22 Ağustos '13
- Kategori
- Deneme
Dedi ve sonra dalıp ta uzaklara gitti
İnsan; ya karşı karşıyadır, ya da yan yana! bununla birlikte karşı karşıya olmanın en güzel yanı karşıdakinin ayna olmasıdır.
Uyurken telefonumu sessize almıştım. Uyandığımda telefonumda sekiz cevapsız çağrı vardı ve çoğu annemdendi. Biraz telaşlandım ve hemen annemi aradım. “Artık binüçyüz kâğıdı geri verecek kimse kalmadı” dedi.
Sanırım dört beş yıl önceydi. Yaz başlarıydı. Gecenin saat ikisinde balkonda oturmuş sohbet ediyorduk, hem de saatlerdir. Babam, dayım ve ben. Konu her zaman ki gibi aşk ve şiir üzerineydi. Dayım Şair Nabi’den/Abti’den okuyordu gazelleri, babam Fuzuli’den. Arada bir bende baki’den giriyordum divan edebiyatının büyülü dünyasına. O akşam okunan son mısralar Baki’nin Saf Saf gazelininin son beyitiydi.
“Kadrini sengi musallada bilüp ey Baki
Durup el bağlayalar karşında yaran saf saf”
Baki’nin gazelini ben okumuştum. Son beyit bittiğinde dayım şöyle bir iç çekerek, kendi duyguları ile de karışık, şiirin son sözlerini günümüz Türkçesine çevirmişti; üstelik birazda dostlarına atfederek.
“Yaşarken kıymetimi bilmeyen dostlarım nasılsa öldüğüm gün musalla taşının arkasına geçip el bağlayacaklardır. Saf tutup son namazımı kılacaklar. Sorulduğunda üç kez helal olsun da diyecekler amma aslında kadrimi bilmedikleri için benden helallik dilemiş olacaklar.” Dedi ve sonra dalıp ta uzaklara gitti.
O akşam sohbetin başlangıcında ki ilham kaynağımız annemlerin bahçesinde açan güllerdi. Babam rakısının ilk kadehini doldururken, dayım parmağının ucuyla bahçede ki gülleri göstererek “hele şu güllerin güzelliklerine bak, şu açmamış goncalara renklere bir” derken dayanamayıp dayımın sözünü kestim ve
“Nevbahar oldı gelin azm-i gülistan edelim
Açalım gonca-i kalbi gül-i handan edelim
...
Okusun vasf-ı ruh-ı yar ile Baki şirin
Bülbül-i gülşeni mecliste gazelhan edelim.”
He yav, he yav! Baki’nindir o gazel diyerek bu kez de dayım benim sözümü kesti ve başladı anlatmaya
Diyor ki “ilkbahar geldi dostlar, gelin gül bahçesine gidelim. Niye gül bahçesine giderler çünkü güller ordadır, güzellikler ordadır, sevgili yar ordadır. E tabi gül bahçesinde gülleri görünce, içimiz açılır, yüreğimiz gönlümüz açılır. Hem de nasıl açılır gonca gibi açılır. Yani gül bahçesinde sevgiliyi görünce ki görmesek bile ondan gelecek herhangi bir umut kırıntısı, yüreğimizi kabartıp gonca gül gibi açılmasını sağlar. O yüzden der, hani hazır ilkbahar gelmişken haydi dostlar bizde gül bahçesine gidelim orda güller bahara göz kırparken bizde yüreğimizi bir gonca gibi açalım der.
Babam araya girip “vayy, vayyy, vayyyy! zalım oğlu zalım nasıl yazmış” deyince dayım “bak son kısımda ne söylüyor” diye devam etti.
“Aslında bu son beyit bir vasiyettir. Her gül bahçesinin bir ağlayan bülbülü olur. Sebebi gül bahçesinde ki güllerin güzelliğinden, yani sevgilinin güzelliğinden ve sevene yüz vermeyişinden dolayı bülbül feryat eder. Gül narindir bülbül gidip gülün üstüne yuva kuramaz, bülbül gülün yanağını seyreder ama dokunamaz. Seven o güzellik karşısında hasret ve acı çeker. Bu nedenle Baki derki; ‘eğer bundan böyle birisi sevecek ve sevgilisinin güzelliğini onun yanağını anlatacaksa, dostlar meclisinde bu şiiri okusun. Âşık olan ve sevgilisinin güzelliklerini anlatmak isteyen her aşık dostlar meclisinde gül bahçesinin bülbülü olsun ve kendi dili yetmiyorsa ki yetmeyecektir o yüzden bu şiiri okusun’. Gerçi sen Bakiyi seversin ve Baki çok büyüktür biliyorum ama ben Urfalı Şair Abdi’yi ve Şair Nabi’yi daha yakın bulurum. Bak şimdi, aynı durumda Şair Abdi bir gazelinde ne diyor” diye devam etti
“Bülbülem ey gonca-leb gülzâr-ı hüsnünde senin
Can dayanmaz âlemi dil-hun eden feryâdıma.”
Tabi dayımın Türkçeye çevirmesine gerek kalmadan babam anlamıştı. Hemen üyufff diye ıslığımsı bir takdir belirtisi gösterdi. Dayım devam etti sözlerine
“Ey gonca dudaklı sevgili, senin gül bahçenin bir garip bülbülüyüm. Bu küçücük bedenimden çıkan ızdırab dolu ses; duyan herkesin gönlünde bir yara açıyor ve onların yüreğini kanatıyor. Senin aşkından dolayı ettiğim feryatlara can dayanmıyor.”
Dayım emekli subaydı. Ama onun askeri kişiliği ile hiçbir ilişkimiz yoktu. Muhtemelen kendisinin de yoktu ki, aynı zamanda edebiyat fakültesini bitirmiş ve orduda silahşör olmak yerine okulda kalemşör olmayı tercih etmişti. Onunla her tür şiir konusunda konuşmayı çok severdim. Bazen Nazım Hikmet'ten bir başlardık, Necip Fazıl'dan çıkardık. Ama en çok ta divan şiiri konuşmayı iple çekerdim.
Saatler ilerledikçe şiir bizi daha da cok sarmaya başlamıştı. Bir yandan dörtlükler bir yandan maniler havada uçuşuyordu. Özellikle de böyle zamanlarda ki sohbetlerimiz aslında gizliden gizliye bir âşıklar atışması gibiydi. Birinin sözü bittiğinde diğeri sazını eline alır ve karşılık verirdi. Sazın tellerine vurma sırası babama geldiğinde annem salondan balkona doğru ilerleyerek babamın ilham perilerini geri gönderdi.
Annem- Çay içisiz mi? (Annem urfa şivesiyle çay içer misiniz demek istiyor)
Dayım- Yoh bacım iki tene içtim, fazla içmiyim çarpıntım oliyi!
Annem- E karpuz yiyisiz mi?
Dayım- Ha o olur.
Babam- (Dayıma dönerek) Bak arkadaş, ben senin bu bacından razı değilem. Ha ben böyle şiir okurken geliyi ve sözümü kesiyi
Dayım- Ağam memnun değilsey verirem binüçyüz kağıt başlık parayı, geri alıram bacımı deyince kahkahalara boğulduk.
Babam- He loo! Ben elli seneden fazladır yedirip içiriyem. Aldığımda elli kiloydu şimdi yüz kilo! binüçyüz kağıt kurtarmaz bu işi.
Ablam- (içerden bağırarak) Babam pambıkbank gibi. Annemi babama yatırdık, elli senede faizinnen anam iki katına çıktı dediğinde gülüşmelerin sesi giderek arttı.
Dayım- Babo o zaman bizde ikibin altıyüz kağıt veririz. Tam iki katını, olmaz mı?
Annem- Benim faizim uşahlarım, ben kiloyu o sebepten alıyam. Onlar yedikçe, gözleri güldükçe ben kilo aldım. Binüçyüzden fazla vermeyin diyerek içeri gittiğinde, gülüşmeler tüm mahallede yankılanıyordu.
Babam kaldığımız yerden devam etti “aslında aşk hasrettir. Hasret çekilmeyen aşk, aşk sayılmaz”. Dedi ve Fuzuli’den bir gazel okumaya başladı.
“Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabîb
Kılma derman kim helakim zehr-i dermanındadır.”
“Tabiplerin ilacını bulamadığı, derman olamadığı tek derttir aşk. Hatta onlar çare bulsalar bile âşık bu ilacı istemez. "Ey tabib! Ben aşk derdinden hoşnutum; yarama dokunma. Bana derman verme! Eğer sen bana bu derdin dermanını vermeye kalkarsan, esas o zaman beni zehirlemiş ve öldürmüş olursun.” Diye mealini yaptı dayım.
Sohbetin konusu aşk ve şiir olunca, herkes kendi aşkından da söz etmek ister. Babamın doğum tarihi iki şeyi gösteriyordu; birincisi doğduğu günü, ikincisi ise aynı gün ilk aşkıyla tanışmasını. Birkaç kadehin ve şiirin de etkisiyle hafif çakır keyif olan babam yüreğinde hiç kapanmayan bir yarayı kaşıyor, ilk ve tek aşkını anlatıyordu. Uzun süre dinledikten sonra dayım babama dönüp “anlattıklarına aşk penceresinden baktığımda uçsuz bucaksız bir umman, bir orman, bir gül bahçesi görüp özeniyorum! Ama aynı zamanda sen benim bacımla evlisin ve anlattığın kişi kızkardeşim değil. Bu yüzden içim burkuluyor” dedi. O an dönüp babama baktım, dayım dahil hepimiz şaşalamıştık. Akşamdan beri süre gelen o romantik dünya, birden bire kızgın bir çöle dönüşüvermişti. Babamın gözlerinden çıkan ateş, o an hepimizi herkesi ve her şeyi yakacak kadar sıcaktı. İşte tam o anda annem tüm bu konuşmalardab bihaber ve gülümseyerek yanımıza geldiğinde, çıkması muhtemel fırtına birdenbire dağılıverdi ve karabulutlar yerini aydınlık mavi bir gökyüzüne bıraktı.
Annem- Ac olmadiz mı? (Acıkmadınız mı)
Dayım- Yoh bacım bu saatte yemek yenir mi?
Annem- Size lahmacun ısıtım mı?
Babam- Yooooh ne lahmacunu? Lahmacun nerden geldi?
Annem- Dün akşamdan ayırmıştım, yoh zamanlar üçün.
Dayım- Yoh yoh yemiyelim!
Annem- E o zaman size içli köfte getirim, yanında turşuyla ayran?
Dayım- Bacım sen bizi öldürecah mısan?
Annem- E tamam o zaman bari kürümçeylen (peksimet) peynir getiriyim içiyizi bastırsın?
Babam- (Dayıma Dönerek) Ver ağam binüçyüz kağıdımı.
Annem- Eeeh yemeyin o zaman ben ne yapiyim. (kardeşime seslenerek) gülşeeeen kız gülşen! Urfadan gelen o paklavadan getir, hiç olmazsa birer dilim ondan yesinler diyerek içeri gitti. Annemin sözlerinin salonda yarattığı kahkahalar bizi de güldürmüştü.
'Delinin değirmenini yel çevirir, deli sevinir ben çevirdim' diye bir söz vardır Urfa’da. Annem bir yel olmuş ama bu kez değirmeni tersine çevirmişti. Hem de bilmeden! Hiç haberi olmadan o akşam çıkması muhtemel yangının sebebi de oydu, söndüreni de. Hemen ardından biraz da ortamı yumuşatmak için Baki’den bir gazel okuyarak konuyu şiire geri döndürdüm.
“Müje haylin dizer ol gamze-i fettân saf saf
Gûyiyâ cenge girer nîze-i güzâran saf saf
...
Kadrini sengi musallada bilüp ey Baki
Durup el bağlayalar karşında yaran saf saf”
Yaz başlarıydı. Gecenin ikisinde balkonda oturmuş sohbet ediyorduk. Babam, dayım ve ben. Konu her zaman ki gibi aşk ve şiir üzerineydi. O akşam okunan son mısralar Baki’nin Saf Saf gazelininin son beyitiydi. Dayım şöyle bir iç çekerek, kendi duyguları ile de karışık, şiirin son sözlerini günümüz Türkçesine çevirdi; birazda dostlarına atfederek.
“Yaşarken kıymetimi bilmeyen dostlarım nasılsa öldüğüm gün musalla taşının arkasına geçip el bağlayacaklar. Saf tutup son namazımı kılacaklar. Sorulduğunda üç kez helal olsun da diyecekler amma aslında benden helallik dilemiş olacaklar.”
Dedi ve sonra dalıp ta uzaklara gitti.
Dedi ve dalıp gitti, ta uzaklara.
Dayım o gün son sözünü söyledi ve öyle gitti
Uyurken telefonumu sessize almıştım. Uyandığımda telefonumda sekiz cevapsız çağrı vardı ve çoğu annemdendi. Biraz telaşlandım ve hemen annemi aradım. “Artık binüçyüz kâğıt verecek kimse kalmadı, artık gidecek bir yerim yok, çünkü son babamı da kaybettim” Dedi. Telefonda annemi dinlerken onu gözümde canlandırdım. Yanında Aysel teyzem vardı. Onların çocuksu, saf ve masum yüzleri geldi gözlerimin önüne. Yağmurda ıslanmış, omuzları çökmüş, gözleri yaşlı, öksüz, kimsesiz ve yalnızlardı. Bugün annemde, teyzemde bir kez daha ve son kez yetim kaldılar.
Mekânın cennet olsun güzel insan…
Halil Dişli