- Kategori
- Anılar
Giderayak... Günaydın Mutlu Yıllar tüm kaybettiklerim
Uykusuz geçen bir gecenin sabahında, cama vuran bir Serçe'nin kanat sesleriyle uyandım. Açtı besbelli o da benim gibi sevgiye, ilgiye, şefkate... O da mı sığınmıştı yoksa? Bu acımasız çivisi çıkmış dünyanın kahrını çekemeyip, bir yudum huzur bulmak için bu huzurevine...
Değişen değerleriyle kirlenen, günden güne yozlaşan, vefasız ortamdan kaçıp benim gibi beyaz meleğini bulmaya mı gelmişti? Karanlık bulutlar afakı sarmış, tüm güzellikleri, iyi hasletleri sisler basmıştı. Her şey o kadar kırılgandı ki neye elini atsan elinde kalıyordu. Teknoloji herkesi esir almış, insanlar mekanikleşmiş, yalnızlaştırılmıştı.
Kimsenin kimseye ayıracak vakti yoktu. Her şey eskide kalmış, eski çamlar bardak olmuştu.Siyah-beyaz filim tadında yaşanmış hayatlar, ufukların çok ötesinde üzerlerine ipek şal serilmiş gibi flu... Ellerimle iskemlemin tekerlerini çevirerek cama doğru yöneldim. Kanatları düşmüş, kafası önde suç işlemiş çocuk misali ona uzanacak sıcacık bir dost eli arar gibiydi…
Tıkırtımı duyunca huzursuz bir şekilde kafasını usulca kaldırıp, gözlerini benden kaçırmadan bir süre boş boş baktı. Hayret benden sakınmamıştı !! Besbelli zarar gelmeyeceğini anlamıştı pamuk ninesinden, birbirimizin içini okumuştuk adeta.
Birden canlandı, kanatlarını açtı,uçmak için tereddüt etti ama nafile. Boş gözlerle etrafını süzerek, iki üç kez kafasını yukarıya kaldırdı gagasını sanki bir şey söyleyecek gibi açtı, kapattı. Demir leblebi yutmuş gibi yutkundu, yutkundu. Gözlerinin bebeği büyüdü, kafasını kanatlarının altına soktu titreyerek, yatağında kıvrılarak uyuyan bir bebek gibi bıraktı kendini sığ soğuğa... Güneşi harelenmiş nefesi boğulmuştu. Pencereyi açıp incitmeden bu minik yüreği avucuma aldım beklediği şefkatle defalarca öptüm öptüm... O da gitmişti berzah alemine... Sevdiklerini bulabilmek ümidiyle.
Aniden kaybettiklerim belirdi gözümün önünde birer birer;
Bastığı yeri titreten, heybetli otoriter, iri görünüşüne rağmen pamuk şekeri gibi yumuşacık kalpli, adeta dünyaya iyilik yapmak için gönderilmiş, kanatsız meleğim babacığım geldi. Misyonunu son nefesine kadar yerine getirmiş, gülümseyerek terk-i diyar eylemişti.
Anacığım yine başında tülbent, önünde önlük mutfakta ne işler yapıyor seçemiyorum… Sabahın köründen, el ayak çekilinceye kadar, haminnem ve kardeşimin kaprisleriyle uğraşırdı, ancak yatınca dinlenirdi dinlenebilirse. Saçlarına erkenden kır düşmüş, el ve ayaklarına hükmedemez olmuştu romatizmalar yüzünden.
Çocukluğum geldi gözümümönüne .Ağzımda emzik, gözümde hep yaş vardı. Ailemin sarı bebeği, torunların hası bez Elif'imin ablasıydım. Gülünce yüzümde güller açar, bülbüller şakırdı yanaklarımda, saçlarımı kelebekler okşardı...
Yürüdüm, büyüdüm, okullu oldum; Heıdı'le Peter'le dağlarda keçi otlattım, Clara yürüyemiyor diye onunla ağladım, Kırmızı Başlıklı arkadaşımla ormanda büyükannesine çiçek topladım, Hansel'le, Gratel'le ormandaki çikolata ve pastadan yapılmış eve gittim. Ayşegül’le tatilde deniz kıyısında kitap okudum. Cin Ali'yle az mı kitap değiştirdim. Sindirella’nın saçlarına tutunup az mı kuleye tırmandım. Külkedisi, oduncunun çocukları, üvey babanın oğlu hepsi benim arkadaşımdı öbürkülerini hatırlayamadım beni affetsinler..
Orta, lise, yüksekokul derken ben bir sağlıkçıydım artık. Her gün yeni heyecanlarla uyanır, aynalara baktığımda kocaman bir gülücükle karşılaşır gözlerim saadetten ışıldardı denizci feneri gibi. Kalbim kelebek çırpınışlarıyla atar, ayaklarım benden önce koşardı işime...
Güneşli,ılık bir bahar sabahı birden gözlerimde şimşekler çaktı, yıldızlar uçuştu, kalbim gökyüzünde pike yaparak uçan alıcı kuşlar gibi özgür kaldı. Şimdi beni ahret evinde özlemle bekleyen sevgili doktorumla göz göze geldik. Ruh ikizimi bulmuştum artık. Mutlulukla, sevgiyle harmanlanmış, demlenmiş evliliğimizi varlığıyla zenginleştiren iki evladımız daha da perçinlemişti…
Anadolu'mun en ücra köşelerinde; hiç eksilmeyen hizmet aşkıyla, yüksünmeden, öf demeden, gün saymadan, ayırım yapmaksızın epey süre görev almış, çocuklarımızın tahsili için İstanbul'a tayinimizi aldırmıştık. Çocuklar okuyup, mesleklerini ellerine alıp, yuvadan uçunca bu ikiz yürek yine hayata aynı pencereden bakmaya, onurlu, gururlu bir şekilde beraber yaşamamıza devam ettik.
Bir gece ansızın yüreğim mengene gibi sıkılmaya başladı, semada ay kayboldu, yıldızlar birer birer yağı bitmiş kandil gibi söndü, hayatımın nuru, sevgili doktorum beni uzakta ki !! çocuklarımla birlikte boynu bükük, gözü yaşlı, mutsuz, umutsuz, virane bırakıp ahirete göçmüştü. Güneşim onunla birlikte sönmüş, zifiri karanlık gönlümü esir almıştı. Pencerenin önündeki menekşeleri öksüz kalmıştı...
Yıllar bana hiç de dost davranmamış, nüfus kağıdım eskimişti. Benden önce işime koşan bacaklarımın önce takatları kesildi, sonra mıhlanmış gibi yerimden kalkamamaya başlamıştım. Yapayalnızdım, çocuklarım her zaman meşgul, torunlarım havaiydi.
Şimdi ise boğazın en güzel yerinde bulunan huzurevinin en yeni misafiri, 12 no'lu odanın sahibesi pamuk ninesiydim.
Hay Allah !! Neler neler anımsattın bana ilahi minik serçe. Gözlerimden iri iki mavi inci tanesi düştü miniğin üzerine. Ben aşağıya inemem ama seni gömmesini beyaz meleğimden isteyeceğim...
Toparlandım, başucumdaki sevgililerime her sabahki gibi seslendim.'’GÜNAYDIN, MUTLU SENELER’'dedim. Özlemle saçlarını okşadım. Sevgili doktorum gitmemişti, işte karşımdaydı ve kocaman gülümsüyordu. Bende sevgi, özlem, hasretle bir öpücük kondurdum yanacığına... Bana sesleniyordu;
Hadi gel artık sevgilim, buralar sensiz çok ıssız ve yavan....