Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Mayıs '07

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Eymir: Mutluluğun kıyısından fragmanlar

Eymir: Mutluluğun kıyısından fragmanlar
 

Göle uzanan küçük iskeleye oturup ayaklarımızı suya daldırdık. Biz, İstanbul’dan birlikte gelen BeenMaya, Guguk Kuşu, Düş ve ben. Ayaklarımız bir günden fazla bir zamandır ayakkabıdan çıkmadığı için çok iyi geldi, yorgunluğu azaldı biraz. Fotoğraflarımızı çektik kendi kendimize. Derken, bağevinin müşterilerinden bir kadın ve iki-üç yaşlarında bir çocuk geldi yanımıza; çocuğun adı Noyan. Konuşturmak, biraz da korkutmak için, “gel sen de gir suya” dedim. Oo beyimiz korkmak bir yana hemen atladı kollarıma. Bıraksak minicik spor ayakkabılarıyla birlikte dalacak üstelik. Annesi ayakkabı ve çoraplarını çıkardı. Kollarından tutup suya sarkıttım. Mutluydu. Suya öyle dikkatle ve merakla bakıyordu ki bıraksam o arzuyla hiç korkmadan gölün dibine inip yosunları falan inceleyecekti. “Suyu çok seviyor” dedi annesi... Mutluyduk. O an hiç bitmesin istedik.

Ağırlıklarımızı emanete bıraktıktan sonra bağevinin çevresini gezmeye başladık. Yine dördümüz; kızıl saçlı üç kız ve kır saçlı bir adam. Salıncaklar, hamaklar serpiştirilmişti toz toprak içindeki kırık dökük bahçeye. Kızlar önce hamaklara hücum etti, biraz uzanıp beceriksizce sallanmaya, birbirlerini sallamaya çalıştılar. İstedikleri rahatlığı bulamadılar ama eğleniyorlardı, maksat da oydu zaten. Hamakları bırakıp salıncaklara koştular bu defa. Biraz da orada sallandılar neşe içinde. Ben kamerayla görüntülemeye çalıştım. Salıncağın mutlulukla çok yakın bir ilişkisi vardır. Mutluyduk.

İskelede ayaklarımızı suya uzatmış otururken bir su yılanı hızla gelip geçti ayaklarımızın arasından. Yaklaşık bir metre boyunda, yeşil sarı benekli, incecik sevimli bir yılan. Bir süre kaybolup sonra suyun yüzüne kadar uzanmış yosunların üzerine çıkıp tembel tembel güneşlenmeye başladı. Mutluydu. Uzun süredir ilk kez evcil olmayan bir canlı görüyordum. Biz insanların bütün gücümüzle yok etmeye çalışmamıza rağmen tabiatın hâlâ canlı kalmak için direnmesine sevindim. Ona bir isim koydum ama kimseye söylemedim: “İnce Memed”... İnce Memed o yosunların üstünde yatar, biz o tahta iskelenin üzerinde oturur, su, yılanlar, havanın dayanılabilir sıcaklığı ve güneş üzerine sohbet ederken mutluyduk.

Gölün kıyısındaki platformda bizim için yan yana bitiştirilmiş masalara geçtik. Gün öğleni biraz geçerken öteki arkadaşlarımız da yavaş yavaş gelmeye başladı. Bir fotoğraf var. Ayakta sırasıyla, Yağmur Zamanı, Nihal Yetkin, Fulya, Hoşsada, Ayrıntıda Gezinmek, Düş, Beenmaya, Guguk Kuşu ortada da ben. Kamerayı da Feyhan’a vermişiz. Bir anı dondurmuşuz. Yaşlansak da, birbirimize küsüp hiç görüşmesek de hayatın acımasız hızından birkaç saniyelik bir anı kesip almışız sonsuza kadar. En azından o anlığına mutluyuz.

Derken kalabalıklaşıyoruz birden, İlyas Bayram, Neşe Evrim, Meltem, Nezom, Mehmet Eren, Ahmet Aydın, Deniz, Tuğba, Barış, Pirmete, Akdenizli, A-siyazar, H. Levent, Latif bey ve ailesi, Gülçin, Yağmur Zamanı-Sema’nın eşi Mehmet bey ve çocukları, daha sonraki saatlerde Semra Çetinkaya, Alev Meisel ve eşi –yanlış hatırlamıyorsam- Robert, en sonda da Solohan katılıyor aramıza (adını unuttuğum arkadaşları hatırladıkça güncelleyeceğim). Ne yapacaklarını tam bilmeyen ama güler yüzleri ve sevimlilikleriyle hataları bile sevimli hale getiren garsonlara siparişlerimizi veriyoruz. Çok acıktım ama o anda en çok istediğim şey soğuk bir bira. “Bana acilen soğuk bir bira” diyorum. Biraz gecikse de ulaşıyor nihayet, “buluşmamıza” deyip kadehimi havaya kaldırdıktan sonra kocaman bir yudum alıyorum. Arpa suyu gırtlağımdan aşağıya akarken geçtiği yerlerde serin bir iz bırakıyor. Mutluyum.

Yağmur Zamanı-Sema’nın telefonu elden ele dolaşıyor. Öteki ucunda bir kulak, oradaki bütün sesleri toplayıp kalbine doldurmak istiyor sanki. Birkaç kişiyle konuştuktan sonra bana geliyor sıra. İncecik sesi ve alabildiğine hızlı konuşmasıyla halimi hatırımı soruyor; Serap bu, Serap İnce... “İyiyim keşke sen de burada olabilseydin” diyorum. Sonra bu toplantıya uzaktan telefonla canlı bağlantı yöntemi Sabiha Rana ve Ümit Culduz tarafından da uygulanıyor. Ayrıca Sabiha Rana’nın çiçekleri ve lokumu geliyor masaya. Ağzımız daha da tatlanıyor. Mutluyuz.

Sonra yemekler gelmeye başlıyor. Karışık ızgara söylemiştim, gerçekten güzel. Zaten göl kıyısı ve açık hava insanın iştahını öyle açıyor ki soğan ekmek olsa bile ziyafet yerine geçer. Kendimkini bitirdikten sonra yakınımdaki arkadaşların tabaklarına dikiyorum gözümü. Kiminden bir dilim patates kızartması aşırıyorum kiminden bir parça köfte. Kimse yadırgamıyor, hatta daha fazla almam için ısrar ediyorlar. Paylaşmanın mutlulukla yakın bir ilişkisi vardır; mutluyuz.

Güneş batıyor, sanki bizi yalnız bırakıp keyfimizi bozmak istemezmiş gibi hissettirmeden gitmiş. Ya da biz farkında değiliz. Bir yerlere yetişmesi gerekenler teker teker vedalaşıp ayrılıyor. En sık tekrarlanan cümleler, “Sizi tanıdığıma memnun oldum. Yine görüşelim. Mutlaka yeniden bir araya gelelim, İyi yolculuklar”... Uzun bir günün kısacık gelmesinin, zamanın nasıl geçtiğini anlayamamanın mutlulukla çoğu kez olumlu bir ilişkisi vardır. Mutluymuşuz.

Tanınmaktan çok tanımaya, konuşmaktan çok dinlemeye yatkın bir yapım vardır. Masaları dolaşıp herkesle en azından birkaç dakikalığına da olsa konuşmak, onları daha yakından tanımak istiyorum. Tuğba ve Nihal Yetkin’le kısa bir yürüyüşe çıkıyoruz, bir yandan da sohbet ediyoruz. Konu kaçınılmaz biçimde bloga geliyor, biraz yakınıyoruz, bazı öneriler geliyor aklımıza. Ama üçümüz de “iyi ki böyle bir şey varmış, bir yıl önce bu kadar insan birbirinin varlığından bile habersizdi” fikrinde birleşiyoruz. Varlıklarımızdan haberdar olduğumuz için mutluyuz.


Benim yerinde duramayan seyyarlığıma karşın Solohan, L biçimindeki oturma düzenimizin bir ucunda oturuyor. Sanki o bağevi kuruldu kurulalı orada! Uzun saçlarının bir kısmının orada öyle otururken ağardığı hissine kapılıyorum. Solohan’la laflıyoruz. Daha doğrusu laflamaya çalışıyoruz, iki az konuşan insan ne kadar konuşabilirse ancak o kadar işte. Ama iyi anlaşıyoruz. Konuşmadan anlaşmanın insanı mutlu eden bir yanı da vardır. Sanırım o anda mutluyuz.

Hava kararınca geriye kalanlar, gölün kıyısındaki platformdan daha ışıklı bir masaya geçiyoruz. Akdenizli’nin müzik, göl, sazlık, kurbağalar, Atatürk’ün resimleri, toplantı, blog derken konudan konuya atladığı kolajımsı sohbetine katılıyorum. Birden hiç beklemediğim bir anda “Celal bey hangi duygularla yazdınız o ‘hayatla oynama çocuğum’ yazısını” diye soruyor. Hazırlıksızım, bir şeyler geveliyorum. Ama iki cümleden de olsa anlıyor masadakiler anlatmak istediklerimi. Anlatamadığın halde anlaşılabilmek güzel şey! Mutluyum.

Otobüsümüzün hareket saati yaklaştı. Vedalaşmamız lazım. Ama bir türlü ayrılamıyoruz. Hoşsada “Burada kalın. Niçin bugün dönüyorsunuz?” diye soruyor durmadan. “Yer bulamadık, hem yarın biraz evimizde dinlensek iyi olur” diyorum. Her vedalaşmada olduğu gibi ayaküstü sohbete dalıyor kızlar. Böyle durumlarda biz erkeklerin karar verip aniden harekete geçmemize karşılık kadınların hep sona sakladıkları bir sürü sohbet konusu vardır. Eh otobüs kaçarsa kaçar, nasıl olsa yeni bir çözüm bulma görevi yine biz erkeklerin! Son anda, tam vedalaşırken bir sürü konuyu birkaç cümleye sıkıştırmanın finalimsi bir mutluluğu vardır. Mutluydular.

İşte bitti. Buluşma ve organizasyon çok mu mükemmeldi? Hayır. Çok mu kalabalıktık? Değildik. Eymir Gölü, bir İsviçre gölü gibi kartpostal güzelliğine mi sahipti? Hayır. Bağevinin servisi kusursuz muydu? Değildi, ama hem hepsi güleryüzlüydüler hem de yemekler güzeldi. Biz orada bir araya gelenler, o gün gerçekten çok mutlu olduk. Akdenizli, Pirmete ve Fulya’nın haftalardır emek vererek hayata geçirmeyi başardığı Eymir’de buluşma projesi ekran gerisindeki sanal kişilikleri en sahici halleriyle bir araya getirdi. Mutluyduk.

Özlem’i Neşe Evrim’e emanet edip, Feyhan, Hatice, Mürvet ve Deniz’le yola çıkıyoruz. Eymir’i, ODTÜ Bağevi’ni, arkadaşlarımızı ve güzel bir günü orada bırakıp İstanbul’a dönüyoruz. Terminalde, Deniz’i Bursa’ya uğurluyoruz. Birkaç saat sonra hepimiz kendi kişisel dramlarımıza, yalnızlığımıza, cebelleştiğimiz sorunlarımıza döneceğiz belki ama hiçbir şey bizden o bir günlük mutluluğumuzu geri alamayacak. Hayat, mutululuğu çoğu zaman tesadüflerle beraber getiriyor ancak mutluluk denen şey bazen de insan eliyle inşa edilebiliyor böyle... Emeği geçenlere sonsuz teşekkür...

Resim: bizden
 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..