumuzu.” 

NERMİN 

 

Mektup: Sibel UNUR ÖZDEMİR 

 

 
Toplam blog
: 755
: 776
Kayıt tarihi
: 13.06.07
 
 

Ankara'da doğdum. İlk, orta, lise ve üniversite eğitimimi Ankara'da tamamladım. AÜİF iş idaresi b..