- Kategori
- Edebiyat
Dönemeyen Bir Dönme Dolap-7
Düşünüyorum da, fizksel özelliklere sahip, uçsuz bucaksız bir evrende yaşıyoruz. Dünyamız var, dünyamızın etrafında dolanan uydumuz ay var, bizim etrafında dönüp durduğumuz güneşimiz ve hepsini içine alan galaksimiz var. Bizim galaksimizde kırk milyar yıldız olduğu tahmin ediliyor. İşin ilginci evrende yalnız bizim galaksimiz yok, bizimkinden başka kırk milyar galaksi daha varmış. Bunları birbiri ile çarpınca upuzun rakamlardan ibaret bir güneş sayısıyla karşılaşıyoruz.
Evrende bu kadar yıldız yani güneş olduğuna göre kaç tane de gezegen vardır acaba? Bu konuda verilen rakamlar birbirinden çok farklı. Bazı bilim adamları -bütün gezegenlerin sayısı değil- bizim samanyolumuzda yaşama uygun yani dünyamız benzeri kırk milyar gezegen bulunduğunu iddia ediyor.
Gecenin ilerleyen bu saatinde bunları düşündükçe aklım iyice karışıyor. Bir türlü verileri aklıma oturtamıyorum. O nedenle de “Bütün bunlar bir kurgudan ibaret olmasın?” diye kendime soruyorum. Belki de bize bir film izletiliyor; ama başı ve sonu olmayan bir film...
Dünya ve evren fiziksel özelliklere sahip olmasına karşılık varolan her şeyden etrafa yayılan pozitif bir enerji varmış. Sevgi, güzellik, mutluluk, neşe, dostluk, cömertlik gibi tüm pozitif enerjileri üretiyormuş varlıklar. Bütün mesele bunları alabilmekteymiş. Ben çoğu zaman alamıyorum, olumsuzluklar yaşamımdan o yüzden hiç eksik olmuyor. İnsan pozitif enerjiyi alabilmek için, galiba önceden kısa bir hazırlık yapmalı. Hazırlık safhasında zihnini iyice boşaltmalı, bedenini rahat edici bir ortama sokmalı, nefes alış verişlerini derinden ve yavaş ayarlamalı... Sonra sabırla beklemeli; pozitif enerji gelip onun içine dolsun diye... Öyle yaptım ve bekledim. Evet bekledim, bekledim... Ama pozitif enerji nedense bir türlü gelmedi.
Uydurma, bunların hepsi uydurma!
Negatif düşünceler hiç aklımdan çıkmıyorken pozitif enerji nasıl bulsun beni? Mesela kötülüğe taktım kafayı... Bir aklım diyor ki: Yeryüzünden kötülüğü, yoksulluğu, düşmanlığı, savaşı silmenin bir yolunu bulmalıyız. Başkaları acı çekerken biz zevk alıyorsak bu sapkınlıktan başka bir şey değildir. Tüm insanları mutlu etmenin mutlaka bir yolu vardır. Ama öteki aklım bunun tam tersini söylüyor: Kötülük, yoksulluk, savaş... Bunlar silinemez. Çünkü ilk günden beri varlar. Kötü ne yapıyorsa doğru yapıyor, yoksul kendi becereksizliğinin cezasını çekiyor, savaş güçlünün kim olduğunu gösteriyor. O nedenle kötülük silinemez, aksine etkileri giderek artar.
On yıldan fazla olmuştur, belki da daha az. Rakamları aklımda tam tutamıyorum; zaten tutmak için de kendimi zorlamıyorum. Ha on yıl ha on saniye! Ne fark eder? Zaman zaten göreceli; hatta belki de böyle bir şey yok bile.
Neyse, konuya döneyim: Güzel bir ilkbahar günüydü, güneşin sıcaklığı zevk vericiydi. Ne soğuk ne de terleten bir hava vardı. Az önce yağan yağmur suyunun ıslattığı çimenler, çiçekler ve ağaçlar ortalığa nefis bir koku yayıyordu. Yaş çimenlere bastıkça ayaklarım, etrafa su zerrecikleri sıçrıyordu. Ağaçlıklı bir alandaydım. Küçük bir tepe, üzeri on beş-yirmi kadar ağaç barındırıyor.
Birden aydınlık karanlığa dönüşmeye başladı. Gökyüzüne baktım; kara, gri, kırmızımsı bulutlarla kaplı. Gök gürültüsü geliyor karşı dağın tepesinden, çakan şimşekleri de görüyorum. Bir solucan gibi yok bir yılan gibi kıvrılıp kaybolan şimşekleri... Yağmur yağarsa diye endişeleniyorum. Boşunaymış. Yağmıyor. Tepeden aşağıya doğru iniyorum. Artık ağaç yok, gözünün alabildiğine açık bir alan, daha doğrusu tarlalar ve çemenzar. Gök gürültüsü ve şimşekler iyice yaklaştı. Az sonra da tepemde çakmaya başladı.
Ve... Gözleri kör edebilecek şiddette bir ışık ile kulakları sağır edebilecek bir gök gürültüsü... Kendimi yere attım. Üzerime yıldırım düştüğünden eminim, yer sarsıldı, ama ne bende ne de yerde ateşin en ufak bir izi bile yok. Bir milyon belki de on milyon voltluk bir elektrik akımı vücudumdan geçti, toprağa karıştı; buna rağmen bana hiç zarar vermedi. Tuhaf değil mi? Ateşin izi yok diyorum ama öyleyse ortalık neden toz duman? Yıldırımın yerden söktüğü topraktan olabilir mi? Ayağa kalkıp üzerimi silkeledim. Çenem tir tir titriyor, durduramıyorum. Dişlerimin birbirine çarparken çıkardığı sesten rahatsız oldum, bu ses olmasa titremeye razıyım.
Zarar vermedi diyorsam da bu doğru değil. Çünkü o andan itibaren ben, anormal davranışlar göstermeye başladım. İnsanlardan uzaklaştım, aklıma garip düşünceler gelir oldu, dış dünyayı algılama biçimim değişti.
İşte! Halının ortasına kurulmuş, kıvrık bir yılan yatıyor. Siyah zemin üzerinde beyaz bir çizgi başından kuyruğuna kadar uzanıyor. Çizginin her iki yanında gri sarı karışımı kilimlerdeki baklava desenine benzeyen motifler var. Başı da aynı bu motiflerin renginde. Sanırım 2-3 metre uzunluğunda.
-Sen de niye geldin? Diyorum öfkeyle.
Kafasını kaldırıyor yavaşça, dilini çıkarıyor. İnce, uzun çatallı bir dil. Dişleri bembeyaz ve oldukça parlak. Yüzü gülen bir insanınkine benziyor, gözbebekleri simsiyah ama ışıl ışıl. Bu nedenle kötü niyetli olmadığını anlıyorum.
-Sana bir hatırlatmada bulunmak istedim.
-Geçmişimde yılanla ilgili anım olmadı ki hatırlayayım!
-Hani ilkokulda bir arkadaşını nasıl satmıştın?
Hatırladım. On ya da on bir yaşlarındayım, o zaman. Mahalleden arkadaşım olan bir çocukla okulumuz aynı ama sınıflarımız farklıydı. Okula birlikte gidip geliyorduk, teneffüslerin çoğunda da gene beraberdik. Arkadaşım çok para harcıyordu, teneffüslerde kantinden yiyecek içecek alıyor, bazen bana da veriyordu. Benim cebimde param olduğu zaman ise çok azdı. Bir gün arkadaşıma:
-Ailen sana ne kadar çok harçlık veriyor, babanın maaşı yüksek olmalı. Dedim.
-Ne harçlık vermesi? Arada sırada verirler. Bak, kimseye anlatmayacağına yemin edersen sana bir sırrımı söyleyeceğim. Dedi. Ben de yemin ettim.
-Babamın cebinden aşırıyorum, azar azar. Hiç anlamıyor böyle çalınca.
Birkaç gün sonra annemle konuşurken, konu hırsızlıktan açıldı. Annem, hırsızlığın çok kötü bir davranış olduğunu, günah sayıldığını söyledi. Ben de ağzımdan arkadaşımın sırrını kaçırdım. Annem benden duyduğunu arkadaşımın annesine yetiştirmiş. Ertesi gün okula gitmek için arkadaşımı evlerinin önünde beklerken annesi, pencereden bana onun az önce gittiğini, boşuna beklememi söyledi. Bir anlam veremedim bensiz gidişine, ama okulda da suratı asık bir şekilde karşıma çıkınca ve bana:
-Sen bir yılansın, yılan! Deyince neler olduğunu anladım.
Evet, ben bir yılanım. Bir eve bir yılan yeteceğine karar vermiş olmalı ki, ben bunları düşünürken halının üzerindeki yılan da çekip gitmiş!
Ben zırvalıyor muyum? Bana göre hayır da, başkaları için cevap “evet” olabilir. Bir yazar çağımızın hastalığının “zırvalamak” olduğunu söylüyor. Öyleyse buna göre, zırvalıyorsam ben de hastayım demektir. Zırva denilince aklıma; martaval, boş, saçma sapan, anlamsız, palavra, uydurma, gereksiz, akla aykırı sözler geliyor. Bu sözler arasında da küçük de olsa mutlaka bir fark vardır. Mesela “martaval atıyor” dediğinde konuşmanın içinde palavra türü ifadeler olduğunu anlıyorum; ama aynı konuşmaya “zırvalıyor” dersem bu anlamı ifade etmiş olamam.
Uykum geldi. Hayret! Gözkapaklarımın üzerine bir ağırlık çöktü; sanki kilolarca yük binmiş gibi. Kapattım gözlerimi, açmak istiyorum açamıyorum. Beynim faaliyette, gözlerim uykuda. Garip bir durum. İçim geçmeye başladı, kaygan bir zeminde kayıyor gibiyim, hayaller birbirini kovalıyor; sonrasını hatırlamıyorum. Uyumak bu galiba!
Böyle ne kadar süre geçti, yani kaç dakika ya da kaç saat uyudum? Hesabını çıkaramıyorum. Vızıltılar duyuyorum, gözlerimi açtım. Sanki hiç uyumamış gibiyim. Vızıltıya sebep olanı/olanları da gördüm: İri bir kara sinek ve bir sarıca arı. Sinek kömür karası arı da turuncu renginde. Arı sineği kovalıyor, yakalarsa ne olacak? Hiç. Çünkü onlar oyun oynuyorlar; kovalamaca. Sinek perdeye konuyor, arı da; ikisi birden perdenin üzerinden yere düşüyorlar; biraz debelendikten sonra önce sinek uçuyor sonra peşinden arı. İkisi de kafamın üzerinde tur atıyorlar, daha sonra sinek gardolabın üzerine konuyor arı da oraya yöneliyor.
-Defolun gidin odamdan, lanet şeyler? diye bağırıyorum.
-Gitmezsek n'olacak diye, ikisi birden cevap veriyor. Sinek gibi ezer misin, sarıca arı gibi sokar mısın?
Bunlara laf yetiştiremem; kendi hallerine bırakıyorum.
Gene ilkokula gittiğim bir zamandı. Bir bahçeden ceviz çalarken sahibi tarafından yakalanmıştım. Adamı ağacın altında bana öfkeyle bakarken görünce dizlerimin bağı çözülmüş, felçli bir insan gibi olmuştum, kıpırdayamıyordum. Adam bağırarak inmemi emrediyordu, inemiyordum. Dakikalarca donup kaldım, öylece bekledim. Adam öfkeden kuduruyordu, ağzından köpükler saçarak yerden taş alıp bana atmaya başladı. Bedenimi ağaçtan aşağı salmaktan başka çarem yoktu, öyle yaptım. Neyse ki ayaklarımın üzerine düştüm ve düşünce de ayaklarıma can geldi.
Adam beni küt parmaklı eliyle kulağımdan yakaladı.
-Seni bir sinek gibi ezeyim mi pis hırsız? dedi.
Gözlerimin önünde koca bir kara sinek canlandı, adam ayağı ile üzerine bastırdı; “cırck” diye bir ses çıktı. Adam ayağını kaldırınca kan, kurt karışımı iğrenç bir şey vardı yerde.
Kulağımın kopma riskini de göze alarak bütün kuvvetimle kafamı çektim, adamın elinden kurtuldum. Kaçtım, kaçtım...
Eve az kala yoluma yaşlı bir teyze çıktı.
-Neden kaçıyorsun, niçin böyle koşuyorsun oğlum? Diye sorup önümü kesti.
Zaten canım burnumda, engellenmek beni iyice kızdırdı:
-Sana ne be, sana ne moruk! Diye haykırdım kadına. O da bana:
-Sarıca arı gibi insanı sokuyorsun. Böyle yapma oğlum, dedi.
İşte sinek de sarıca arı da masamın üzerine kondu. Az önceki kendi hallerine bırakma kararımdan vazgeçtim. Elime bir kitap alıyorum, bununla vurup öldüreceğim ikisini de. Onların bundan haberi yok, oynaşıp vızıldıyorlar. Keyifleri yerinde. Bakalım az sonra da aynı keyfi sürdürebilecekler mi? Kitaplı elimi havaya kaldırıyorum, tam üzerlerine indireceğim darbeyi; ama ortada ne sinek ne de sarıca arı var. Masanın her tarafını dikkatli bir şekilde araştırıyorum, yoklar. Ayağa kalkıp odanın şurasına burasına bakıyorum, yoklar. Bir vızıltı sesi duyar mıyım diye sessizce etrafı dinliyorum; ses mes de yok.
(Devam edecek...)