- Kategori
- Eğitim
Gönen mezunları buluşması
Gönen mezunlarının 14-16 Kasım buluşmasının ikinci günü de, bir duygu seli gibi, bir düğün, bir şölen, bir kutlama günü gibi, büyük bir sevgi ırmağının çağlayarak akması gibi, yürekleri, beyinleri çalkalayıp, anıları yalayarak geçti. Saz söz ve anılarla renklendi. Fotoğraflarla belgelendi. Bu arada şair yazar Hidayet Karakuş, öğretmenimiz Özbek İncebayraktar’ın Türkiyem şiiriyle kendi şiirlerinden birisini okudu. Sami Hamamcı da kendi şiirlerinden örnekler sundu.
Süleyman Coşar, nesli tükenmek üzere olan bir fikrin, bir oluşumun son temsilcileri olarak kendimiz ve okulumuzla gurur duymamız gerektiğini belirterek, şunları söyledi.
“Gönen’de öylesine bağımsız ve özgür bir kişilik kazandık, hak ve adaletten, akıl ve bilimden ayrılmadan doğru bildiğimiz yolda inatla yürümeyi öylesine benimsedik ki, bu yüzden hep sürüldük, ezildik, çile çektik. Fakat asla boyun eğmedik. İktidarlara ters düşsek de, cezalandırılsak, tehdit edilsek de yolumuzdan dönmedik. Bu kirli düzene asla ödün vermedik.
Gönenliliğimizle gurur duymalıyız. Çünkü bunları bu ülkede, çıkarsız, ödünsüz ve tavizsiz yapabilen çok fazla insan yoktu. Biz o, çok azlardanız. Biz kimsenin efendisi olmadık, kendimizi kimsenin üstünde görmedik. Ama kimsenin bize efendi olmasını da kabul etmedik. Gönenlilik demek, buydu işte. Doğruda, dürüstte, akılda, bilimde toplumsal yararda ısrarcı olmak, kirli düzene karşı dik durmak” dedi.
TBMM’ de uzun yıllar Denizli Milletvekili olarak görev yaptı Mustafa Gazalcı. Türkiye’de yönetimin sivilleşmesi ve sivil toplum örgütlerinin geliştirilmesi suretiyle, yönetenler üzerinde yönetilenlerin bir baskı unsuru oluşturabilmesi için çanla başla çalıştı. 12 Eylül sonrası öğretmen örgütlenmesinin öncülüğünü de yapan arkadaşımız Mustafa Gazalcı, çalışmalarında hep Gönenlilik ruhunu yaşama geçirmeye çalıştığını belirterek, bu ruhu şöyle tanımladı.
Gönen yaratıcılık demekti. Gönen düşünmek, araştırmak, bulmak ve bilmekti. Hazır bir şeyler bulmak ya da hazıra konmak diye bir şey yoktu orada. Her şeye katılacak, elini her zaman taşın altına koyacak, sana verilen malzemelerden: düşünerek, araştırarak ve çaba harcayarak değişik ürünler yaratacaksın. Ve her an için daha iyileri için yarışacaksın.
Mustafa Gazalcı buna örnek olarak daha henüz birinci sınıfta arabacı şiirini, bir arkadaşı ile nasıl canlandırdıklarını anlattı. “Ben şiiri okurken, arkadaşım çıkardığı seslerle, gerçekten oradan, atların çektiği bir yaylı geçiyormuş hissini herkese yaşatıyordu” dedi.
Halil Türköz’ün, “Her sene bu buluşmaya Umre yolculuğuna hazırlanır gibi hazırlanıyorum” demesi, buluşmanın üzerimizdeki etkisini özetlerken, ilkokul sonrası Gönen’e ulaşabilme anılarımız canlandı bir anda. Gerçekten Gönen bizim için umrenin de ötesinde belki bir hac yolculuğu, yaşantımızın yegâne amacı ve kabesiydi. Bunu Mustafa Gazalcı, kendi yaşamından şöyle dile getirdi.
Köyün yoksul, aç, perişan ve zorluklarla dolu, ilkel yaşam tarzından kurtulmayı öylesine çok istiyordun ki: bunun için ne gerekirse yapmaya hazırdım. Örneğin ilçede sağlık kurulu raporu alırken başımdan şöyle bir olay geçti.
Elime bir su bardağı verdiler, git buna çişini yap getir dediler. Ben de çocuk düşüncemle, bardağı ne kadar çok doldurursam o kadar sağlıklı sayılırım diye bardağı dosdolu doldurup getirdim. Görevli yüzüme acayip bir biçimde bakarak “Hadi iç bunu” dedi. Adamın yüzüne çaresizce bakıp bardağı ağzıma doğru götürünce adam:”Dur” dedi; başımı okşadı. Yani Gönen’e ulaşmak için her şeyi yapmaya hazırdım.
Aslında hiç birimizin hikâyesi Gazalcı arkadaşımızın hikâyesinden daha aşağı kalır durumda değildi. Hepimiz de sidiğini içmenin bile ötesinde fedakârlıklara razıydık Gönen’e ulaşabilmek için. Gönen bir yıldız kadar uzak, bir güneş kadar ihtiyaç, Leyla kadar arzulanan ve fakat mecnun kadar ulaşılmaz uzaklarında kalınan, ömür boyu peşinde koşulmaya değer bir ideal, bir ihtiyaç bir semboldü. Bu yüzden aynı duyguları, ayrı köylerde aynı korku ve heyecanla yaşadığımızı düşünüyorum.
İşte, 1958 Yılının Eylül Ayı başlarında, Babamla birlikte Gönen’e sınava gidişim ve o günlere ait duygularımı “DAVACIYIM GEÇMİŞİMDEN” adlı şiirimin bir bölümünde ben de, şöyle dile getirmişim.
Gittin Gönen’e, sınava girdin
Akşam yatakhanede
İlk kez elektrik düğmesini çevirdin.
İlk kez bir koğuşu
Kırk sekiz kişiyle bölüştün
Bilmediğin bir toplumun içine girdin.
Ve çakılı kalmış sanki yine
O ilk günün bir yerlerinde
Yıldız kaynayan çok karanlık bir gecede
Trenden inip beş kilometre yürüdüğün
Kırıkçayır’dan Gönen’e!
Sonra sınav ve sınavdan çıkınca
Babamın gözleri üstümde.
Yarım kilo üzüm alıp on beş kuruşa
Çekilsek de bir çamın dibine
Karşında meraklı bir bakış baba
Ve kalmış senin aklın sınavda.
Üzüm mü yiyorsun
Beynini mi kemiriyorsun
Pamuk ipliğine bağlı bir dönüm noktasında
Babam sevinecek oysa kazanamadığıma.
Ama kazanamazsan
Sen nasıl dönersin geriye
Nasıl bakacaksın öğretmenin yüzüne
Ne diyeceksin el aleme?
Ve nasıl vazgeçeceksin
Tınaz Dağının eteğinde
Bir köy gibi kümelenen
Bu koca okuldan, bu ışıklı bahçeden
Şafak parıltıları saçan bir gelecekten
Geri mi döneceksin istemeden
Yaşadığın geceye yeniden?
Üstelik ilk kez düğmeyi çevirip
Elektriği yaktıktan
Ve önünde aydınlık bir yol açtıktan sonra
Nasıl dönebilirsin bir daha
Davarın arkasında dağlara?
Gaz lambasının bile bulunmadığı
Karanlık kıl çadıra
Toprak dama…
Dannn… Dann... Dan...
Ve çaldı kampana!
Korku ve dehşet anlarının kalp atışları gibi
Çağırdı herkesi, yaşamının yol ayrımına.
Sanki bir kalp krizinin sıkıntısı
Bir büyük bunalımıydı beklenti
Herkes idare binasının önünde toplandı
Ve okudu eğitim şefi, sınavı kazananları.
Bir muştu gibi geldi adım kulağıma
Sanki herkes paylaşıyordu mutluluğumu
Ve sanki tüm dünya kazanma sevincimle parlıyordu.
Beynimde beklemenin belirsizliği aydınlanıyor
Sanki herkes ve herşey beni kutluyordu.
Ama bu sevinç tufanında kazanalar
Kaybedenlerin hüzününü farketmiyordu.
Herkes kendi duygularınnın ateşiyle yanıyor
Sanki salkım söğüt ve altındaki havuz bile
Aralarına katılacağıma seviniyordu.
Sanki Gönen bana açılan
Aydınlık ve sevgi dolu bir kucak oluyordu. Seydiköy Tarihi“nden
Bu yüzden bizim hayatımızda Gönen’in yeri ve derinliği, önce Gönen’e ulaşma sevdasıyla, ona ulaşma çabasıyla başlar ve hepimizin de hikâyesinin giriş bölümünü, Gönen’e kavuşmak için verilen mücadeleler oluşturmaktadır. Gönen’e girebilenler, Leyla’sına kavuşmuş mutlu Mecnun’lardır.
Ama bu durumu bugünün yaşam standardı, bugünün hayata bakış açısı ve düşünce tarzıyla kavrayabilmek elbette ki olanaksızdır. Çünkü bazı şeyler vardır ki; onu yaşamadan anlamak olanaksızdır ve bunu yalnızca yaşayanlar anlayabilir. Hatta bu ruhu kavramakta zorlananlara bu durum, yavan bile gelebilir. Ve diyorum ki; bu buluşmalardaki heyecanımız, bunu herkesten farklı bir duygusallıkla yaşamamız, yarım asır gerilerde kalmış bir yaşamın ortak noktalarına bir yolculuk olmasından ve ortak bir Gönen paydasından kaynaklanmaktadır.
Olayın başka bir yönü de, bazı arkadaşlarımızın satır başlarıyla değindiği gibi, bu durumun yalnızca Gönen’e özgü olmadığıdır. Yani kırklı, ellili, altmışlı yılların tüm öğretmen yetiştiren kurumlarının her birisi, Kepirtepe’den, Düziçi’ne, Bolu’dan İvriz’e hepsi de ayrı bir Gönen’dir. Ve şimdi burada biz, onları da temsil etmekte ve onların da duyguları ve sesiyiz.