- Kategori
- Edebiyat
Demiryolu Destancıları

Tren yolcularına satış
Destan, Türk Dil Kurumu(TDK) sözlüğünde; “ 1. Tarih öncesi tanrı, tanrıça, yarı tanrı ve kahramanlarla ilgili olağanüstü olayları konu alan şiir, epope: Manas, Şehname, İlyada, Kalevala birer destan örneğidir. 2. Bir kahramanlık hikâyesini veya bir olayı anlatan, koşma biçiminde, ölçüsü on bir hece olan halk şiiri. 3. Çağdaş Türk edebiyatında biçim ve içerik yönünden, geleneksel destanlardan ayrılık gösteren uzun kahramanlık şiiri: Üç Şehitler Destanı, Çanakkale Destanı” olarak tanımlanmaktadır.[1]
Destancı ise, Türk halk edebiyatı ve folkloru araştırmacısı Pertev Naili Boratav’a göre; çevresinden, günlük olaylardan, dinleyicilerini ilgilendiren türlü sorunlardan esinlenmesini bilen, destanda işlenmiş ana tema ile onu çevreleyen, geliştirilen yan konular, süs motiflere, yapmacık-eğlendirici ekler ve şişirmelere kadar ayrıntılarıyla, gelenekten gelen içeriğe olsun, üslup ve anlatım tekniğe olsun, kendiliğinden bir şeyler katabilendir.[2]
TDK sözlüğü ise destancıyı; “destan yazan veya anlatan kimse”olarak tanımlamaktadır.[3]
Sıladan gurbete, gurbetten sılaya insan taşıyan, ayrılıkların, acıların yanında sevinç, kavuşma ve mutluklara neden olan trenlerin ve demiryolcuların destana konu olmaması düşünülebilir mi?
Oğuz Atay, Demiryolu Hikâyecileri-Bir Rüya isimli hikâyesinde[4], güncel konuları işleyen hikâyeler yazıp bunları tren yolcularına satan demiryolu hikâyecilerini anlatır. Anlatılan hikâyenin kahramanı hikâyeciler, tren yolcularına destan satan destancıları anımsatır.
Bir zamanlar trenlerimizde de destan satan destancılar vardı. Bazen de bu destanların konusu demiryolunda yaşanan bir kaza ve olayda olurdu.
Yazar Abdulkadir Ayhan, Çankırı’da tren şefliği yapan babası Mustafa Ayhan’ın anlatımlarından yola çıkarak yazdığı kitabında trenlerde destan satan Destancı Topal Osman’ı anlatır:
“Topal Osman destan satıcısıydı. Yanından hiç ayırmadığı heybesi, bu destanların basılı olduğu kâğıt tomarlarıyla dolu olurdu.(…)
Destanları, o çok kendine özgü yanık ses tonuyla okur; sonları genellikle acıklı biten bu öykülere insani bir boyut kazandırırdı. Herkesin iyi yaptığı bir iş vardır. Topal Osman da bu işi iyi yapardı. Kolay mı destan satabilmek? Kolay mı onca insanı başında toplayıp saatlerce ilgisini çekebilmek? Anımsıyorum, bir keresinde buna benzer bir soru sorulduğunda: “Zor demiş ve eklemişti, “ama destan olmak daha zor.”
Kimi kez yaman bir delikanlının, kimi kez de sel sularına kapılıp giden bir gelinin kötü yazgısını anlatırdı bu destanlar. Kan davalarından zifaf odalarına, kavuşamayan sevgililerden aklını oynatmış insanlara kadar ne arasan bulunurdu o heybenin içinde. Padişahlarla, cin-perilerle, dini konularla ilgili olanları bile vardı. Topal Osman, artık her birini ezbere bildiği bu destanları öyle “hisli” okurdu ki, başlangıçta düşünmemiş olanlar bile bir tane almadan edemezlerdi. O günden sonra bir daha hiç karşılaşmadık Osman’la.(…)
Bir kış günü Yerköy İstasyonundan henüz hareket etmiştik ve ben bilet kontrolü için vagonları dolaşıyordum ki, bulunduğum vagonun diğer ucundan yanık bir ses yükselmeye başladı. Bir anda bir garip bir coşku sardı bedenimi. Hızlanan yüreğimin atışlarını duyabiliyordum. Bu oydu. Arka kapının orada biriken kalabalığa bakılırsa, hiç kuşkusuz bu oydu. Destancı geri dönmüştü. Bir an için de olsa işimi unutup, koridor boyunca uzanan kalabalığı yararak arkaya doğru ilerlemeye başladım(…)
Vagonun sonuna ulaştığımda büyük bir düş kırıklığına uğradım. Kalabalığın ortasındaki adam Osman değildi. Yirmi beş, yirmi altı yaşlarında, yüzü birkaç günlük traşlı, solgun benizli, karar kuru bir genç duruyordu karşımda. Bu genci daha önceleri hiç görmemiştim. Elinde bir tomar kâğıt tutuyor ve sözüm ona destan okuyordu. Nerde Topal Osman, nerde bu. Bunda ne ses var, ne üslup. Topal Osman’ın destana kattığı ‘his’ten ise en ufak bir eser yok. Becerebildiği tek şey, var gücüyle bağırmak” (…)
Nedenini bilmediğim bir duyguyla elimi cebime atıp bir miktar bozukluk çıkardım. Anlamsız bakışlarla gözlerini yüzüme dikmiş olan gence uzatıp, elindeki kâğıtlardan birini aldım. (…)
Kâğıtta yazılanların her dizesi, bedenime indirilmiş bıçak darbeleri gibi sarsıyordu yüreğimi. Her dizede bir parça daha kopuyordu içimden. İnsanı kaçınılmaz bir sona taşıyan o uğursuz merdivenin basamaklarından ağır ağır tırmanıyordum yukarılara doğru. Yine de bir solukta okuyup bitimdim yazılanları. Destan, karlı bir günde aksayan bacağına aldırmadan, hareket halindeki bir trene atlamaya çalışan ve ayağı kayıp trenin altında yaşamını yitiren birini anlatıyordu. Demek sonu böyle olmuştu. İnsana yakışır bir yaşamı olmadıysa da işine yakışır bir ölümü olmuştu. Destan satmak kolay mı? Ya destan olmak?”[5]
Demiryollarında meydana gelen 3 tren kazasını ve bu kazaların ardından yazılan 4 ayrı destanda, destana konu olanların nasıl anlatıldıklarını göreceğiz.
Birinci tren kazasında; 17 Mayıs1952 tarihinde Niğde’nin Ulukışla ilçesinden 1’i yolcu vagonu olmak üzere 44 vagonla Adana yönüne doğru hareket eden 463 no.lu tren, Pozantı İstasyonu’ndan 2 krom yüklü vagonu daha almıştır. Trenin Hacıkırı İstasyonuna gelişinde de 1’i taş, 4 odun yüklü olmak üzere 5 vagon daha ilave edilmiştir. Trenin Hacıkırı’dan hareketinden sonra makinistin fren atmasına karşın frenlerinin tutmadığı görülmüştür. Bu nedenle Bucak (Karalıisabucağı) İstasyonunda duramayarak yoluna devam etmiştir. Bucak ile Durak istasyonları arasında tren dizisi 3 ayrı parçaya ayrılmak suretiyle dereye uçmuştur. Olayda 32 yolcu hayatını kaybetmiştir.[6]
Bu tren kazasıyla ilgili olarak Niğde Kemerhisar Köyü’nden Safa Sağ’ın yazdığı “Ulukışla Tren Kazası Destanı” şöyledir:
“Ulukışla’dan çıktı acele tren
Toros eteğinde tutmadı fren[7]
Kanlı yaş akıttı halimi gören
Ağlaman dostlar kader böyledir
(…)
Babamız gelir diye yola bakmayın
Gelmez babanız kader böyledir
Trene bindim tren vızlar
Tren döndü yarelerim sızılar.
Ağlaman yavrular kader böyledir
Kara tren yorgun soluma
Selam söyle Yahyalıdan oğluma
Hacıkırı deresine gelsin ölüme
Ağlayın yavrular kader böyledir.
(…)
Hacıkırı’nın deresi kan ile doldu
Oradaki ana kuzuları ne oldu
Yavruların emaneti size kaldı
Ağlayın yavrular kader böyle
Yazma Safa yazma bu kadar yeter
Karalı haberim sılaya gider
Talihsiz nişanlım etmesin keder
Beyhude ağlaman kader böyledir.”[8]
İkinci tren kazasında; 20 Ekim 1957tarihi saat 22.17 sularında İstanbul’a karayoluyla 36 ve demiryoluyla 56 kilometre uzaklıktaki İspartakule-Yarımburgaz istasyonları arasında Edirne’den Sirkeci’ye yönüne doğru gitmekte olan motorlu tren ile Sirkeci’den Edirne yönüne doğru gitmekte olan 8 no.lu Semplon yolcu treni çarpışmıştır. Kazada demiryolu personelinin de aralarında bulunduğu 104 kişi hayatını kaybederken, 150 kişide yaralanmıştır. Kazada hayatını kaybedenler arasında 20 astsubayda vardır. Her iki istasyonun hareket memurlarının diğer istasyondan habersiz olarak tren sevk etmeleri faciaya yol açmıştır.[9]
Bu tren kazasıyla ilgili Âşık Halil Tosun tarafından yazılan “İstanbul Edirne Arasında Çarpışan Tren ve 95 Şehit[10] Kardeşlerimizin Hatıra Destanıdır” isimli destan aşağıdadır:
“Edirne vilayetinden bindik trene
Teskere aldık gidiyorduk sevine sevine
Felek nasip etmedi bizi bizi sılayı görmeğe
Kader böyleymiş neyleyem
Trenler çarpıştı şaşırdık kaldık
Hepimiz can övümüzden yaralandık
Annemize babamıza hasret kaldık
Kader böyleymiş neyleyem
(…)
Vatman[11] şaşırmış yolundan
Ne yapsın ecel kuşu konmuş başına
Felek zehir katmış ekmeğine aşına
Kader böyleymiş neyleyem
Trenler sıra sıra dizildi
Bir birine çarptı ciğerlerimiz ezildi
Ellerimiz ayaklarımız büzüldü
Kader böyleymiş neyleyem
(…)
Dünyaya geldim bende gülmedim
Anlımın yazısı kara imiş bilmedim
Doya doya yavrularımı sevemedim.
Felek nasıl kıydı tatlı canıma
Boz bulanık olur gurbette dağlar
Annem Babam ah çeker ağlar
Bu askerlik daima gurbette bağlar
Kader böyleymiş neyleyim
(…)
Tren kazası dünyaya duyuldu
Kanlı gömleklerimiz üstümüzden soyuldu
Nazik tenimiz toprağa gömüldü
Kader böyleymiş neyleyim
İbrahim der ulu tanrı
Affet bunların taksiratını
Tereddüt etmeyin Allahın kulları
Her azaptan kurtaran Allah var”[12]
Üçüncü tren kazası; 30 Nisan 1961 tarihinde Kartal İstasyonu’ndan Maltepe İstasyonu yönüne doğru gitmekte olan 17 no.lu Nusaybin Posta Treni Cevizli Durağına 1 km yakınında fren arızası nedeniyle durmak zorunda kalmıştır. Posta treninin arıza nedeniyle Maltepe İstasyonu’na varamamasına karşın ardından aynı yöne 2141 no.lu banliyö treninin sevk edilmesi sonucu saat 18.10 sularında banliyö treni posta trenine arkadan çarpmıştır. Kazada banliyö treni yolcularından 16’sı hayatını kaybetmiştir.[13]
Bu tren kazası sonrasında Giresunlu Kemal Albayrak tarafından yazılan “Maltepe Tren Faciasında Ölenlerin Destanı” aşağıdadır:
“Kara tren vurup bizi devirdi
İşte bu felaket böyle belirdi
Kimi can veriyor kimi delirdi
Acı halimize bakıp ağlayın
Pendik’ten kalkmıştı bu kara tren
Cevizliye yakın bozuldu firen
Nasıl ağlamazdı bu hali gören
Kanlı cesetlere bakıp ağlayın
(…)
Bizler genceciktik murat almadık
Çaresizmiş bu dert deva bulmadık
Nişanımız vardı gelin olmadık
Genç yaşta gidene bakıp ağlayın
(…)
Kimi asker idi kimisi sivil
Kimi ölmüş idi kimisi sefil
Kanlarımız aktı cesetler zebil
Kanlı cesetlere bakıp ağlayın
(…)
Kemal hem ağladı hem destan yazdı
Komşular birlikte mezarlar kazdı
Sizleri cihana duyurmak farzdı
Rahmetler anıp ta yandım ağladım”[14]
Bu tren kazasıyla ilgili olarak yazılan diğer bir destan ise Seyit Çetindir tarafından yazılan “Cevizli Tren Faciasının Destanı” aşağıdadır:
“Pendiği geçmişte o zalim posta
Bozulmuş yapıyor içinde usta
Bir yanı ölüde karalı yasta
Böyle bir facia oldu Mevla’dan
Kartalı geçmişte durmamış posta
Freni bozulmuş yapıyor usta
Çok çok vatandaşlar götürdün posta
Böyle bir facia oldu Mevla’dan
Gazhane köprüden ilerde kalmış
Bindiğim banliyö de görmeden vurmuş
Mevcudunu bilmem çok ölü varmış
Böyle bir facia oldu Mevla’dan
(…)
Saat 6.30 hadise oldu
Cevizliyi dersen mahşer kuruldu
Çok kapıda kardeş sala veridi
Böyle bir facia oldu Mevla’dan
(…)
Ondördü öldü 49 yaralı
Bir Pazar geçirdik ağılı karalı
Bir yanı bacaksız kolsuz yaralı
Böyle bir facia oldu Mevla’dan
Aman tren acı acı çalıyor
Bütün millet toplanmış da ağlıyor
Âşık Seyit bu destanı söylüyor
Böyle bir facia oldu Mevla’dan”[15]
Artık destan ve destancıları unuttuk, hayatımızda yoklar. Ancak, edebiyatımızın önemli bir alanı olan destanları gelecek nesillere aktarılması hepimizin önünde bir görev olarak durmaktadır.
[1]Türk Dil Kurumu Yayınları, Türkçe Sözlük-1, Yeni Baskı, Ankara 1988, s.363.
[2]Pertev Naili Boratav, 100 Soruda Türk Halk Edebiyatı, Gerçek Yayınevi, İstanbul 1978. Aktaran: Ömer Asan, Anadolu’da Söz Ustaları: Destanlar ve Destancılar, Folklor/Edebiyat, C:IX, S:34, s.217.
[3]Türk Dil Kurumu, a.g.e. s.363.
[4]Murathan Mungan’ın Seçtikleriyle Tren Geçti, Metis Yayınları, İstanbul Nisan-2107, s.21-31.
[5]Abdülkadir Ayhan, Bozkır Göğünde Yıldızlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2001, s.56-64.
[6]Milliyet, 18-19-20/05.1952.
[7]Fren: Demiryolu aracını; yavaşlatma, durdurma ya da sabit tutmayı sağlayan etkiyi,
[8]Safa Sağ, Ulukışla Tren Kazası Destanı, Yüceer Matbaası, Samsun 1953.
[9] Cumhuriyet, 22-23-24-25-26.10.1957. Milliyet, 04.03.1958.
[10]Olayda yaralanıp sonradan ölenlerle birlikte ölü sayısı, 104’e yükselmiştir.
[11]Tren sürücüsü makinist yerine yazar tarafından tramvay sürücüsü olan “vatman” kullanılmıştır.
[12]Âşık Halil Tosun, İstanbul Edirne Arasında Çarpışan Tren ve 95 Şehit Kardeşlerimizin Hatıra Destanıdır, 3. Bas. Kader Matbaası İzmir 1958.
[13]Cumhuriyet, 01/02.05.1961.
[14]Kemal Albayrak, Maltepe Tren Faciasında Ölenlerin Destanı, Nur Matbaası Samsun 1961.
[15]Seyit Çetindir, Cevizli Tren Faciasının Destanı, Çelikcilt Matbaası İstanbul 1961.