Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Ekim '16

 
Kategori
Felsefe
 

Dindarlık tarzımız geleneğimizden koptu

Dindarlık tarzımız geleneğimizden koptu
 

Haksızlığa isyan eden dindarlıktan devlete ihanet eden dindarlığa nasıl geldik?
İbnül-Arabi inanç için bir tasnifi yapar: ilahı mutekad ve ilahi meşru. Arabi; bu ayrımında, tasavvur ve tahayyülümüz ile kendimizin yarattığı Tanrıya mı yoksa bizi yaratan Tanrıya mı inandığımızı sorgular. Şeriatın bildirdiği ve bizi yaratan Tanrıya olan inanç, ilahı meşru; bizim kendimizin yarattığı Tanrıya olan inanca ise ilahı mutekad diyor Arabi ve ilahı mutekadın ilahı meşru’ya dönüştürülmesi gerektiğini de vurgular.
Bugün Türkiye’deki mevcut dini yapıların kendi yarattığı Tanrı fikrinden, meşru Tanrı fikrine geç(e)mediğini düşünüyorum.
***
Popüler söylemle başlayalım: İbadet, ticaret ve siyaset… İhanet kısmı şimdilik bir kenarda dursun.
Bu üçlü, ibadet-ticaret-siyaset üçlüsü, sadece FETÖ değil, Türkiye’deki mevcut kalabalık ve meşhur cemaat ve tarikatlar için de geçerli bir husustur.
Cemaat ve tarikat yapısını bu üçlüye göre bölmek hem mümkün hem değildir. Dini yapılar içinde sadece ibadet eden müstakil bir kesim yok. Herkes hem ibadetinde hem işinde. Mümkün olmasını sağlayan ise; mevcut yapıların sadece dini amaçlarla değil, siyasi ve ticari amaçlarla da toplanmasıdır. Amaçlar o kadar birbirine girmiştir ki neyin dini neyin siyasi neyin ticari olduğu belli değildir. İhanet ise, siyasi amaçların içinde bir potansiyel olarak beklemektedir.
Türkiye’de birçok kişiyi rahatsız eden bir durum bu: dini yapıların siyasi ve ticari amaçlarla hareket etmesi. Dini yapılar ise bu rahatsızlığı anlamsız buluyor, kendilerinin ticari ve siyasi hayatta neden yerleri olmasın, buna dini bir engel mi var diye soruyorlar.
Engel yok belki. Zaten rahatsızlığın nedeni de böyle bir engele karşı hareket ediliyor olması değil.
Dindar insanların Türkiye’de kapitalizmin temel dinamiği olmasını sağlayan motivasyon nerede, nasıl oluştu? Asıl rahatsızlık sanırım buradan kaynaklanıyor, nezaket ve zerafet beklediğimiz dindar yaşantı bugün yerini kabalık ve hoyratlıkla malul siyasi ve ticari bir “network”e terk etmiş durumda.
***
İbnü’l-Arabi, Mevlana, Yunus Emre’lerden bugüne nasıl geldik?
Sufi yaşantımızda yapılan reformlarla bu hale geldik! Bu reformlar, dini yapıların içinden geldi.
Şerif Mardin, bu konu için, 18. yüzyıldaki bazı reformculara işaret eder: Ahmet Sirhindi (İmam Rabbani) ve M. bin Abdülvahhab. Bugüne gelen cemaat isimleri ile söylersek: Müceddidi-Nakşibendilik ve Vahhabilik. Sonradan bu reformistler arttı ama kurucuların bu iki isim olduğu söylenebilir.
Mardin meselenin inanç boyutundan çok sosyal yanı ile ilgilendi. İnanç boyutu, medeniyeti ve kültürü yakından ilgilendirdiği halde fazla rağbet bulamadı. Sanırım bunun nedeni, Türkiye’de mevcut dindarlığın reformist olması ve kimsenin bu türden bir dindarlığı eleştirmeye cesaret edememesidir.
Ama yapacak bir şey yok artık! Bugün sorgulanması gereken mevcut dindarlığımız (Müslümanlığımız)dır. Yoksa bu dindarlık bu devleti ortadan kaldıracaktır.
***
Meselenin inanç boyutu ile ilgilenen Sait Başer hocamız ne diyor, bakın:
“Esasen problemi Fethullah Gülen ile sınırlandırmak, onunla başladığı kanaatini pompalamak da bir ‘KARARTMA’dır!
Problem Said-i Nursî’den geliyor! Said-i Nursî’ye ise İmam-ı Rabbanî Müceddidiyesi’nden gelmişti! Ona da Eş’arî kelamından uzanıyordu…
Aynı kaynaktan türemiş diğer Nurcu grupların tabiatını farklı zannetmek aldanışına toplumu angaje edenler, ilerde aynı felaketin tekrarına çanak tutuyorlar. Hattâ Müceddidiye kaynaklı Nakşilik, Süleymancılık, Işıkçılık ve aralarındaki farklı fraksiyonlar da aynı hastalıkla mâluldürler. Dahası Selefî modern İslamcılıklar’ın ülkemizde taban bulduğu sosyolojik kesimlere dikkatle bakılırsa, onları da aynı ‘ocak’tan ateş alanlar arasında kolaylıkla görebilirler.
Bu grupların itikadî karakteri, yani ontolojileri aynıdır! Örtülü bir düalist varlık anlayışından gelirler. O ontolojiyle felsefe veya en geniş anlamda tefekkür faaliyeti bağdaşmadığı için de ‘TAKLİT’ kavramı meşrulaştırılmaktadır. Taklidî îman anlayışı(!) düşünce önünde en mühim engel olageldi. Bizim tarihimizdeki Kadızadeliler hareketi o anlayışın ilk ‘KALKIŞMASI’ dır. Yani 15-16 Temmuz kalkışması ilk değil!”
(Yazının tümünü okumak için: https://www.facebook.com/KeyfiyetinIzinde/photos/a.402078636575626.1073741829.401493893300767/990797347703749/?type=3&pnref=story)
Reformistlere bütüncül bakılmazsa, sıkıntı yeniden ve yeniden farklı yerlerden karşımıza çıkacaktır.
Reformistlerin karşısında duran geleneğe Kadim gelenek dersek; Kadim geleneğin, kapitalist toplumsal formasyona adapte olması imkansız. Reformistlerin, modern kapitalist dünyaya uyumunu kolaylaştıran düşüncelerine yakından bakarsak; Kadim’den Modern’e geçiş, evrenin ve hayatın bir özü ve anlamı olduğu inancın terkedilmesiyle mümkün oldu. Yani Kadim’in “kabuk” dediğine, modern-reformist dini yapılar “öz” dedi. İnsanın, evrenin bir özü olmadığına dair düşünce; insanların kendi aralarında ve eşya ile ilişkilerinde sekülarizasyonu sağladı. Derin tartışmalara girmeden şunu söylemekle yetineyim: Siyasi ve ticari ağlar/ilişkiler, reformistlerin kadim taassuplarıyla birleşince, sorgulama ve karşı-koyma yeteneklerini tümden yitirmiş bir dindarlık ortaya çıktı.
***
İbnül-Arabi’nin diliyle söylersek; bugün, bu ülkedeki insanların yarattığı Tanrı; Kadim dönemdeki inancın aksine, merhametsiz ve aşka değer vermiyor! Bilime de sevap vermiyor! Bu tanrı, diktatör gibi davranıyor. Herkesin hırs ve hınçlarına aracı ettiği bir despot var karşımızda, artık uluhiyetten bunlar anlaşılıyor.
Sonuç yerine son sözü Hegel’e bırakıyorum: “Tanrıya ilişkin kötü bir kavrama sahip olan halkın devleti, yönetimi ve yasaları da kötüdür.”( Din Felsefesi Dersleri, Dinin Devletle İlişkisi, 1831) 

 
Toplam blog
: 60
: 348
Kayıt tarihi
: 07.09.16
 
 

SBF-Mülkiye mezunu, TCDD'de Memur. ..