- Kategori
- Gündelik Yaşam
Cumhuriyet nasıl korunur?
84 senelik cumhuriyet tarihimizin 27 Mayıs 1960 sonrasını bilinçli bir şekilde yaşayan ve artık nesli tükenmekte olan bir yaş gurubunun mensubuyum ve arada geçen bunca zaman içinde tespit edebildiğim en büyük gerçeklik, bizim canımız, ciğerimiz, sevgili cumhuriyetimizin her zaman “tehdit” altında olduğu gerçekliğidir. Kısacası bu günlerde yaşadığımız “cumhuriyet elden gidiyor” korkusu kendimi bildim bileli hep hissedilen bir korku olmuş, siyaseti temelden etkilemiş ve her dönemde de büyük gerginliklere neden olmuştur. Gerek 28 Mart süreci ve gerekse de AKP nin son seçim zaferi ve mevcut koşullar altında da çok yakın bir gelecekte cumhurbaşkanını belirleme şansına sahip olması yıllar yılı yaşanan gerginliklerin sürekli tırmanan bir trend gösterdiğinin de açık bir kanıtıdır.
27 Mayıstan bu güne kadar yaşananları, kaybedilen zamanı, enerjiyi ve de maddi kayıpları bu ülkenin cefakâr vatandaşları hak ettiler mi? Hayır kimse hak etmedi ve kimse de bu gerginlik içinde yaşamak istemiyor. Çünkü kimse cumhuriyetin karşısında değil ve belki çok ufak bir marjinal gurup hilafeti veya padişahlığı tekrar istiyor olsa bile halkımızın ezici çoğunluğunun cumhuriyetten yana olduğundan da eminim. Peki, herkes, bence % 90 ın da çok üzerinde bir çoğunluk cumhuriyeti benimsemişken neden huzur ve barış içinde yaşamamız mümkün olamıyor? Ve neden bu güne kadar hep cumhuriyetin tehdit altında olduğunu düşünüyor ama cumhuriyetimizi güvence altına alamıyoruz?
En büyük sıkıntı kaynağımızın, çatışma nedeninin cumhuriyet kavramı üzerinde değil “laiklik” kavramı üzerinde odaklandığını sanırım artık fark etmeyen kalmamıştır. Laiklik ilkesi anayasamızın temel ilkelerinden birisidir ve bu gün siyasi yelpazede az veya çok bir rol oynayan her parti ve her siyasetçi de laik olduğunu ayan beyan savunmaktadır.
Peki nasıl oluyor da herkesin laikliği savunmasına, onu anayasamızın ve cumhuriyetimizin temel ilkesi olarak benimsemiş olmasına rağmen bu temel ilke, yani “laiklik” bir türlü tartışmaların, çatışmaları odağı olmaktan kendisini kurtaramıyor?
Bu sorunun cevabı da çok basittir: Laikliği hep tartışıyoruz, çünkü hiç birimizin laiklik kavramı, laiklik tanımı birbirini uymuyor. Kısacası anayasanın temel ilkesi olan laiklik belli bir anlam ifade etmiyor veya herkese göre farklı bir anlam ifade ediyor. Herkes, ama sözde ama özde laik ama hiç biri bir diğerinin laikliğini yeterli görmüyor ve kabullenemiyor. Devletin başındaki 4 büyüğümüz cumhurbaşkanımız, meclis başkanımız, başbakanımız ve genel kurmay başkanımız bir araya gelip “laiklik nedir” sorusuna bir cevap bile bulamıyorlar.
Peki bu giderek artan tartışma ve çatışma ilanihaye sürsün mü? Sürmesin, süremez ve sürmemeli! Çünkü bu yolun sonu hiç de hayırlı bir yola benzemiyor. Bu yolun sonunda kavga var, çatışma var, kan var. Benim burnum artık bu kan kokusunu çok net bir şekilde alıyor. Hızla 12 eylül öncesi atmosferine doğru yol alıyoruz. Bu günün laik ve dindar kutuplaşması, o günlerde de sağcı, solcu kutuplaşması olarak önce masumane yürüyüşlerle başlamış ama sonunda her gün bir çok insanın ölümüyle biten bir karanlıkta noktalanmıştı. Biz bu gün hala 12 eylülü sorguluyoruz ama bizi 12 eylüle götüren yolda yapılan hataları bir türlü görmek istemiyoruz. O yaşananlardan ders almayı bir türlü beceremiyoruz. Körü körüne aynı yolda ilerlemeye devam ediyoruz. O günlerde ölümüne ve körü körüne sağcı veya solcuyduk, şimdilerde de aynı şekilde laik veya dindarız.
Çözüm var mı? Bence var ve çok basit. Sadece objektif bir şekilde düşünmek ve sorunu iyice analiz etmek gerekir. Laiklik ve dindarlığın aslında birbirini içerdiğini görmek, birbirini çağrıştırdığını, bunun ise bilinçli bir duruşa, bilinçli bir tavıra olanak sağlamadığını görmek gerekir.
Şimdi, diyelim ki anayasada çok ufak bir değişiklik yaptık ve dedik ki “Türkiye Cumhuriyeti bilimsel dünya anlayışını esas kabul eden demokratik bir hukuk devletidir” Ne olur?
Bilimsel dünya anlayışını esas kabul eden ama vatandaşlarının da “din ve inanç” özgürlüğünü devlet güvencesi altında alan bir cumhuriyete kim itiraz edebilir? Ancak hayır biz bilimsel bir dünya anlayışına göre yaşamayı kabul etmiyoruz diyenler itiraz edebilir. Bunu da bu şekliyle ifade bile edemezler. Bu gün laik olduklarından şüphelendiklerimiz bir anda bizden çok laik olacaklardır. Bu da laikliğin bilimsel bir dünya anlayışına değil, dinsel bir dünya anlayışına hizmet eden, yarar sağlayan bir ilke olduğunu açıkça ortaya koymaya fazlasıyla yetecektir.
Peki, bu kadar ufak ve basit bir anayasa değişikliği vatandaş için ne gibi bir sorun yaratır? Hiçbir sorun için yaratmaz ve yaratamaz. Çünkü böyle bir devlet ve cumhuriyet vatandaşının din ve inanç özgürlüğü garanti edecek ve onun inancına da ibadetine de karışmayacaktır, karışmamalıdır da. O işine gücüne bakacak, istiyorsa örtünecek istemiyorsa saçını başını açacak, devletin vatandaşlarına sunduğu bütün olanaklarından istifade edecek, ibadetini sürdürecek ve neticede özgür bir vatandaş olarak yaşamını bu güne kadar olduğu gibi hatta daha da özgür bir şekilde sürdürecektir. Böyle bir özgürlüğe sahip bir vatandaşın ne gibi bir sorunu olabilir ki? Onun yapamayacağı tek şey kamu hizmetinde çalışamayacak olmasıdır. Herkesin din ve inanç özgürlüğü olmalıdır ama herkesin kamu hizmetinde çalışması gerekir diye bir kural dünyanın hiçbir yerinde yoktur ve olamazda. Kamu hizmetinde ancak devletin ve cumhuriyetin temel ilkelerini, yani hukuğu, demokrasiyi ve bilimselliği yürekten benimseyenler ve uygulamaya hazır olanlar çalışabilir ilkesi hukuken de savunulabilir bir ilkedir. Ama laik bir devlette örneğin baş örtülü kızların üniversiteye alınmamaları hiçbir hukuk ilkesiyle savunulmaz.
Peki değişen ne olacak? Değişen şu olacak: Bilimsel bir dünya anlayışını cumhuriyetin esası olarak kabul edecek bir devlette hiçbir parti ve hiçbir siyasetçi, her hangi bir dini veya mezhebi referans olarak gösteremeyecek ve sadece bilimin üstünlüğünü kabul ederek siyaset yapacaktır, kamusal görevler üstlenecektir. Kısacası bilimsel dünya anlayışını temel ilke olarak kabul eden bir hukuk devletinde hiçbir kimse aleni veya gizli bir şekilde din odaklı siyaset yapamayacaktır. Bu da zaten cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’ün de bize önerdiği çağdaş bilimleri benimseyen ve rehber olarak kabul eden bir dünya anlayışından başka bir şey değildir. Devlet yönetiminde bilimsellik anlayışının esas olarak kabul edilmesiyle de, din adamının devlet işine karışmaması ama diğer taraftan da devletin dine karışmaması kesin ve net bir şekilde güvence altına alınmış olacaktır.
Mevcut siyasal ve hukuk düzenimizde kimin laik olup olmadığı her zaman tartışmaya açık bir konudur. Çatışmalarımızın temel nedeni de budur zaten. Çünkü laiklik dediğimiz şey dinsellikle bilimsellik arasında duran aşılması imkânsız bir duvardır. Laiklik hem bilimselliği hem de dinselliği içinde barındıran bir kararsızlık ve belirsizlik halidir. Bu kararsızlık ve belirsizlik kimin ne kadar dinden ve kimin de ne kadar bilimden yana olduğunu gizlemekten de başka bir işe yaramamaktadır. Bu kararsızlık ve belirsizliğin de günümüze kadar ülkemize barış ve saadet getirdiğini kimse iddia edemez. Edebilen varsa buyursun çıksın ortaya ve saysın laiklik anlayışının ülkemize getirdiği yararları, faydaları. Laiklik Hıristiyan dünyasının icat ettiği bir Truva atıdır ve ülkemize bu güne kadar en ufak bir yarar da sağlamamıştır. Ülkemizi muasır medeniyetler seviyesine çıkaracak ilke de bu nedenle ancak ve ancak bilimsel bir dünya anlayışın açık ve seçik bir şekilde benimsenmesi ve kabul edilmesi olacaktır. Çünkü ancak böyle bir dünya anlayışının benimsenmesi ile üniversitelerimizin laiklikten yana değil bilimsellikten yana tavır takınmaları mümkün olacaktır. Ancak bu sayede öğretmenlerimizin laikliği değil, bilimleri, bilimselliği savunabilmeleri mümkün olacaktır.
Şimdilerde olduğu gibi “laikliği” ilke olarak kabul eden bir cumhuriyet bu güne kadar seneler süren ve giderek yoğunlaşan çatışmadan başka hiçbir şey sağlayamamış ve din ile bilim arasındaki kararsızlık nedeniyle de devletimizin 100.000 din adamını istihdam eden “sözde” laik bir devlet olmasına neden olmuş, ayrıca da 400 yakın İHL vasıtasıyla din adamı yetiştirmek gibi çağdaşlıkla, bilimsellikle uzaktan yakından bir alakası olmayan garip bir çelişki içine sokmuştur. Atatürk’ün bize hedef olarak gösterdiği muasır medeniyetler seviyesi bu mudur? Kesinlikle bu değildir. Atatürk bize her yıl 10.000 İHL lisesi mezunu yetiştirin demedi. O bize bilimselliği önerdi. Biz ise onca yıl sonra hala evet biz bilimselliği benimsiyoruz diyemiyoruz. Laikliği benimsiyoruz diyoruz ve sonra da şaşırıyoruz dini dünya anlayışı neden tavan yapıyor diye.
Eğer biz cumhuriyet kavramının içini bilimsel dünya anlayışını temel olarak kabul eden bir hukuk devletinin varlığını esas kabul edecek bir şekilde doldurabilirsek en azından siyasetçilerimizin kimliklerini hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak bir şekilde ortaya koymalarını zorunlu bir hale getirir ve bu sayede de onların dini duyguları istismar etme olanaklarını ellerinden almış oluruz. Takiye dediğimiz şeyi lügatimizden bile kaldırabilir ve her şeyden önce de laiklik kavramının kime ve hangi zihniyete hizmet ettiğini açık bir şekilde görürüz.
Ben açık ve net bir şekilde bilimsel bir dünya anlayışını benimsiyorum. Ben açık ve net bir şekilde laikliğin bilimsel dünya anlayışına ve bilimlerin gelişmesine en ufak bir yararı dokunmadığını ve ülkeme huzur ve barış sağlamadığını iddia ediyorum. Laiklik esasına göre yönetilen bir devleti bilimsel bir dünya anlayışına göre yönetilen bir devlete tercih edenler buyursunlar ve neden laikliği bilimselliğe tercih ettiklerini alenen ve gerekçeli bir şekilde açıklasınlar. Kimin laiklikten ve kimin de bilimsellikten yana olduğu çıkmasın mı hala ortaya? Yoksa hala hangi hukuki ve demokratik gerekçelerle Recep Tayyip Erdoğan’ın önünü kesebileceğimizi düşünmeye devam mı edelim? Hukukun ve demokrasinin giderek çaresiz kalmasına göz mü yumalım? Her çaresiz kaldığımızda Anıtkabire mi yürüyelim? Her çaresiz kaldığımızda Atatürk’ün kemiklerini mi sızlatalım? Ulu önderimiz hala hak ettiği ebedi huzura kavuşmasın mı? İki de bir oraya akın edip sümük salya ağlamaya mı devam edelim. Adam daha ne yapsın? Biz aklımızı başımıza devşiremiyoruz onun bize emanet ettiği cumhuriyeti koruyamıyoruz diye kalksın da bir kere daha mı cumhuriyeti kurtarsın?
Kimse kendi kendisini kandırmasın lütfen. Laikliğin ne olup ne olmadığı soğuk kanlılıkla ciddi ciddi sorgulayalım. Ne fayda sağladığını ne zararlar getirdiğini açıkça koyalım ortaya. Objektif bir şekilde muhasebesini yapalım 84 senelik cumhuriyet tarihinin, takiyenin, din istismarının ve popülizmin.
Gelin canlar bir olalım artık. Türkiye dünyanın bilimsel dünya anlayışı ile yönetilen bunun hukukun ve anayasasının temel ilkesi olarak kabul ettiğini dosta düşmana ilan eden ilk devleti olsun. Mükâfatımız, emin olun, gelecek nesillere miras olarak bırakabileceğimiz huzur ve barışın egemen olduğu bir cumhuriyet olacaktır. Ki bu da 84 senedir Allahın her günü cumhuriyeti korumak zorunda kalmaktan çok daha akılcı olacaktır. Sizleri bilmem ama ben bu cumhuriyeti korumak işinden bıktım artık, bıktım…