Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Aralık '13

 
Kategori
Öykü
 

Cennet

Cennet
 

Anılardan öykülere

CENNET

O’nu ilk kez pazar yerinde bir tezgâhın başında görmüş, göz ve gönüllerde romantik düşler uyandıracak bu güzellik karşısında bir an durup bakakalmıştım… Meyve seçiyordu. O, meyveleri seçerken tezgâh başındaki herkes, yoldan geçenler hatta el arabacısı on üç, on dört yaşındaki erkek çocuklar bile bir ona bir de birbirlerine bakıp muzipçe gülüyorlardı.
17-18’li yaşlarda, dalı üzerinde yeni açmış bir çiçek gibiydi. Pembe ve beyaz, kızılın kışkırtıcı cazibesiyle bütünleşmiş adeta bir afete dönüşmüştü Cennet’te. İpeksi kızıl saçları, aynı renkte kaşları, uzun kirpiklerinin kuşattığı kahverengi çizgilerle kafesli zümrüt yeşili gözleri, kırmızı bir mücevher muhafazasını andıran kadifemsi dudaklarının ardına gizlenmiş derin deniz incisi parıltısındaki dişleri, gülümsemesiyle birlikte çukurlaşan gamzeleri, kuğuları kıskandıracak kadar güzel ve uzun boynu, burnu, pürüzsüz teni, elleri kısacası her yeri harikuladeydi semt pazarında gördüğüm sonrasında apartman girişinde karşılaşınca güzelliğinin ayrıntılarını gördüğüm CENNET; cennetten kaçmış bir huri miydi yoksa? Zira bu güne kadar böylesi bir güzellikle karşılaşmamıştım…
Merak bu ya, sabah ekmek dağıtan kapıcıdan sordum. Apartmana yeni taşınan biri var mıydı? Kimdi bu dünyalar güzeli ter-û taze? Apartman görevlisi her zamanki fırıldaklığıyla kaçamak cevaplar verdi.
 – Günaydın Ahmet Efendi.
 - Günaydın abla.
 - Bizim apartmana yeni taşınan birileri mi var? Dün apartman girişinde bir bayanla karşılaştım, merak ettim de…
 - He he, birinci kata taşındılar, kendisi hemşire, kocası da bir iş yapıyor ama ben bilmiyorum.
 - Evli mi, ya? Ama o daha çok genç. İyi, güzel, hoş gelmiş, sefa gelmiş yeni komşumuz. Bizim buralılara benzemiyor, sanırım buralı değildir.
 - He ablam, buralı değildir ama nereli olduğunu bilmiyorum.
 Mevsim yazdı, 45-50 derecede seyreden hava sıcaklığında bir soluk serin hava solumak için bu kentte herkes ya damda yatar ya da balkonda. Gündüzleri de avlu ve balkonların gölgeliklerinden faydalanılır. Bu vesileyle ben de gündüzleri gölge olan yan balkonda oturur akşamları da ön balkonda yatardım. Durum böyle olunca da apartmana giren çıkandan istemim dışında da olsa haberim olurdu. Apartmanımızın yeni sakini güzel bayanın adının Cennet olduğunu da daha sonraki günlerde apartman görevlisinden öğrenmiştim.
Cennet, öğleden sonraları saat üç dört gibi apartmanın dış kapısından sessizce çıkar kendini bekleyen ticari bir taksiye biner giderdi. Eve dönüşleri genelde gece yarısından sonra olurdu. Gidiş ve dönüşlerindeki kıyafet değişikliği apartman sakini bayanlar arasında dikkat çekmiş dolayısıyla dedikodular da başlamıştı. Zira evden çıkarken gayet sade günlük giysilerle, blucin ve tişörtle çıkıyor eve dönüşlerinde ise gece kıyafetleri ve aşırı dekolte giysilerle kendi yaşlarında bu yörenin çocuğu olduğu her halinden belli olan bir gencin kolunda sağa sola yalpa atarak eve dönüyordu. Genç, Cennet’i eve bıraktıktan sonra bazen hemen geri dönüyor bazen de biraz kaldıktan sonra sessizce çıkıp gidiyordu.
- Kim bana ne deyîse desin bu kadın hemşire memşire değil.
- Yox anam yok, hemşire niye s’et üçte gidî, gece yarısı dönî?
- Bu işte bî şê var ama ne olduğunî bilmîyem. Bu gün yarın qoxusî çıxar.
- Ma gece eve dönerken kılıx kıyafetini görmîsiz?
- Qız bu pavyon qızî mızî olmîya?
- Vu başıma gelen, pavyon qızının bizim aramızda ne işî var?
- Qoçama sölîyecağam onî bu binadan atsınlar.

 - Vî zahar o da pez...gidir koluna giri, her gece onî getirî!
- Qız qapîci da onun ne olduğunî bilî. Hama bî şê olanda qapıcîyi çağırî.
- Ê ne olmîş ha, size bî zararî var? Belki de bî yerde çalışî. Günah almayın, kötü damgasınî yapıştırmayın. Sizin de qızlarız var. ‘Eyiptir ‘eyip! Allah’tan qorxın bîrezim.

Kapı önlerinde iki kadın bir araya gelmeye görsün, bu tür dedikodular alıp başını gidiyordu. Günler ilerledikçe, pencere ve balkonlardan gözleyen meraklıların sayıları artıyor ve Cennet için hiç de güzel olmayan çarklar ha bire dönüyordu. Cennet’in de eve dönüşlerinde değişiklikler başlamıştı. Gencin kolunda sarhoş olduğu her halinden belli bir şekilde eve geliyor, genç Cennet’i eve bırakıp gittikten sonra Cennet de sessizce dış kapıdan çıkıp kendini bekleyen özel otomobillere binip gecenin karanlıklarında kaybolup gidiyordu.

O acı çığlığı ömrümce unutmayacağım…

Cennet’in bizim apartmana taşındığının üstünden yaklaşık iki ay falan geçmişti. Çarşı dönüşü apartman girişinde Cennet’le karşılaşmıştım. Gayet sıradan bir giysi giymişti. Bana bakarak gülümsedi. Selamlaştık ve her zamanki gibi kendisini bekleyen ticari taksiye bindi, gitti. Şok olmuştum adeta. Semt pazarında ilk olarak gördüğüm ve gördüğümde de güzelliği karşısında şaşırıp kaldığım ve cennetten kaçmış bir huri olduğunu düşündüğüm o Cennet’le bu gördüğüm Cennet arasında çok şeyler değişmişti. İnanılır gibi değildi. Yüzünde derin acıların hüznünü gördüm. Bahar dalı üzerinde yeni açmış bir çiçek yazı görmeden sonbaharı yaşıyordu. Tenindeki pembe ve beyazın yerini sarı ve mor renkler almış, uzun kirpiklerinin kuşattığı zümrüt yeşili gözlerini acı bir gölge kaplayarak yeşil renk yerini griye bırakmıştı. Kırmızı kadifemsi dudakları solmuş, yanakları çökmüş ve gamzeleri kaybolmuştu. Kahrolası zifir gecelerin karanlığı Cennet’i bitirmişti.

Bugün de her gün gibiydi benim için. Eve girer girmez aynı radyoyu açtım, çayımı demleyip balkondaki köşeme geçtim. Hava yine çok sıcaktı. Güneş henüz çekilmemişti, oturduğum yerden yüzümü yakıyordu. İnatsa inat! Kalkmayacaktım yerimden, güneşe boyun eğmek yoktu, kafasını gömen kaplumbağalardan olmayacaktım en azından bugün güneşe karşı duracaktım karşı duramadığım bu dünyanın düzenine inatla. Elimdeki kitabı bırakarak radyodan gelen sese kulak verdim “Dile Yaman”… Bir şarkıydı duyduğum sözlerini anlamadığım. Yüreğim ağırlaşmıştı sanki bir felaketi ertelemek istercesine. Ezgi derinden uğultulu gelen bir hüzün gibi kaplamıştı her yanımı. Acı kapladı kalbimi, ne de olsa ben de bir kadındım. İnsanlığın en aşağı katmanlarıyla hesaplaşmak istiyordum. Bizi dibe çeken, çökerten, boynumuza parmaklarını geçiren, ısıran, tüküren, hırlayan, döven, söven, korkutan ve öldüren insanlık müsveddelerini köşemde ipe çekmek istiyordum. Besbelli sevmiş ve aldanmıştı Cennet bu müsveddelerden birine. Neleri bırakmıştı arkasında. Annesinin bakmaya kıyamadığı biricik kızı mıydı yoksa kendisi küçük bir anne miydi? Kim bilir ki?

Günü bu sorgulama ve yargılamalarla geceye devrettim gözümün önünde Cennet’in solgun yüzü ve yüreğimde kadın olmanın vermiş olduğu ince bir sızı. Saat on iki gibi Cennet, üstünde kısacık siyah bir şort ve pırıltılı bir büstiyerle yine aynı kişinin kolunda sessizce apartmanın kapısından içeri girerken o kişi gerisin geri gitti. Aradan yarım saat geçmeden apartmanın dış kapısı yavaşça açıldı ve Cennet kapıdan sessizce süzülerek caddeye çıktı. Caddede bekleyen siyah bir arabaya yaklaştı. Arabanın kapısının açılmasıyla birlikte gecenin sessizliğini birden erkek sesleri bozdu. Cennet bir ayağını arabaya atmıştı ki sesler daha da yükseldi. Arabanın gazına bir basıldı ki sanki araba havalandı geceyi yırtan motor sesiyle. Ve bir erkek sesi “Gel o…pu, naz etme!” Ses olanca çirkinliğiyle yükselirken zavallı Cennet’in arabanın dışında kalarak yerde sürüyen bacağı ve cadde boyunca dalga dalga yayılarak gökyüzünün yıldızlı kubbesini yırtarcasına yükselen ve bugün hala kulağımda çınlayan o keskin ve acı çığlığıyla, o kara araba tüm karanlığıyla kahrolası zifir geceye karıştı gitti…

 Kabus dolu rüyaların sahibi gecenin sabaha teslimiyeti yine gürültü ve patırtıyla başladı. Rüya devam mı ediyordu yoksa gerçekten de sabah mı olmuştu? Kolumdaki saatin ibreleri sabahı işaret ediyordu “La havlevela! Gecenin kabusu az mıydı, sabahı da kavga gürültüyle karşılayalım?” diye söylenerek kapıya doğru yöneldim. Evet, kavga gibi bir şey vardı. Aile içi bir kavga falandır diyerek mutfağa su içmeye yöneldim ama sesler gittikçe artıyordu ister istemez bende de bir merak uyandı ve kapıyı yavaşça araladım. Acı acı bağıran bir kadın sesine karışan ahlar vahlar giriş kattan geliyordu. Acıyla inleyen bazen de çığlık atan yarı baygın bir şekilde kapısının önünde yerde yatan Cennet’ten başkası değildi. Apartman sakinlerinden sese koşup gelen birkaç kişi ve apartman görevlisi Cennet’in başına toplaşmış her bir kafadan bir ses. Cennet ise bir elinde kapısının anahtarı öbür eli de yumruk şeklinde ha bire duvarı yumrukluyor bir yandan da “P....nk Ahmet aç şu kapıyı. Sana aç diyorum!” diye naralar atıyor ve bir anlık da olsa kendinden geçiyordu. Eli kanlar içindeydi. Eğildim elini tutmaya çalıştım. Perişan bir vaziyetteydi. Aldığı alkol belki de uyuşturucudan olsa gerek gözlerini açamıyordu. Görünen her yeri ezik ve morluklar içindeydi. Elini tutunca “Hayır yapma, paramı alma!” Avucunuda sıkıya tuttuğu para, hayvani arzulara meze olarak sunduğu bedeninin hoyratça hırpalanmasının karşılığıydı. Seslere polis arabasının siren sesleri karıştı. Çok geçmeden de içeri üç dört polis dalarak apartmanın Cennet’i devriyenin Fatma’sını apar topar adeta çuvallayarak “Bu ne hal Fatma?” diye diye götürdüler.

Cennet Fatma’nın duvardaki kan izleri uzun zaman duvarda kaldı ama Cennet Fatma, bir daha o kapıdan içeri giremedi kötü kadın diye. Kadın kötü ama eşyası iyiydi iyi insanlar için…
Yine bir akşamüstü Cennet Fatma’nın kapısı ardına kadar açık ve eşyaları yağmalanıyordu. N’oldu diye başımı içeri uzatınca Cennet Fatma’dan geriye kalan sadece bir bazaydı. O da taşınamadığı için kalmıştı besbelli…
Cennet Fatma ancak üç ay dayanabilmişti arka sokakların bataklıklarına. Soldurulmuştu üç ay içinde. Belki de yeniden başlarım diye gittiği memleketinden ölüm haberi geldiğinde kan izleri hala duvarda duruyordu Cennet Fatma’nın...

 Birsen İNAL 04.12.2013

  

 
Toplam blog
: 124
: 393
Kayıt tarihi
: 01.04.11
 
 

Diyarbakır’da doğdu, tam bir Diyarbakırlı olarak büyüdü. İlk okulu İsmet Paşa İlkokulu’nda, orta ..