- Kategori
- Ben Bildiriyorum
Çığlık çığlığa el sallamak

Kimine göre bir noktadan ibarettir hayat; yaşamın sonuna konulmuş, ölüme adanmış bir başlangıç...
Yaşam insanlara bahşedilmiş bir dünyaysa, aynı canı, aynı kanı taşıyan kişilerin birbirlerinin canlarına kastetmeleri, gözleri dönmüş bir şekilde beyaz dallarda gelen baharı kızıl kana bulama istekleri neden? Şarap kadehleri ellerinde dolaşan insanlar şaraba mı tövbe ettiler de kızıllığı insan bedenlerin de arayarak sarhoş oluyorlar. Kim ister ki bereketli mahsuller veren bir toprağı ,çöldeki kuraklıkla takas etmeyi ya da yaşanılan azametten kurtulmak isterken demir prangaların soğukluğunu bileklerinde hissetmeyi…
Küçük bir çocuk çok şey bildiği için mi cehaletin adı zamane oluyor? Kimsenin görmek istemediği şeylerin döndüğü bir dünya da küçücük gözleri kocaman açılarak 'anne hani bu vatan büyümekte olan bize emanetti?' sorusuna karşılık verememek mi dünya adaleti. Ya da bir şeyleri belgelemek, halka sunmak isterken; dosyaları belgelenip, halkın gözleri önünde adına adalet koydukları 'yaz kızım bu adamlar bir milleti uyandırmak sebebiyle SUÇLU!' sesleri önünde yargılamak mı? Bu dünyada ki bir çok sorum cevapsız kalıyor beynimin derinliklerinde... Bir çoğu da olmasından çok yoruyor beynimi...
Gençliğe emanet edilen her şey tek tek yok olmaya sürüklenirken, kara tahtaya o nasırlı parmaklardan dökülen ilk hecelere de el sallıyoruz. Nasıl ki bir milletin simgesi istikbalde dalgalanan şanıysa, dili de o derece önemlidir, marşı da o derece değerlidir. TDK'nin ardından salladık bir kere elimizi sessiz sedasız çoğu kesimin haberi yokken. Marşımızın ilk duyulduğunda ağlayan gözler, hala savaşı yaşayan bedenler , gözler önüne gelen felaketler, diken diken olan tüyler... Bu kadar kolay olmamalı! Kim ister ki geçmişinden kopmayı ama o kadar gerimizde bırakmışız ki mabedimizin üzeri toz tutmuş ve hatırlanmaya muhtaç kalmış. Sesimiz o kadar kısılmış ki tek bir çığlık bile atıp tutamıyoruz yasımızı, ya korkudandır ya da 'bana dokunmayan yılan bin yaşasın.’ bu gidişle gazetelerin köşe yazılarında okuyamayacağız; 'doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovarlar.' mantığıyla... Hayat! Gaz lambasından sızan o ince ışığın kocaman bir odayı aydınlatması kadar... Kimilerimizin aydınlıktan kasıtları önlerinde gri bir suret belirip o gölge de oynatılan 'Hacivat ve Karagöz' oyunundan ibaret! 'Umudun buzları eridi içimde, su bastı yüreğimi…’ geçmişe el sallamaktansa, el ele verip geçmişimizi toz tutmuş raf aralarından alıp da üzerindeki toz yığınını bir kenara sildikten sonra altındaki mucizevi hitabeyi yaşama yansıtabilmeyi isterdim. Ben Kurtuluş savaşında cepheye mermi taşıyan Şerife bacının torunu. Ben sırf vatan uğruna beşikte yatan bebesinden vazgeçen, ayağında yamalı çarığıyla 'ÖNCE ALLAH SONRA VATAN' diyen yüreklilerin soyu, ben dünyaya destan yazmış asil kandan gelen, ben bu vatanın evladı, kanla sınırları çizilmiş olan bu toprağın fidanıyım! Kurak topraklarda kök salmaya çalışan diğer fidanlar gibi... Bu vatan yoktan var edilmişken, varlığından da yok olmasını izlemek, gözyaşlarımla kurak topraklarda bir çatlak daha açmak istemiyorum.
Öyle bir yerinde olmak isterdim ki hayatın, ne tam ortasında; ekvatorun sıcaklığında, ne de sonunda; bir uçurum kenarında...
Gözlerimi kapattım ne kadar süre o şekilde kaldığımdan habersiz düşündüm. Geçmişimi, şu an yaşadığım dünyayı ve geleceğimi... Eskiden mumlar vardı sadece hacmi kadar aydınlık, bir mumun sönmesi ateşin düştüğü yeri yakması demekti. Bir delikanlının soğuk namludan çıkıp yüreğini yakan sıcaklığıyla kana daha doymamış toprağın kollarına bırakması demekti kendini, erini eski mahalle köşe başındaki evinin camında umutla bekleyen gözlerin yerini yaşa bırakması demekti. Sonrasında gaz lambaları geldi hayatı aydınlatmak yeni hikayelere ışık tutmak için, bir gaz lambasının gazının bitmesi ilime doğru koşan kara önlüklünün kara tahtaya adım adım karanlık ama emin adımları demekti, kömürü kalem yapan, lastiği silgi diye kullanan, başöğretmenin beyaz tebeşiri kadar saf, ilk harfleri kadar derin...
Peki ya biz? Hiç bir şeyden mutlu olmayan, bir varsa iki diye bakan biz. Geçmişimizi ne cabuk unuttukta gelecek planlarımızı kendi ellerimizle kararttık? Biz böyle bir dünyaya çocuklarımızı nasıl getireceğiz? Onlara ne diyeceğiz bizim bile unutmakta inatla direttiğimiz geçmişimizi onlara nasıl anlatacağız. İmkanları küçük ama yürekleri büyüklük kavramıyla ölçülemeyen o insanların kudretine nasıl erişeceğiz. Hakkıdır Hâk'a tapan milletimin istiklal diyen Âkif'e ne cevap vereceğiz? Toprağın dibindeki o kızıl rengi unutup hayata tozpembe devam ettikçe (...) Gençlik olarak umut eden damarlarım artık muhtaç olduğum kanın damarlarımdaki kudret olduğunu ilke edinemez oldu. İlk hedefimiz ilerlemek değil miydi? Bunu yerimizde çabalayıp tepinerek bir adım atmamız gerekirken giderek gerilediğimize şahit olurken nasıl yapacağımı bilemiyorum. İlerisi için bak yavrum burada bir zamanlar Türkler oturuyordu. Bak yavrum iletişim bir ara bizim elimizdeydi. Bak ulaşımda öyle... Aa o bankalar mı? Onlarda, hatta şu karşında gördüğün arazi devlet tarafından satılmadan önce dedenindi mi diyeceğim. Kuşak çatışmasını tartışacağımıza birazda kuşaklar arası farka bakıpta geçmişimizden övünç ve ders almayı denesek keşke. Çığlık çığlığa el sallamak geçmişimize! Çığlık çığlığa ama bir o kadar da suskun. Hıçkıra hıçkıra ağlamak ama bir o kadarda gözden yaş akıtamamak… Uyan gençliğim uyan! Bu vatan bize emanet sahip olduğumuz tek şeyde damarlarımızda ki asil kan! Biz birer mucizenin eseriyiz. Kökü sağlam sallanmaz sanılan bir çınarın en yeşil dallarıyız. Kökümüz kurumadan, kök saldığımız topraklarımız parsel parsel satılmadan, yaşam kaynağımız olan ihtiyaçlarımız bir bir yağmalanmadan uyan! Biz karıncaları yukardan izlerken, onların küçücük dünyalarına tek bir hareketimizle engel olabiliyorken, bir hamleyle yuvalarını bozabiliyorken, yollarını bir ayak darbesiyle yok edip yağmalayabiliyorsak, ilerlediğimiz yolun tahminini size bırakırım... Bir anlık kapatın gözlerinizi ve düşünün, kendini uyanık sanan kişilerin nasıl uyumaklı olduklarını esneyen bir simayla hayata bakışlarını.
Sadece düşünün... Çok geç olmadan.
Uçurumun kenarına gidip te ayağınız taşlara takılmadan... Ufalanan taşların boşluga sürüklendiğini görmeden. Sadece düşünün ve bakış açınızı değiştirin yaşadığımız dünya ve dallarından bir kaçı hasar görmüşte olsa kökü sağlam çınarımız hala bizimken düşünün! Sesiniz hala çıkıyorken, gözleriniz hala bulutların ızdıraplı yüklerini yanaklarınızdan süzebiliyorken. Dudaklarınızdan dökülen hecelerle... Düşte kalmayıp düşünceyi hayata geçirmek için(…)