Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Kasım '07

 
Kategori
Felsefe
 

Dua etmenin ve bütünleşmenin gücü

Dua etmenin ve bütünleşmenin gücü
 

“Mutluluk, samimi bir kalp ile dua etmektir...” denir.

Amerikan Yerlileri ise şöyle derler: “Dua etmek için güneşle birlikte kalk. Tek başına dua et, sık sık dua et. “Büyük Ruh” dinler, eğer sen sadece konuşursan.”

Dua; Tanrı'ya yalvarma, yakarış için söylenen dinî metin olarak sözlükte geçer. Dua, Yüce Yaradan’a bir nevi adanma içerir. Kimilerine göre “Dua, sadece istemek ve istemeyi bilmektir.” Son zamanlarda birçok kitapta dua etmek bu şekilde basit bir menfaat süreci olarak nitelendirilmiştir. Yaşama sadece maddi getiri penceresinden bakanlar, duanın kadim öğretilerdeki anlamını kavrayamamışlardır. Almak ve vermek mantığı ile karşılık hesabı ile birey oturur, açar ellerini ve başlar kendi için bir döküm çıkarmaya; bitince çevresi için de ufak birkaç şey ister. Bu basit yaklaşım vakti heba etmekten başka bir şey değildir.

Öncelikle dua Tanrı ile aracısız iletişimdir. O “öz”ü kendi içinde hissetmek, yaşadığını anlamaktır. Dua, konsantrasyon vasıtasıyla bütünleşmektir. Sevgi ile gözlerin yaşararak o yüceliğin milyarda birini her hücrende hissetmektir. Hesapsız, kitapsız bir bağlantıdır. Eğer bir ihtiyacın varsa bu zaten senin özünden, içinden geçer, plansız, programsız, listesiz paylaşılır. Bu şekilde iletişim tüm kadim inançlarda ve tüm semavi dinlerde mevcuttur. Sonuç olarak bağlantı kurulan yüce güç birdir. Doğum ile ayrı düştüğümüz ve ölünce kavuşacağımız bu kaynak ile yaşarken iletişimde bulunmaktır.

Akil insanın duasında dünyevi istekler, bildiğimiz anlamda duygular yoktur. Dua etmek, bir nevi arınmaktır. Olmakta olan kişinin düşüncesinden ve niyetinden sorumlu olmasıdır. Hesaplaşmak ve yaşam muhasebesi yapmaktır. Yanlışlarının gözünün önünden geçmesi, doğrularının kişiye huzur vermesidir. Hatalar tekrarlanmadığı sürece kişi için psikolojik bir rehabilitasyondur. Kendimizle barışmak ve kendimize önem verip sevmektir. Kendini sevmeyen kişi hiç kimseyi gerçek anlamda sevemez ve hatalarını göremeyenler, ayna ile yüzleşemeyenler, hep gölgeleri ile kavga ederler.

“What the bleep do we know!” isimli belgesel film’de şöyle bir diyalog mevcuttur:

“Eğer zihinsel provamızı ve bunu yapabilme yetimizi tekrar edersek, çalışırsak, bu bazı beyin kısa
yollarının çabamız sonucu büyüyeceğini gösterecektir. Başka bir deyişle bunu yapmak daha kolaylaşacaktır. Eğer bu fikri kabul edersek, bu bizim ertesi gün oturup daha emin olarak ve kabullenerek yapmamızı sağlayacaktır. O zaman kendi içinde bu dua etmekten pek farklı değil. Bakın, düşüncenin önemsiz olduğunu söyleyen hiçbir dini metin yoktur. Niyetinizin ve duanızın Tanrı tarafından cevaplanmayacağını söyleyen dini bir metin de yok. Ama bunun nasıl olduğunu açıklamak, tamamen kuantum fiziği ve gözlemci ilişkisiyle ilgilidir.”

Dua etmek, yalvarıp, yakarıp, durmadan istemek değildir. O, çok kutsal bir iletişimdir. İnsanın gerçek bir insan olduğunu hissetmesi, kendi özel varlığının bilincine varmasıdır. Yaşamın kıymetini anlaması ve mutlu olmasıdır. Kimi meditasyon yapar, kimi ellerini göğe açar, kimi dizinin üstüne çöker, kimi dans eder, kimi duvara anlını dayar; amaç birdir ve yücedir.

Doğuşta kader vardır, ölümde de kader vardır ancak kadercilik yoktur. İkisinin ortasında kendi kaderimizi iyileştirmeye, yüceltmeye gayretimiz ve tekâmülümüz vardır. Bu zaman dilimi çok kıymetlidir. Akıl, cesaret ve huzur ile Tanrı ile bütünleşerek yola koyulmak gereklidir. Düstur budur: “Kendini bil ve tanı, vasıflı insan ol; nefis muhasebeni yap ve daima araştır.”

Dua ettiğimiz zaman, biz Tanrı ile sohbet ederiz, o Tanrı ile kurduğumuz bağlantıdır. Bu karşılıklı diyalog kişiyi günlük hayatın stresinden uzaklaştırır. Onu çok daha büyük bir gerçekliğin parçası yapar. Eğer kendini vererek, konsantre olursa Tanrı’yı, evreni, yüceliği içinde hissedecektir.

Çinmoy şöyle diyor: “Ateist kişi; bulutlu bir gecede yıldızları göremediği için yok sayan birine benzer. Bulutlar dağılınca gerçeği görenler olacaktır”.

Ölümden sonra cezalandırılmak korkusu veya ödüllendirilmek umudu ile Tanrı’ya yönelmek kadar bayağı bir davranış yoktur. Dua, evrensel sevgiyi içinde hissetmektir. Tanrı ile baş başa kalmaktır. Bir ihtiyaç, yaşamsal önem taşıyan bir konu varsa o zaten kişinin özünden kopup gider, bunu paylaşmayı düşünmez, planlamaz. Sadece özünden kaynağa ulaşır. Ondan özel ve ayrıcalıklı bir şey istenmez, mucizeler beklenmez. Dua, Tanrı ile inanan arasındadır, bununla ilgili gösteriş olamaz. Dua ederken gözünden yaşlar akmakta olan bir kimse mutsuzluktan değil, sevinçten ağlamaktadır. Eğer dışarıya gösteriş yapmıyorsa, o insan o anda hissettiği yüce bütünlüğü yaşamaktadır.

Osho şöyle der: “Gerçekte dua bireysel olamaz.”

Müzik, dua ve “mantra” okumak Tanrı’ya yönelmenin farklı yöntemleridir. Şamanların ve Kızılderililerin kullandığı gibi dans da kullanılabilinir. “Dervişlerin dansında da, dans edenin bedeni öylesine bütünlük içinde döner ki bedenin tüm hücreleri titreşir. Bunun sonucunda beden ve bilinç arasındaki ilişki kopar ve dans eden kişi bir anda bedeninden ayrı olduğunu fark eder.” denir. Dansın ibadet yolunda büyük değer taşıması da bu yüzdendir.


“Aziz Augustine’e sorarlar: “Neye tapar, neye dua edersin?”

Aziz Augustine yanıt verir: “Evet, evet ve evet Tanrım. Benim ibadetim, tüm duam budur.”

Bu, Tanrı’nın varlığına “evet” diyebilmektir. “Evet” demek kişinin büyümesini sağlar ki, sonunda sonsuzlukla bir bütün haline gelir.

Dua için şekil, mekân, ortam, detaylar çok önemli değildir. Öz önemlidir, esas ve amaç önemlidir. Bir kaynakta dendiği gibi: “Günümüzde bile bir Müslüman dua edeceği zaman yüzünü Kâbe’nin olduğu yöne döner. Bu konuda bilgi sahibi olanlar, “üçüncü göz” düşüncelerini aktarabilmek için Kâbe’yi araç olarak kullanmışlardır. Bu gizli anlamın farkında olmayanlarsa yalnızca dua ederken fiziksel olarak Kâbe’ye doğru dönerler. Yansıtmayı Kâbe’ye ya da bir heykele yönlendirmek arasında bir fark yoktur.”

Kişi, nasıl dua edeceğini, nasıl seveceğini, nasıl ümit edeceğini ve nasıl yaşayacağını bilmeli; yola öyle koyulmalıdır. Ruhsal olgunluğa ulaşmış bireyler, insanlığın yararına işler yapmışlardır. Onlar artık sadece kendileri için yaşamazlar. Ruhen olgun, beden ve ruhu uyumlu ve ahenkli bir yaşam sürerler. Gözyaşları onlar için kıymetlidir, boşa dökmezler. Onlar beş duyu kafesinden, kan ve gen bağından kurtulmuş, duygularının sahipleridir. Onlar yaşamlarındaki zorluklardan demlenerek, olgunlaşarak çıkarlarken; büyük çoğunluk ezik, ciddi boyutta kompleksli ve depresif bir hale gelirler.

İnsanoğlu temel olarak ikiye ayrılır, duyguların yönettiği “avam” ve duyguları yöneten “havass”. İlk tercih çaba gerektirmez, “kalas” misali durduğunuz yerde kalakalırsınız; ikincisi ise meşakkatlidir. Size de nerde olmak istediğiniz ve o yöne yönelik çabalarınızı belirlemek kalır. Hayat demek, seçim demektir. Seçemeyenlerin, arada kalanların, silinip, ezilip, çiğnenip atıldığı bir arenadır. Onlara istisnasız herkes üzülür, acır ve evrenin en temel kanununu görmezden geldikleri için maalesef dualar da fazla yardımcı olamaz. Yolda olan, düşünen hakikat arayıcıları bilirler ki, yürünülen yol varılacak hedeften önemlidir.

Peki, kimler yola koyulabilir? Cevap basittir: “Hayattan ne istediğini bilen, güçlü irade sahibi olanlar, yani sıradan olmayan bir yaşam amacına sahip olup, bunu gerçekleştirme gücüne vakıf olarak hakikati arayanlar!”

Mumun dibini de aydınlatması temennisiyle, şu meşhur dua ve onun şahsımdaki açılımı ile bitiriyorum:

“Ulu Tanrım, bana huzur ver ki, değiştiremeyeceğim şeyleri olduğu gibi kabul edeyim...

Bana cesaret ver ki, değiştirebileceğim şeyleri değiştireyim...

Bana akıl ver ki, ikisi arasındaki farkı bileyim...

Değiştiremeyeceğim şeylerin üzerinde çalışmayayım...

Değiştirebileceğim bir şey varken değiştiremiyorum diye bırakmayayım...”

Bu duadaki beş satırı kendimiz dışında iyi, doğru ve güzele doğru değiştirmek istediğimiz kişiler için şöyle düşünebiliriz...

Bazıları ile hiç uğraşma! Maalesef bu büyük çoğunluktur...

Zorluklar gördüğün ama potansiyeli olanı yalnız bırakma. Çabalamaya devam et; biliyorsun ki yakında onu değiştireceksin...

İkisinin arasındaki farkı idrak etmek için akıl bana önderlik etsin. Duygulara kapılıp yanlış kararlar almayayım...

Kıymetli vaktini en yakının dahi olsa, kim olursa olsun boşa harcayacağın birine heba etme. Zira o, amiyane tabir ile “kütük” denilebilecek potansiyeli ile geldiği bu dünyadan hiç yontulmadan gidecektir...

Son olarak eğer ezberleri ve ön kabulleri olan biri varsa ama çok zor dahi olsa, geliştirebileceğin biri ise asla azmini yitirip onu yarı yolda bırakma. Zira onda “cevher” vardır ve o gözlerdedir. O, sadece görmek istemeyen gözlere sahiptir. Çabala ve onu yola koy; denildiği gibi: “Işık zifiri karanlıktan çıkıp kamaşan gözlere yavaş yavaş verilir.”

Ve sonra bir daha hiçbir şey asla eskisi gibi olmaz...

“Ben insana sığabilene evren, evrene sığamayana insan derim.” Muhammed İkbal

Berk Yüksel

 
Toplam blog
: 242
: 32770
Kayıt tarihi
: 09.03.07
 
 

21 Aralık 1973, Ankara doğumludur. Lisans ve yüksek lisansını “İşletme” alanında yapmıştır. Araşt..