Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Aralık '15

 
Kategori
Deneme
 

Cumhuriyet Dönemi''nde;roman, öykü ve "Arapgir hasreti"(4)

Cumhuriyet Dönemi''nde;roman, öykü ve "Arapgir hasreti"(4)
 

Kitabın ikinci baskısı, Temmuz 2011’de yapılmış. Elime yeni geçti; okuyunca Sücaattin’in yaratıcı gücünden etkilendim. Bu anı romanda, tüm Arapgir, Arapgir insanı yok; çünkü bu yapıt Arapgir tarihi değil; Arapgir tarihini, coğrafyasını, dilini, folklorünü …yazmak isteyenlere kaynaklık edecek nitelikte. Yazar, tüm Arapgir’i, Arapgir insanını ele alamadığını özür dilercesine önsözünde belirtmiş:

“İyi yazamadığımın”,eksik bıraktığım şeyler olduğunun “farkındayım. Arapgir’de benden çok kalan, Arapgir’i iyi bilenlerin”şunu yazmamış,bunu yazmamış, bunu yanlış hatırlıyor”gibi samimi hayıflanmalarına ”haklı itirazlarına saygı duyuyorum. Muhakkak onların dedesi, babası da benim hikâyesini yazdığım insanlar kadar önemli insanlardı. Ben de “ancak yaşayabildiklerimi, duyduklarımı ve hissettiklerimi yazabildim.

Her yazar, yaşadıklarını,duyduklarını, sezdiklerini okuruna aktarır; bu Sücaattin Erdem için olduğu gibi dünyaca ünlü yazarlar için de böyledir. Yazarlar, gözlemlerini, izlenimlerini, kendi iç dünyalarında oluşturduklarını yansıtırlar okura. Bu, Halide Edip’te, Yakup Kadri’de, Ahmet Hamdi Tanpınar’da, Tarık Buğra’da, Yaşar Kemal’de, Orhan Kemal’de, Kemal Tahir’de, Samim Kocagöz’de, Necati Cumalı’da, Fakir Baykurt’ta…burada adını sayamayacağım tüm dünya ve ülkemiz yazarlarında da böyledir.

Akşit Göktürk, edebi metni belirleyen öğeleri şöyle sıralamıştır:

Her yazar, belli bir çevrede, toplumda, kültür ortamında yaratır yapıtını, en başta da kendisiyle aynı dili paylaşan okurlar için yazar.(...) Yazarın deyişini, dünyasını belirleyen birçok tarihsel, toplumsal, yazınsal durum ya da gelenek, aynı zamanda dilinin okurlarını da etkilemiş, onların yazınsal beklentilerini de gerçekleştirmiştir.

İnce Memed romanında 1930 yıllarında Toroslar'da yaşayan, suça itilmiş bir eşkıyanın yaşamını konu edinen Yaşar Kemal bu yöreyi ve Çukurova'yı tarihsel kökleri, doğası, güncel sorunlarıyla yansıtırken anlatımdaki coşku, betimlemelerindeki renklilikle dikkat çekti. Orhan Kemal, İstanbul'un yoksul kesimlerinde yaşayanları, köyden kente nüfus göçünü, ezilen çocukların, genç kızların serüvenini konu edindi. Kemal Tahir'in köyü konu edinen romanları ve köydeki gelişmelerin geniş bir panoramasını verdi.Samim Kocagöz, Necati CumalıFakir Baykurt gibi yazarlar roman ve öyküleriyle köy ve kasaba yaşamına tanıklık ettiler Aynı çevreyi konu edinen Bekir Yıldız, yurtdışında çalışan göçmen işçilerin yaşamını konu edinen yazarlardan oldu. Gerçeklere ironi ile bakan öykücüler bulunduğu gibi (ör; Haldun Taner) toplumsal bozuklukları gülmece öyküleri ve romanlarıyla çok geniş bir okur toplulukları önünde tartışan yazarlar (Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz) görüldü. Kurtuluş Savaşı'nın ve Cumhuriyet dönemini, toplumcu ve gerçekçi yazarlara karşıt biçimde yorumlayan yazarlar (Tarık Buğra) da oldu. 2006 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Türk yazar Orhan Pamuk.

Ruhsal çözümlemelere yönelen, bilinçaltını sergileyen yazarlar (Yusuf Atılgan, Bilge Karasu, Adnan Özyalçıner, Oğuz Atay vs.) soyutlamalardan, kara mizahtan yararlandılar; geriye dönüşümlerle, çağrışımlarla beslenen, dilin olanaklarını araştıran denemelere giriştiler. Kadın romancılar ve öykücüler çevreyi, olayları, kişileri konu edinirken ayrıntılara daha çok indiler. Bu yazarlar (Nezihe Meriç, Adalet Ağaoğlu, Pınar Kür, Füruzan, Sevgi Soysal, Tomris Uyar) bireyin toplumla ilişkisi, toplumsal yapıda ve kültürdeki değişimler, cinsellik gibi konulara yönelirken yerleşik yargılara karşı çıktılar. Hızlı kentleşme, sanayileşme olguları köy edebiyatının ortadan silinmesine yol açarken, kentteki kaynaşmalar, kenar mahalle insanlarının, yoksulların, işçilerin yaşamından çok aydınların, sanatçıların, siyasal eylemlere katılanların toplumsal ve ruhsal dünyalarını, onların tanıklığıyla bireyi ve toplumu konu edinen bir edebiyat gelişti: Erhan Bener, Demir Özlü, Selim İleri, Orhan Pamuk, Latife Tekin, Nedim Gürsel vs. gibi yazarların roman ve öyküleri.(Vikipedi,9 Mayıs 2013)

Sücaattin Erdem’in “Arapgir Hasreti”nde bu yazarlardan izler var. Bu yazarların işledikleri konuların bir bölümüne Erdem de değinmiş.

Yaşar Kemal, İnce Memed1’de olayların geçtiği doğanın yapısını betimsel özellikleriyle      taşır okuyucuya:
“Toros dağlarının etekleri ta Akdeniz’den başlar. Kıyıları döven ak köpüklerden sonra doruklara doğru yavaş yavaş yükselir. Akdeniz’in üstünde daima, top top ak bulutlar salınır. Kıyılar dümdüz, cilalanmış gibi düz killi topraklardır. Killi toprak et gibidir. Bu kıyılar saatlerce içe kadar deniz kokar, tuz kokar. Tuz keskindir. Düz, killi, sürülmüş topraklardan sonra Çukurova’nın bükleri başlar. Örülmüşçesine sık çalılar, kamışlar, böğürtlenler, yaban asmaları, sazlarla kaplı, koyu yeşil, ucu bucağı belirsiz alanlardır bunlar. Karanlık bir ormandan daha yabani, daha karanlık!

Fakir Baykurt´un olağanüstü gözlemciliğiyle biçimlenen dilinde, Türkçe'nin bütün renkleri gizlidir sanki. İşte bu dili, Kaplumbağalar adlı yapıtının giriş bölümünde, karanlık bir gecede gökyüzünü süsleyen yıldızlar gibi ışıl ışıl görürüz. Çoğu yazarın aksine yazacağı yapıtlarla ilgili alan çalışması yapan Baykurt´un bu çabasını, şu betimleme ne güzel anlatır:

\"Güneş Tozak kırına kocaman bir ateş dağı gibi çöktü. Tozak kırı yanıyor. Taçları gonca iken solmıış gelingüvey otları, kuşekmekleri, çobançantaları, koyungözleri tamtakır kurumuşlardı. Bir deri bir kemik yılanlar, tarla sıçanları, emecenler, zavallı yelistan böcüleri sinecek bir gölge girecek bir delik arıyorlar. Kanları buhar olup uçmıış serçe kuşları ateşler içinde yanan toprağa düşüyor. Lokma lokma ölüyorlar. Toprak  yanıyor... \"

\"Fakir Baykurt, anlattığı kişilerin dünyalarına uygun bir dil ortamı yaratıyor. Bu ortamı kurmak, oluşturmak için de konuşma dilinin şiirini, daha doğrusu tadını oluşturan öğeleri yakalamaya çalışıyor. Halk dilinin söz değerlerini, deyimleri, kalıp sözleri, atasözlerini, ikilemeleri, pekiştirmeleri, tümce düzenini, kılı kırk yaran bir tutumla değerlendiren Fakir Baykurt, Tırpan romanının en belirgin karakteri Uluguş  Nine´yi şöyle konuşturur:

\"Bre devrilecesiler: Petek petek ballarımız size gidiyor! Tulum tulum peynirlerimiz size gidiyor! Onca av kuşlarını furup size yolluyoruz. Size gidiyor taze kuzular. Oturup cavırlarla yiyorsunuz! Emme siz hangi aşları bişirdiniz, bunca yıldır yoksullara. Hangi kuşları kondurdunuz, Kemal Paşa ölüp gittikten sonra başımıza? Vergi dediniz aldınız, esger dediniz yoldunuz, oy dediniz sandık sandık verdik size a deşilecesiler! Hacılar sizinlen, hocalar sizinlen. Alçattık belimizi, bindikçe bindiniz. Her gaherlerinizi çektik, hiçbirine gık demedik...\"(Ahmet Özer: Bilkent Üniversitesi, İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi Öğr. Gör.)

“Arapgir Hasreti”i yazarı, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt  gibi yaşadığı yörenin doğasını, insanını güncel sorunlarıyla yansıtırken anlatımındaki yalınlık, betimlemelerindeki renklilikle, canlılıkla okurun ilgisini çekiyor. Ayrıntıntılı, canlı betimlemelerle örgülemiş yapıtını. Konuşma dilinin şiirinden, tadını oluşturan öğelerden de çokca yararlanarak yaşadığı yörenin, sözcüklerle resmini çizmiş.

Çayır çimenin, otun, dikenin, bin bir çeşit çiçeğin kokusu kaynayan sütlerin buharına karışır. Yaylanın engin düzünde yanan ocakların dumanı, serin rüzgârların kanatlarıyla titreşir. Buram buram kokular, sahipsiz dağların yamaçlarından döner, burkulur gökyüzüne yükselir. Haziran, temmuz, ağustos ayları kara kıl çadırların etrafında geçer. Bu mevsimde bahar çiçekleri, kır çiçekleriyle döşeli yayla, bir açıkhava mandırasıdır. Kazan, tekne, teştler kurulup”süzek”lerde torba torba peynir mayalanır.”Tuluk”larla yayık yayılırtt.(s.50)

Orhan Kemal romanlarında; yoksul insanları, köyden kente göçü, köyün ezilen çocuklarını . Çukurova gerçeğini anlatır:

Çukurova’da bahar harikadır! Gök masmavi, kırmızı topraklar yemyeşildir! Çukurova’nın bereketli toprağına dört kilo çiğit at, seksen kilo pamuk versin. Çukurova insanına, peygamberler kitaplar dolusu sabır, tevekkül, kanaat getirmiştir. Allah adına! Kitap öyle söylemiştir, şükredecek, kendinden yukarıdakine değil aşağıdakine bakacaksın. Her baktıkça şükredeceksin. Çukurova insanına, peygamberler kitaplar dolusu sabır, tevekkül, kanaat getirmiştir. Allah adına! Ölseler bile ne? Öte dünya vardır, Birer kuş gibi uçacaklardır Cennet-i Ala’ya. Cennet-i Ala’da yağdan, baldan dağlar, sütten ırmaklar.(Bereketli Topraklar Üzerinde,s.150)

Orhan Kemal, Çukurova’da ırgatlık yapan yoksul, inançlı, kaderine boyun eğen insanları, bu insanların zor, çileli yaşantısını işler romanında. Sücaattin Erdem’in doğup büyüdüğü çevrenin insanları da birtakım zorluklardan geçmiş; ama bu zorluklar karşısında yılmamış, ezilmemiştir. Arapgirli’nin ekmek kavgasını, gezgin ve mücadeleci yanını,”Arapgirli’nin topalı Bağdat’tadır”sözü en güzel açıklar.

“Hemşerim ne sen sor ne ben söyliyem,                                                               

Dert bitmez çile tükenmez bir derttir.                                                                

Aynı minval üzere nere kaçayım?                                                              

Bu memleket baştan başa gurbettir.

”(Osman Attila,Memleket Şiirleri)  

Gurbetibiz çok ezelden biliriz. Gurbetçilik bize ceddimizden mirastır. Yarım asır önce İzmir’e giden köylülerimiz, sebze halinde çalışmak suretiyle buraya alışmış. İstanbul’a gidenler seyyar satıcılık, amelelik, yıkıcılıkla, manav dükkânı açmakla, nakliyecilikle işe başlarlar. Halıdan mobilyaya, değişik imalethanelerden fabrikaya zamanla kendi işlerini kurarlar.(s.21)

Tahir Kemal’in, Samim Kocagöz’ün, Necati Cumalı’nın, Fakir Baykurt’un köy ve kasaba yaşamı; bu yazarların yakın çevresi ya da gezip gördükleri yerlere göre biçimlenir. Olaylar; serim, düğüm, çözüm planında ve kurgusaldır.”Arapgir Hasreti” nde bir roman planı yoktur; çünkü yaşanmış olaylar ve olgular yapıtın örgüsünü oluşturur. Başka bir deyişle  “Arapgir Hasreti” ndeki olayları; tanıdığımız, bildiğimiz kişiler yaşamıştır. Onlar, akrabalarımız, komşularımız okul arkadaşlarımızdır.

Kitap, birtakım bölümlerden oluşur:

Arapgir diye diye, Arapgir neresi?Arapgirlilik, İzmir’den Malatya’ya, Malatya’dan Arapgir’e, Göldağı-Sarıçiçek, dut medeniyeti, bu diyar baştan başa, aklımda kalan çarşı, böyle şakanın içine, Kozluk keyfi, su nöbeti-su suvarmak, kamyon yatağı Arapgir şoför beşiğidir, cuma günü seher günü, ortaokul zamanı, vula eferim uşahlar, şimdi nerdee! böyle rençperlik, hayvan yayıltma, gelenin haddi hesabını uşahlar bilir, köyün adamını uşahlara sorun, işi oyuna çevirmek bize vergiydi, şehitler son menzildi, şeher yollarında, kimler geldi kimler geçti buradan, işinde istişna bazı isimler, Nalbant Tahsin Hoca, Kadı yenge, Yüzbinşükür, ölem ölem Arapgir, doktordan yoldan yoksun yıllar, sıladan gurbete köprü”Arapgir Postası”eski özgün ve yeni, Arapgir mektubu, her şakada bir hakikat vardır, haydi Çarşıbaşı’naher bölümde yazar Arapgir’in başka bir yönünü, özelliğini dokur Sücaattin. Pağnik (Budak)  köyünde, Arapgir’de, okuduğu, çalıştığı yerlerde; yaşadıklarını, duyduklarını, dinlediklerini, yansıtıyor. Gözlem, izlenim, duygu ve görüşlerini yöresel bir dille, ayrıntılı bir biçimde okura sunuyor. Bu sunuş, gerçekçi ve içtenliklidir:

Yüzme gösterisi yapan, gölün başındaki kayadan”tepesi kuylu”atlayan, nefes tutma yarısında göle dalıp uzun süre çıkmayan uşahlar; ne bileyim daha ne kahramanlıklarla anaların yüreğini hoplatırlar. Birbirine su serpen, çığlık çığlığa bağırıp boğuşan çocukların yaygara ve şamatası ortalığı götürür…                                                                  

 -Vula yavrum oraya getmen dönderiy. Gölün dibine çeker!  

-Emii !Baan bah baan!...               

Yazar ;”tepesi kuylu”,”uşahlar”” -Vula yavrum oraya getmen dönderiy. Gölün dibine çeker! -Emii !Baan bah baan!...”yöresel söyleyişleri”,”yüreği hoplatmak”deyimini yerinde ve ustalıkla kullanarak anlatımını zenginleştirmiş ve renklendirmiştir. Bu dilde; bir ana sütü tadı, çocukların sesi duyumsanıyor. Yapıtın tümünde bu ve benzer özellikleri görüyoruz. Sücaattin, Arapgir yöresinin büyüleyici ruhundan alır, bu anlatım gücünü. Öyle ki bu bölge insanı, dut ağaçlarından dökülen dutları tek tek toplayarak değerlendirir ; pazarlayarak aile bütçesine katkı sağlar. Yazar,Arapgirli’nin bu özelliğini yakından izlemiş, hatta kendisi de birçok Arapgirli gibi dut toplamış olmalı ki “dut medeniyeti”terimini Türkçemize  kazandırmıştır. Bu medeniyetin nerelerden başlayıp nerelere değin uzandığının sözcüklerle haritasını da çizmiş:

Sarıçiçek, Eğerli,Göldağı, Yukarı Fırat Havzası, Munzur Silsilesi… Bağlı, bahçeli derin vadiler, bin bir çiçekli serin yaylalar,”başı pare pare dumanlı dağlar”,geçit vermez çaylar, şen dereler, soğuk pınarlar,”yüksek ayvanlar”…Eğin, Arapgir, Ağın, Keban, Çemişgezek…tarih çağlarından kalan şirin beldeler…Hakim meyvesi dut olan bu coğrafya, bu iklim dutun anavatanıdır. Dutladoğan, yaşayan, bir kültürün yarattığı ,kurduğu uygarlık;Arapgir merkezli”dut medeniyeti”işte bu coğrafyada kurulmuştur.(s.61) 

Dutun bu yöre insanının yaşantısında ayrı bir yeri vardır. Geçmiste,birçok aile geçimini duttan sağlardı. Düğünler de dut bahçelerinde yapılırdı. Bahçelere halılar, kilimler serilir; düğün yemekleri dut ağaçlarının gölgesine kurulan yer sofralarında yenir. Gün geçtikçe dutun kıymeti daha iyi bilinmektedir.

Düğünlerde kebap gecesi, geniş dut bahçesinde yapılır. Arapgir uşahları içip içip “dut gibi sarhoş olur”. Sabahleyin ayıkan “dut yemiş bülbüle döner.(s.72)    

Abbas Sayar’ın Çelo başlıklı romanında anlatıcı Nail Efendi dışındaki karakterler köylü kişilerdir. Albaz, Çelo, Eset Çavuş, Fadiş, Haydar, İzzet,Kezik, Kılkuyruğun Yusuf ile Muhtar ile bunlardan bazılarıdır. Bu kişilerden çoğu, romanda iç dünyalarıyla betimlenmiştir. Aralarındaki konuşmalar ya da olaylar karşısındaki davranışları onların karakter özellikleri hakkında fikir verir.(Sevil Tomur,2002) Bu kişiler, yazarın yakın çevresindendir. Yaşamış ya da yazarın düş evreninde oluşturduğu kurgusal kişilerdir.

Sücaattin Erdem’in “Arapgir Hasreti” deki kişiler, roman kişileri değil, herkesçe tanınan, bilinen gerçek kişilerdir. Yaşadıkları yıllarda; Tahsin Hoca’yı, Cemal Nalçakan’ı, Palancı Seyfettin’i, Bakkal Ali’yi, Demirci Şükrü’yü, Marongoz Hakkı’yı, Berber Şerafettin’i, Leblebici Eşref’i, Pağnikli Rıfat Efendi’yi ve Muhtarın Oğlu Recep’i …burada adlarını sayamayacağım yüzlerce kişiyi tanımayan ya da adlarını duymamış Arapgirli yok gibidir. Davut, Yübinşükür, Gani Dayı, Kenger… dillerden  düşmeyen ilginç tiplerdir. Bu tiplerin davranışları, konuşmaları bir tiyatro, bir roman, bir öykü kahramanı kadar ilgi çekicidir. Bunlardan Gani dayıysa sanatının doruğundadır. Yazar, verdiği örneklerle bu kişileri tanıtıyor :

Yüzbinşükür, başınaçektiği“manusa”bezinden kırmızı ekose örtüyle ağzının yarısını kapatır, peşini boynuna dolardı. Ne söylerse kıkır kıkır güler.”Hih hih  hii!Yüzbinşükür !Keyf çıktı.”Hih hih hii!İşinize yarayacak, ilginizi çekecek havadisleri peş peşe sıralar.(s.257)

Gani dayı, türküleri ve her uzun havayı pek yanık vurur;”leylani”,”kaleden kaleye”, ”reyhan”,tamzara”,pabucumun ucu”…halaylarını çok güzel çalıp makamını tam tuttururdu.(s.205)

Herkesin “Kenger” lakabıyla bildiği “Duran Gezer”, kara kuru marsık gibi bir çingeneydi. Havalide onun üstüne kemancı yoktu. Kemanı köpek gibi havlatır, kuzu gibi meletir, dilerse adam gibi konuştururdu…Elekçi diye bu garibin müzik kabiliyetine saygı gösterilmeyişi, ondan hep soytarılık beklenilmesi beni de üzerdi.(s.205)

Bu insanların aralarındaki konuşmalar ya da olaylar karşısındaki davranışları, onların kişilik özelliklerini yansıtmaktadır. Birçoğunun aralarında şakalaşmaları, espri yapmaları ne denli birbirlerine yakın olduklarının kanıtıdır..

“Çarşı şakasız kalmazdı. Şaka yapmak,”horata”çıkarmak esnafın vazgeçemediği yegâne eğlenceydi. Kimin, neden kimden huylandığı, neye kızdığı keşfedilmesin …Akıllı adamı delirtmede, deliyi azdırmada hiç vakit kaybedilmezdi.

Ne köylü, ne de esnaf, memur arasından Bakkal Ali gib iri yarış işman Adam çıkmamıştır. Ali Dayı şöhretini”yarmança”cüssesine ve tavlılığına borçluydu.                                    

Tenhadan istifade ortalığı toplamakta, rafı tereği düzeltmektedir. Meşgul olduğu böyle bir saatte uşağın biri kapıdan bağırır:                                                                           

-Dayı!                                                                                                      

-Hee canım! Bi şey mi istiysin?                                                           

-Bakkal Ali sen misin?                                                                                  

-He he !Benim canım.

O parmak kadar oğlan beklediği cevabı alır almaz ellerini ağız kenarlarına koyup eyce bir “ollooo!”çeker. Ali Dayı bu veledin”gendiyi gızdırmah için yollanduğunu ossaat anlamıştır amma, neyde?”

"...Yaşar Kemal romancılığının temel kaynağı, temel ülkesi Toroslarla Çukurova'dır. Söylencelere, destanlara, Karacaoğlan'a, Dadaloğlu'na, isyanlara, halk âşıklarına, türkücülere kan ve soluk veren Toroslarla Çukurova. Yaşar Kemal sanatının ana kökleri, bu yörelerin büyüleyici ruhundan alır gücünü. Ben bu yörelerin çocuğuyum, oralara aitim. Yaşar Kemal'in romanlarını besleyen Çukurova ile Toros köylülerinin konuştukları dili konuşarak büyüdüm. Bu nedenle yeryüzündeki bütün Yaşar Kemal okurlarının en şanslılarından biri sayıyorum kendimi. Ne zaman Yaşar Kemal'in bir yapıtını okusam sayfalar duygularıma seslenir, dili dilime çalar.

Bir dil ağzı, bir dil sütü, bir çağla tadı bulur, bir sözcük tomurcuğunun coşkusunu yaşarım. Yapıtlarındaki doğayı, yöreleri, ırgatları, köylüleri, yörükleri okudukça daha önce oraları görmüş, yaşamışım gibi, konuşmalar akrabalarımın ağzından çıkmış gibi taze bir soluğun, taze bir dilin ses izlerini bulur, yoğun duygular yaşarım."  (Osman Şahin,Geniş Bir Nehrin Akışı)

Anadolu'da yıllarca anlatılan, küçük ama özü sağlam bir halk söylencesinden, çağdaş bir çocuk romanı yaratmasını da bilmiştir Yaşar Kemal. Çocukluğumda benim de birçok kez dinlediğim bu söylencenin aslı, 'güçsüzün, güçlüyü' yenmesi öyküsüdür. Karıncalarla Fillerin savaşını anlatır ve sonunda karıncalar filleri yenmeyi başarırlar. Söylence şöyle: ''Yeryüzünün en güçlü, en iri hayvanı olan Filler Sultanı, karıncaları küçümser, tepsi gibi kalın, geniş ayaklarıyla karıncaların yuvalarını çiğner, yerle yeksan edermiş. Karıncaların şahı Topal Karınca, soluğu hayvanlar padişahı Hz. Süleyman'ın yanında almış. Filler Sultanını şikâyet etmiş: ''Sen ki cümle hayvanların peygamberi, atasısın. Hepimizin dilinden anlarsın. Filler Sultanına söyle, küçüğümüz diye bizi hor görmesin. Yoksa biz ona yapacağımızı biliriz'' demiş. Hz. Süleyman, Filler Sultanını birkaç kez uyarmış uyarmasına ama Filler Sultanı ne onu dinlemiş, ne de karıncaları. Böbürlendikçe böbürlenmiş. ''Hıh, bana yapacaklarını bilirlermiş? Haydi yapsınlar da görelim bakalım'' diyerek karıncaların yuvalarını inadına ezmeye, çiğnemeye devam etmiş. Canları yanan karıncalar şahı Topal Karınca soluğu yine Hz. Süleyman'ın yanında almış: ''Artık bizden günah gitti. Biz ona yapacağımızı biliriz'' demiş. Hz. Süleyman da: ''Haklısınız. Filler Sultanı söz dinlemiyor. Canınız ona ne yapmak istiyorsa, yapınız. Serbestsiniz'' demiş. (Osman Şahin, Cumhuriyet Kitap,19 Haziran 1998)

Sücaattin Erdem'de Yaşar Kemal gibi söylencelere yer verir. Söylencelerle “Arapgir Hasreti”ne renk katar, yapıtının boyutlarını genişletir:

Mevlüt, köyün hemen üstünde, evlerinin başındaki harmanlardan, karşı şehitliği günlerce gözler. Babasının mezarından göğe doğru kızıl bir ışık yayılmaktadır. Bunu komşulara da gösterir. Tımbıl’ın defnin arkasından keçilerin sütü kanlanır. Yaşlı kadınların tavsiyesine uyarak sağdıkları sütü, üç gün üst üste muhtargilin harman yerinde bir karaçalının dibine dökerler.

Özetle,”Arapgir Hasreti”nde, Arapgir var. Arapgir insanı, insanının yaşamı, töresi, geleneği; okulu, öğretmeni; ağzı(konuşma dili); dağı taşı;toprağı; elması, bal armudu, eriği, üzümü…;otu tortu, kesi, kengeri; koyunu, keçisi, ineği, danası;çifti çubuğu…Sücaattin Erdem’in akıcı, içtenlikli anlatımıyla gözlerimizin önüne seriliyor. Arapgir’e hatta Anadolu’daki mezrasına, köyüne, beldesine, kentine özlem duyanların okuması gereken canlı, çekici bir yapıt. Edinmek isteyenler, Molla Fenari Sokak Yıldız Han No:28 Cağaloğlu/İstanbul  Tel:(212)526 99 41

 

 
Toplam blog
: 391
: 2555
Kayıt tarihi
: 04.12.12
 
 

Hüseyin BAŞDOĞAN, 1942'de Malatya- Arapgir'de doğdu.Arapgir Ortaokulunu, Diyarbakır Öğretmen Okul..