Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Nisan '12

 
Kategori
Kitap
 

Doğan Hasol, Anılar Kuşlar Gibidir...

Doğan Hasol, Anılar Kuşlar Gibidir...
 

Anılar kuşlar gibidir...


Bugünün, yarına bırakılmaması gereken işlerinden bir tanesi de yazmaktır. Nedense hep pazartesileri başlanan rejimler, yılbaşında bırakılan sigaralar gibi, yazmak da yarına kaldı mı, o yarınlar nedense artık ne gelirler ne de biterler.

Ben okumayı ihmal etmemekle beraber, yazmayı ise sanırım sıklıkla erteleyenlerdenim. Aslında okuduğum her kitapla ilgili mutlaka bir şeyler yazmak kararını alalı epey bir zaman olmasına karşın, okunduktan sonra blog'a haklarında bir şeyler yazılmak üzere masamın üzerinde biriken kitaplar, aldığım karara uy(a)mamamdan dolayı, doğal olarak günden güne daha da çok yer kaplayıp, hareket kabiliyetimi azaltıyorlar. 

İnsana okulda, aile çevresinde hep okuma sevgisi aşılanmaya çalışılır da, yazmaya yönlendirmek için sanki pek de bir şey yapılmaz. Aslında yazdıkça, yazmaya gayret ettikçe, okumalar daha da anlam kazanırlar. Yazmanın zorluğu, insanın okuduklarını daha değerli hissetmesini sağlar. Yazdıkça, yazarlara daha çok değer verir, onları ve eserlerini daha çok anlamaya başlarsın.

Özellikle de bir zorunluluk olmayınca, yazmak işine gereken önemi vermek, gittikçe daha da zorlaşır. Meslek olarak değil de, edebiyatla 'keyif ' için uğraşıldığı durumlarda, okumak daha zevkli olduğundan, insan yazmayı ikinci plana kolaylıkla atabilir. Bunun sebebi, okumanın daha bir bencillik, yazmanın ise özveri olarak değerlendiriliyor olması sanırım. Okurken öğreniyor, yazarken ise insanlara öğretiyorsun gibi bir algı var. İşte belki de yazmayı güçleştiren de bu yanlış değerlendirme. 

Son zamanlarda kişisel olarak farkettiğim bir şey var ki, ben aslında yazarken sanırım daha çok şey öğreniyorum. Çünkü okuma, tabi eğer bir araştırma için profesyonel bir şekilde yapılmıyorsa, daha rahat, mesuliyetsizce, keyfe keder bir dinginlikle gerçekleştirilebilir. Okuduğunu istediğin gibi anlayabilir ve değerlendirebilirsin. Lisede kompozisyon dersi için özet çıkartmıyorsan, nasılsa kimse sana okuyup da anladıklarınla ilgili soru yöneltmeyecek, hadi diyelim bunu yapsa bile en azından anladıklarına not vermeyecektir.

Yazmak ise öyle midir? Sorumluluk yüklenmiş, belirli bir konuyu, olayı, bir kişiyi okuyuculara anlatmak görevini üstlenmişsindir. Düşündüklerini doğru yansıtamamak ve hatta tam tersi anlaşılmak kaygısı, içinde bir yerlerde seni huzursuz etmekte, neyi nasıl anlatacağın sorusu da sürekli zihnini meşgul etmektedir.

Ayrıca, okurken yaptığın eleştiriler aklına geldikçe de, kendine karşı daha acımasızlaşmakta ve mükemmeli ortaya koymak için her bir sözcüğü özenle seçmektesindir.

Okuyucuda güven kaybına neden olup, okunmayı bıraktıracak şekilde; sözcükleri yanlış yazma, cümleleri uzatma, uzattıkça toparlayamama, gittikçe karışık anlatımlarla sıkıcı olma kaygıları ve doğruluğu kontrol edilmemiş, işte bu yüzden de yanlış olma olasılığı yüksek bilgilerle okuru yanıltma riski, her yazarın her bir harfte aklına gelen yazınsal kaygılarındandır.

Kafasındaki mükemmelliğe uygun bir yazma için uygun anı bekleme hatasına düşen kişiler, aslında iyi bir yazar olma şansını baştan kaybeden kişiler de olurlar. Çünkü sürekli olarak akılda cümleler kurup, bunları kağıda geçirmemek ya da kağıda geçirdiği hiç bir şeyi beğenmeyip, sürekli baştan başlamak, yazar olma olasılığı olan kişiyi sadece köreltir ve gittikçe de artık hiç yazamaz hale getirir.

Yazarlık, ancak düzenli olarak her gün iki satır da olsa bir şeyler yazmakla ve yazarak daha iyiye gitmekle mümkündür. İnsan ancak yazdıkça daha iyi yazabilir. Yazdıklarını okur ve önce kendisi hatalarını görebilirse, zamanla daha iyi yazmaya başlayacağını kolayca farkedecektir.  

Yazmadığı düşünceler insanın aklının içerisinde dolaşıp dururken, hep sanki emsalsiz derecede güzelmiş gibi gelir insana ancak, ne zaman yazıya dökülür ve herkesten önce kendin okumaya başlarsın işte o zaman doğru yola girmişsin demektir.

Doğan Hasol'un 'Anılar kuşlar gibidir'i kendi tabiriyle bir AnıYorum. Yazar, ''Kendimi anlatmak değil amacım, gözlemcisi olduğum olayları anlatıyorum sadece'' diyor. O, benim defalarca okuduğum halde, nedense bir türlü aklımda kalmadığı için her seferinde ancak notlarıma bakıp hatırlayabildiğim Latince özdeyişi de ekliyor ''Verba volant, scripta manent.'' Söz uçar, yazı kalır.

Güneyde Akdeniz, kuzeyde Karadeniz, yani kısaca; Akla kara arasında,üç otuz para için güvercin takla atanların, karapara akladıkları bir ülkede, Doğan Hasol gibi işinin ehli düzgün insanlar da ''Aman bana ne!'' deyip yazmayacaklarsa zaten, tarihe karşı çok ayıp olurdu herhalde...

İkinci Dünya Savaşı günleri, 1946 Seçimleri, Galatasaray Lisesi, 6-7 Eylül olayları, 27 Mayıs, 1974 Kıbrıs çıkartması, 12 Eylül, Galatasaray Kulübü'nde yöneticilik...

1937 doğumlu mimar Doğan Hasol, tanıklıklarını; kısa öykülerle okuru sıkmadan ve aslında hiç de didaktik olmadan, ama sanki insana o an oradaymış hissini de verecek şekilde kavratarak anlatıyor. Çok genç kuşakların o günkü olayları objektif bir gözle görebilmek, orta yaş ve üstü insanlarımızın da hafızalarını tazelemek ve tatlı bir nostalji yapabilmek için okuyabilecekleri, anlatımı ve anlaşılımı 'kolay' bir kitap; 'Anılar kuşlar gibidir '.

İkinci Dünya Savaşı'nın başladığı, ülkemizin ise bu kanlı savaştan uzak durmaya çalıştığı yokluk günlerinde, 1939 Erzincan Depremi'ni ailesiyle beraber yaşar küçük Doğan. Deprem gerçeği ve insanımızın hafızalarında bıraktığı kötü anılar, ne yazık ki tam 60 yıl sonra 1999 Depremi ile de depreşecektir.

Yazar, Erzincan'da henüz bebekliğinde yaşadığı depremi anlatırken ya da 1974 Kıbrıs Çıkartması'ndan sözederken, okura da kendi yaşadıklarını anımsatır yeniden.

1974 temmuzunda, Yalova'daki yazlığımızın perdelerini, geceleri dışarıya hiç ışık sızmasın diye sıkı sıkıya kapattığımızı, sonra 1999 depreminde göçüp giden evimizi, o felaketin alıp götürdüğü tanıdıklarımızı, arkadaşlarımızı, yazarı okurken yeniden yaşar ve o acı günleri bırakın unutmayı, hafızanızın derinliklerine bile gönderemediğinizi farkedersiniz.

O zamanlar içeriden ışık sızmasın da, düşman, uçaklarıyla hücum ederse kolay hedef olunmasın diye karartılan sitelerin, tam 25 yıl sonra bir daha perdelerinden artık hiç ışık sızmamacasına karanlıklara gömülüşü, yeniden gözlerinizin önüne gelir.

Bugünün marka düşkünlüğü ortamında, o günlerin 'yokluk' anıları, genç okurları ne kadar etkiler tahmin edilemez ama, şekerin hiç olmadığı, çayın kuru üzümle içildiği, ekmeğin bile yokluktan buğdaydan değil de arpa, yulaf, darıdan yapıldığı zamanların anlatıldığı bölümler, acaba kimilerince, ''Ekmek yoktuysa, pasta yeselermiş arkadaş'' diye mi okunur, işte orası bilinmez...

5K'yı duymuştuk ama bir de 3K'yı öğreniriz Doğan Hasol'dan. Karartma, kıtlık, korku... Başbakan'ın da geçenlerde bir konuşmasında anlattığı, ancak bana doğrusu biraz da anakronik gelen, bez parçasından top öyküsünü, bu sefer yazarın anılarından, daha bir inanarak okuruz.

O yokluk ve savaş günlerinin anlatımını, ''Nagazaki'de yaşanan, daha doğrusu ölünen atom bombasıyla bir gün Japonların da teslim oldukları haberi geldi...'' diye bitirir.

Yazarın herbir anısı mutlaka ayrı bir güzel ancak benim ilgimi, kendisinden yaklaşık 30 yıl kadar sonra aynı mekanlarda çocukluğumu yaşadığım yerleri anlatışı çekiyor. Çifte kayalar,  Salacak Plajı, Halil Rüştü'deki ilkokul öğretmeni olan Bestekar Emin Ongan'ın da eşi Perihan Ongan'ı anlatışı, benim için ayrıca önemli.

Çünkü mahalle komşumuz olan ve bestekar Emin Ongan'ın da eşi Perihan Ongan, aynı zamanda Cumhuriyetin neredeyse ilk öğretmenlerinden olan ilkokul öğretmeni babaannemin de öğretmen arkadaşıydı.

Burhan Felek'in de mezunu olduğu, Üsküdar Halil Rüştü İlkokulu'ndaki (30. İlkokul) öğretmeni Perihan Ongan'ın, ortalama bir öğrenci olarak okullarına ikinci sınıfta Kadıköy'den gelen Doğan Hasol'u, yeni sınıf arkadaşlarına tanıtışı, gerçekten de akıl ve insanlık dolu. Bir cümle ile, ''Bir çocuktan bir adam nasıl yapılır?'', ''Bir sözle, bir insanın hayatına nasıl şekil verilebilir?'', işte sadece Perihan öğretmenin yaklaşımını öğrenmek için bile olsa bu kitabı mutlaka okumak gerekir.

İkinci Dünya Savaşı'na son veren anlaşmanın imzalandığı Missouri, ilk kez İstanbul'a geldiğinde belki sadece dokuz yaşındadır ama, 1968 yılında; doğuştan aydın, Aydın Boysan ile, 6. Filo'yu protesto ederlerken, artık otuzlu yaşlarında genç bir mimardır. 

Çocukluğunda; kömür karne ile alınır, sokaklarındaki havagazı fenerleri, ucu fitilli uzun sopası ile bir görevli tarafından yakılır, kar yağdığında kızak olarak mahallenin delikanlıları hep beraber tahta merdivene binip kayarlar, tifoya yakalananların evlerinin kapılarına uyarı olsun diye sarı karantina kağıtları yapıştırılır, geceleri mahalle bekçisinin düdüğünü duyunca huzurla gözler kapanır ve ezan minarelerden, ''Tanrı uludur'' diye yankılanır...

Üsküdar'ın eski halini, insanlarını, olaylarını bir kez de Doğal Hasol'un gözüyle görmek, sözleriyle yeniden yaşamak ya da öğrenmek isteyenler, zaman tünelinde keyifli bir yolculuğa çıkacaklar. Anlatan bir mimar olunca, en çok da mekanlar ve binalardaki değişimi canlandırdığı cümlelerle sizi geçmişe hiç farkettirmeden getirip götürür, sıkılmadan rahat koltuklarınızda 50-60 yıl öncesine doğru bir seyahat yaparsınız.

Üsküdar'ın sinemaları, sokakları, çarşıları hepsi çok güzel bir şekilde anlatılıyor. Değişim, son derece şiddetli ve anlamlı. İlkönce Halkevi olarak kullanılan binanın, daha sonra yıllarda Üsküdar Kaymakamlığı olarak hizmet verdikten sonra, bugünlerde ise Müftülük olması, nereden nereye geldiğimizi de fazla söze gerek bırakmadan açıklıyor aslında. O günlerde Halkevi'nin yanındaki, benim de çok küçükken kundakta götürüldüğüm Aypark adındaki yazlık bahçe sinemasında, Shakespeare'den uyarlanmış oyunların sahnelendiğini şimdilerde 'hayal edebiliyor musunuz? '

Galatasaray Liseli olunca, anıların içerisinde 'Lise' ve Beyoğlu da doğal olarak büyük bir yer tutuyor ama olaylar sadece İstanbul ile de sınırlı değil, Altınoluk bile kendisine bir yer bulmuş bu AnıYorum'da.

Hayır; evliliği, askerliği, iş hayatı ile ilgili hatıralarının hepsini burada keyifle yazmak olası ama, tabi bunu yapmayıp, sizlerin de kitabı edinmenizi umacağım. Ancak bir anımı, yazarın 'Rus Salatası' ile ilgili, Türkiye'de de pek yaygın olarak yapılan genel yanlışını haddim olmadan düzeltmek için yazabilirim. 

Yetmişli yılların sonlarında babamla dışarıda yemek yediğimiz zamanlarda; patates, havuç, yumurta, bezelye ve turşudan oluşan, siyasi ortama göre de ismi değişen bir salatayı çok severdik. CHP iktidarlarında Rus Salatası, Adalet Partisi dönemlerinde de Amerikan Salatası denirdi. Babamla bazen kendi aramızda komiklik olsun da gülelim diye sipariş verirken saf ayağına yatıp, ''Pardon bize iki tane de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Salatası'' dediğimiz de çok olmuştu.

Tabi o zamanlar her kış komünizm gelecek diye korku ile beklendiğinden, bunun doğrusunu ''Yani kardeşim bu Rus salatası mı yoksa Amerikan mı?'' diye sorabileceğimiz hiç bir Rus daha henüz kapitalizm, komünizme karşı gol atıp bir sıfır öne geçmediği için de ortalarda yoktu.

Sonra bir gün Amerikalı bir ahbabımıza bu soruyu yönelttik. Adam da bize kendinden emin bir tavırla ''Tabiki Rus salatası, biz Amerika'da böyle deriz'' deyince, bir daha da bu soruyu kimseye sormadık. Ta ki benim yolum bir gün Rusya'ya düşüp, lokantada Rus Salatası siparişi verene kadar.

Garsonun yüzüme garip garip bakmasının ardından, o zamanlar yanımda olan tercümanın yardımıyla anladım ki, aslında Rus salatası diye bir şey hiç olmamış. Çarın bir Fransız aşçısı varmış ve yemeklerde de Çar'ın hoşuna gittiği için hep bu salatadan yaparmış. Türkçe olarak okunuşu Olivye. Fransız aşçının soyadı ve Rusların bu salataya verdikleri ad. Yani demem o ki bir gün yolunuz Rusya'ya düşerse, Amerikan mı, Rus mu falan diye karışmasın 'Olivye' derseniz karnınızı doyurabilirsiniz, yoksa bulabileceğiniz sadece size ne dediğinizi anlamayan gözlerle bakacak Rus garsonlardır.

 

 

 

 
Toplam blog
: 344
: 1122
Kayıt tarihi
: 22.07.09
 
 

Okur yazarım. Okur yazarlıktan kastım, okuduklarımı yazmamdır ki, bu yazılarımı genellikle 'kitap..