Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Kasım '09

 
Kategori
Güncel
 

Dersim’de ağlayacak ana bile kalmamıştı; çünkü ‘Fare gibi zehirlendiler’

Dersim’de ağlayacak ana bile kalmamıştı; çünkü ‘Fare gibi zehirlendiler’
 

Dersim '38


“Açtırma kutuyu, söyletme kötüyü” denir ya, CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in TBMM’de Kürt Açılımı konuşulurken sarf ettiği sözler 71 yıldır sıkı sıkıya kapatılmış bir kutunun açılmasına ve içindeki dehşet verici kötülüklerin ortaya saçılmasına sebep oldu. Artık bu kötüyü konuşmanın önüne kimse geçemez. Öymen konuşurken o sözlerinin statükonun sayısız yalan çuvallarından birinin cart diye yırtılıp içindeki kanlı cerahatin gözler önüne serileceğini ve Dersim gibi unutturulmuş bir katliamın hatırlanmasına sebep olacağını eminim hiç düşünmemiştir.


Kaderin oyunları bazen çok acımasızdır. Sen kalk 40 yıl diplomatlık yap; sonra gel sıradan bir memurun bile ağzından kaçırmayacağı bir devlet suçunun gözler önüne serilmesine vesile ol! Diplomatlık, bir anlamda gerçeği söylemeME sanatıdır. Demek ki, ya Öymen’e bu lafları kendi iradesi dışında bir ilahi güç söyletti ya da bu adam aslında diplomatlıktan da zerre kadar çakmıyor!

Öymen sadece kötü bir diplomat değil kötü bir politikacı ve kötü bir konuşmacı aynı zamanda... Meşhur konuşmasında Çanakkale ve Kurtuluş savaşlarıyla Şeyh Sait isyanı ve Dersim katliamını bir tutuyor. Öyle ki, insana zorla “bu kadar cehalet ancak tahsil ile mümkündür” dedirtiyor. Çanakkale, İttihatçı, maceraperest Enver çetesinin bir oldubittiyle sürüklediği bir savaşta bir cepheydi. Kurtuluş Savaşı bir işgale karşı verilen haklı bir savaştı. Bu yönleriyle aralarında epey fark vardır. Şeyh Sait İsyanı örgütlü bir isyandı, ancak isyan edenler de yine bu ülkenin vatandaşlarıydı. İsyan edenler “düşman” değil kanunen “suçlu vatandaş”lardı. Dersim ise bir isyan bile değildir. Ortada bir karşı koyma hareketi vardır ama bu örgütlü bir isyan boyutuna ulaşmamıştır. Bulunduğu coğrafik konum nedeniyle tarihi boyunca devlet otoritesiyle tanışmamış bir halkın devlet tarafından zapturapt altına alınması, terbiye edilmesi ve bunun da kan, zulüm ve şiddet yoluyla gerçekleştirilmesidir.

Yani analar Çanakkale’de, Kurtuluş savaşında, Şeyh Sait isyanında ve Dersim’de çok çok farklı sebepler yüzünden ağladı. Bunların hepsini bir tutmak ya zır cahillik ya da herkesi zır cahil sanmaktır.


Gelelim o sözlerin içeriğindeki asıl vahamete… Şimdi 1925’te ve 1938’de anaları ağlatacak kanlı bastırma yöntemleri izlendi diye bugün de aynı yöntemleri mi izleyeceğiz? O günden bu yana insanlık hiç mi ilerlemedi, hiç mi yeni bir sorun çözme tekniği geliştiremedi? Ve daha önemlisi, o yöntemler sorunu çözdü mü? Kürtler Şeyh Sait İsyanından sonra bir daha hiç ayaklanmadılar mı? Ayaklanmadılarsa Öymen o gün Mecliste o konuşmayı niçin yapıyordu? O gün Meclis’te hangi konu tartışılıyordu? Bilmeyenler ve unutanlar için hatırlatalım: Kürt sorunu! Yani Öymen’in o savlarının geçersizliğini anlamak için bunu hatırlamak bile yeterli… Kısaca, nereden baksan tutarsızlık, nereden baksan tel tel dökülen zelil bir mantık…


Şimdi sayın diplomat kökenli siyasetçimizin çözüm örneği diye önerdiği Dersim “isyanı”/katliamında neler yaşanmış bir hatırlayalım. Olayın tarihçesine ve ayrıntılarına girmeyeceğim. Birkaç tanığın anlatımlarını aktarmakla yetineceğim:

“Fare gibi zehirlendiler”


“Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden... Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir hareket oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e girdi. Dersim böyle bitti.” (Dönemin o bölgede görevli emniyet yetkilisi ve eski Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in bir röportajdaki konuşmasından)

“Durun, ben muallimim!”


“Her evi ayrı ayrı tutuşturulduktan sonra dört bir etrafı ayrıca çalı çırpı içine alınıp alev alev yakılan bir köyden, deli gibi bir adam çıkıp, çalı yığınları gerisinde manzarayı seyredenlere doğru ilerliyor ve haykırıyor:
"Durun, ben köy ahalisinden değilim! Muallimim! Müsaade edin, kendimi size isbat edeyim!" Fakat sözüne mukabele, bir kalasla itilerek alevler içine atılması oluyor. Adam, evvelâ göğsünün kılları tutuşarak alev alev yanarken, çalı yığınlari gerisinde âmir, zevk ve istihza ile sigarasını içmektedir. (Bu vak'a, bana, 1944 yılında, Eğridir'de askerliğimi yaparken, resmî şahıslar huzurunda, yanan adama karşı sigarasını zevkle içtiğini söyleyen Amirden bizzat dinleyenlerce anlatılmıştır.)

Yusuf Cemil'in köyünden 200 kadın ve çocuk öldürtülmüş ve bunların cesetleri buğday sapları üzerinde yakılmıştır. Öldürülenler arasında, Elâzığ'da askerliğini yapan ve o sırada izinli olarak köyünde bulunan Rüstem adında biri de vardır. Bu zavallı, mezun olduğunu ve isterlerse hüviyet ve izin kâğıdını da gösterebileceğini söylediği halde derdini dinletemiyor ve dört çocuğu ile seksenlik anası arasında, onlarla beraber, kurşunlanıyor.” (Necip Fazıl Kısakürek - Son Devrin Din Mazlumları)

“Kafasını kayalara vura vura”


“‘Köylüleri topluyorduk, bir araya getirip ‘sizleri koruyacağız, kurtaracağız’ diyerek dere kenarlarına veya uygun gördüğümüz yerlere götürüp makineli tüfeklerle tarıyorduk. Kadın, çocuk, bebe, ihtiyar, genç demeden hepsini, hepsini öldürüyorduk.

Subaylar ‘hiçbir Aleviyi sağ koymayın, öldürün’ diyorlardı. Daha sonra cesetlerin başına erler kurtlar gibi üşüşüyorlardı. Kollarını sıvazlayıp bilezik, kolye gibi altınları kapmak için hırslı bir yarış başlıyordu. Kadınlar için altın takmanın önemi büyük olduğundan kolları parçalayarak, keserek altınlar kapışılıyordu. Hatta altın dişler de alınıyordu, Alevi öldürüp cennete gitmek, altınlarına da sahip olup bu dünyada da rahat yaşamak o günlerde önemliydi. Velhasıl birçok köyde benzer bu tür şeyler yapıldı. Bugün Kars’ta Dersim zenginleri var. Bunların zenginlikleri oradan kalma.

Bir gün, 4–5 yaşlarında bir çocuğu komutan bana göstererek ‘öldür’ dedi. Ben ‘yapamam’ deyince, yüzbaşı rütbesindeki komutanım çocuğu ayağından tuttu. Güçlü ve kuvvetli elleriyle yanı başındaki kayalara başı gelecek şekilde kaldırıp, kaldırıp vurmaya başladı. O an hafızamı kaybetmişim. Kendime hastanede geldim. Hava değişimi verdiler. Bir daha da Dersim’e yollamadılar. Çünkü her şey bitmişti.” (Karslı asker A. Demirtaş- aktaran Ferhat Tunç “Dersim vahşeti tarihteki yerini nihayet almıştır” 14 Kasım 2009 - Taraf)

“Makineliler kuruldu, başladı taramaya”

"Asker Halburlar’ı (Karşılar köyü) kuşattı. Ahaliye dedi ki; 'Toplanın gelin, Abdullah Paşa aşağıda bekliyor. Hepinizi affedecek. Sulh ve barış olacak. Herkes huzur bulacak...' Halburlar ahalisi anlatılanlara kandı. Değirmen mevkiine geldiğinde öyle olmadığı anlaşıldı. Makineliler kuruldu. Başladı, taramaya tırrrr... tırrrr... Kimse kurtulamadı. Bir tek Seyit Rıza'nın yakın akrabalarından Musa'nın babası Rıza kurtuldu. Atik davrandı. Bir hamle yaptı. İki asker kendisini yakalamaya çalışınca aralarından sıyrılıp iniş aşağı koştu. Aşağı koşarken biraz da eğilince kurşunlar üstten geçip gidiyor. Bu adam o zamanın Dersimlileri gibi beyaz giyinirdi. Merx dediğimiz ardıç ağaçlarının kökleri beyazdır. Bu gövdeleri siper alarak gizlendi, o bölgeden kurtulan tek kişiydi. Fakat, adamın ortaya çıkması için bazı askerler çocuklarını süngüye takıp havaya kaldırdılar. Bir kısmı da karısına tecavüz etti. Hepsi öldü. Ama adam gizlendiği yerden çıkmadı..." (F. Doğan- aktaran Faik Bulut-Dersim Raporları)


“Kanları sel gibi akıyordu”


“Kış mevsimiydi. Köylere operasyona çıkıyorduk. Operasyona gittiğimiz köyleri önce çembere alırdık. Bu sırada köyün çevresine yerleşen isyancılar üzerimize taş atıyorlardı. Atılan taşlar çığa sebep oluyordu. Çığ yüzünden çember dağılır, düzenimiz bozulur, zayiatlar oluşurdu. Bazen 100 askerin öldüğü olurdu çığ yüzünden. Operasyonlar sırasında çatışmalar da olurdu. Bazı günler 10 isyancıyı ölü olarak ele geçirirdik.

Operasyonlar günlerce sürerdi. Köylere gittiğimizde köyün yetişkin erkekleri kaçardı. Sadece çocuklar ve kızlar kalırdı köylerde. Ambarlarını, ahırlarını ateşe veriyorduk. Sonra onların çocuklarını, kızlarını, kadınlarını hepsini ağır makineli silahların önlerine verip öldürüyorduk. Kanları sel gibi akıyordu. Kimseyi dinlemiyorduk.” (Abdullah Çiftçi- 1938-1939 yılları arasında Dersim Hozat Piyade Birliği 2. Tabur'da görevli bir erdi. İsyanda yaşadıklarını 69 yıl sonra 112 yaşına geldiğinde anlattı ve anlatımlarının kameraya kaydedilmesini istedi. Çiftçi, katliamda yaşadıklarını anlattıktan bir hafta sonra öldü)

....

Dersim katliamının ayrıntıları için Çayan Demirel'in linkteki belgelesi izlenebilir: http://video.google.com/videoplay?docid=-7893147585919394185

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..