Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Kasım '17

 
Kategori
Sinema
 

Delibal Özelinde Günümüz Romantizmi

Delibal Özelinde Günümüz Romantizmi
 

Son dönem Türk sinemasındaki romantik filmler arasında Delibal’ı (Yön:Ali Bilgin) özgün bir yapım olarak değerlendirip farklı bir yere koymak kolay değil pek. Zira bu film de Ömer F. Sorak’ın Aşk Tesadüfleri Sever’i gibi günümüz gerçekliği dâhilinde yönünü bulmakta, zamanın hızına ayak uydurmakta zorlanan günümüz seyircisine 60’lı, 70’li yıllara özgü bir romantizm vadetmenin ötesine geçemiyor.

Barış (Çağatay Ulusoy) akşamları bir grupta batary çalan mimarlık fakültesi öğrencisi bir gençtir. Arkadaşları ile oturdukları bir cafede garsonluk yapan Füsun’a (Leyla L. Tuğutlu) ilk görüşte âşık olur. Barış’ın Füsun’u daha tanımadan, tanışmak için sergilediği çabaya filmde uzun uzadıya yer verilerek bir erkeğin, aşkı için sergilediği gayretin seyirciyi etkilemesi hedeflenmiş gibi görünüyor. Zira Barış’ın bu yöndeki çabasının filmde epey bir yer tutarak seyircinin olası beklentisi doğrultusunda dramatize edildiği söylenebilir. Zaten filmin kırılma noktası da Barış’ın Füsun’la tanışmak için sergilediği bu çabayla tanıştıktan sonrası şeklinde belirginlik kazanıyor.

Füsun ise özellikle babasının beklentileri doğrultusunda bir hayat süren, bu doğrultuda öğrenim hayatına özen gösteren idealist, mazbut bir kız olarak çıkıyor karşımıza. Bir melodrama göre bile ifrada kaçan bir teklifin ardından çiftin evlilikleri, Barış’ın, Füsun için de seyirci için de sürpriz olan intiharıyla sonlanıyor.

İşte tam bu noktada, yani intiharından sonra Barış’ın psikolojik bazı sorunları olduğu kayda değiyor. Daha doğrusu Barış’ın psikolojik sorunları hem Füsun hem seyirci nazarında intiharıyla birlikte ortaya çıkıyor. Barış’ı intihara sürükleyen nedenlerin tıpkı Füsun gibi seyirciye de hikâyenin sonunda görünmesi ve onun gibi seyirci için de sürpriz yaratması, ancak hikâyenin dramatik yapısının Füsun’un bakış açısından kurulmasıyla mümkün olabilirdi. Aksi takdirde Barış’ın psikolojik sorunlarıyla ilgili finâli işâret edecek kimi ipuçları verilmeliydi. Delibal’da sonradan gelişebilir bir intihara katkı sağlaması gereken göstergelerin es geçilmesi, dramatik yapı ile ilgili bir problem çıkarıyor ortaya. Yani hikâye sanki Füsun’un bakış açısından anlatılıyormuş gibi, sondan başa doğru kimi ipuçları verilmeyince, finâlde Barış’ın intiharı ile ilgili sebepler flashback kurgulamaya rağmen ortada kalmış bir görüntü çiziyor. Böyle olunca da finaldeki hem seyirciye hem Füsun’a hissettirmesi planlanan sürpriz, geride kalan boşluklar nedeniyle dramatik bir etkiyi yaratmaktan aciz kalıyor. Buna bakarak, Türk sinemasına özgü, senaryodan kaynaklı bir problemin Delibal için de geçerli olduğunu iddia edebiliriz.

Bizde son dönemde özellikle genç izleyici kitlesini hedeflemiş gibi görünen romantik yapımlar, sanki bu kitlenin özlemlerine, hayâllerine, meraklarına cevap verme kaygısıyla hayata dair reel gerçekliği bir yana bırakıp kendince bir romantizm yaratmayı tercih ediyor. Dolayısıyla bu türden saiklerle ortaya çıkan yapımlar hayatın gerçekçi gailelerine pek değinmeyen popülist melodramlar hâline geliyor. Söz konusu bu tarz bir aşk filmi olduğunda yaşanan hayat, ekonomik kaygılardan azâde bir hayat, yer İstanbul olunca da trafik kaygısı bile olmayan kusursuz bir İstanbul’a dönüşüveriyor. İfâde etmeye çalıştığım şeyin Delibal için değil sâdece, Aşk Tesadüfleri Sever, Bir Varmış Bir Yokmuş ve gösterimi devam eden Dünyanın En Güzel Kokusu için de geçerli olduğunu belirtmek zorundayım. Sözünü ettiğim türden popülist bir kaygı bu filmlerde o denli göze batıyor ki filmin başkarakteri yakışıklı erkek, sanki seyirciye dönük birkaç ihtiyaca birden cevap verecek şekilde, hem mimarlık okuyan hem müzik yapan, hem fotoğrafçı veya reklamcı hem müzisyen ya da şarkı sözü yazarı olarak günümüz trendlerini bünyesinde minimize eden bir erkek idealini doğruluyor.

Sanki bir aşk filmine özgü duygusal bir hikâye, hayata dair gerçekliklerle birlikte ele alınamaz, bağdaşamazmış gibi… Anlatılmaya çalışılan duygusal yoğunlukta hayata dair sıkıntılara yer vermek mümkün değilmiş gibi… Böyle bir durumda oğlan istediği gibi bir hayatı istediği şekilde yaşayabilen zengin bir oğlan, kız dersleri dışında hiçbir sıkıntısı olmayan bir kız, İstanbul, dışardan bakılan “bir İstanbul ideali” olup çıkıyor karşımıza.

Gerçek hayatta karşılığı olmayan bu romantizm, eskiye nazaran daha gözü pek olması gereken günümüz sinemasını 60’lara ve 70’lere özgü melodramlara yaklaştırıyor. Bugünün romantizmi değil bu. Ve ben bu yaklaşımın, belki hedeflediği amacın aksine günümüz genç izleyicisini de tatmin ettiğini sanmıyorum.

 
Toplam blog
: 33
: 122
Kayıt tarihi
: 25.10.17
 
 

lisans mezunu edebiyatçı sinema yazarı ..