Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Nisan '15

 
Kategori
Öykü
 

Gramofon

Gramofon
 

Günümüzde artık yok olan gramofonun güzelliğini, belki de bir o kadar güzellikte olan yaşamlarında bu aletin sahibi olanlar, “eskiler” de diyebileceğimiz ileri yaşlara varanlar bilirler. Eskiden evlerimizin baş köşelerinde (televizyonlarımızın şimdiki yerinde), yer alan vazgeçilmez plak çalar aletlerinin üzerinde, bir köpeğin de resmedildiği ve “Sahibinin Sesi” olarak geçen ünlü bir marka vardı. Şirket “Sahibinin Sesi” adı altında hayli kaliteli gramofonlar ürettiği gibi, pek çok tanınmış müzisyenin değerli çalışmalarını da LP’ler halinde müzikseverlerle buluşturup, bu başarılı çalışmalara imza attılar. Plaklarda veya gramofonlarda resmedilen köpeği ve Sahibinin Sesi ibaresini görenler bunun bir marka olduğunu haliyle ilk etapta anlayamayıp, akabinde akıllarına muzipliklerin gelmesine de engel olamıyorlardı. 
Malumunuz her hayvan zamanla sahibine benziyor. Aradan geçen yıllar beraberinde “sarı öküzü”, sahibi “Sarıların Mahmut’u” hal, hareket ve görünüm itibari ile birbirlerini andırır hale getiriyor. Bu zamanla yaşanan göz aşinalığının bir getirisi midir, yoksa burada “körle yatan şaşı mı kalkıyor” deyimi mi devreye giriyor, pek anlaşılır gibi değil.
Her insan hayatının bir öykü olduğu söylenir. Bu savdan yola çıkarak, benim hayatım da bir nebze öyledir diye düşünüyorum. Benim ve köpeğimin öyküsüne geçmeden, arzu ederseniz öncelikle Sahibinin Sesi markasının nasıl oluştuğunu bildiğim kadarı ile anlatayım. Bu arada benim adım Cemo ve köpeğimin adı ise Şero. Şero Kürtçede aslan anlamına gelir. Ama Allahı var, benim Şero’mun da aslandan geri kalır bir tarafı yok. Tanrı, Şero ve bendeniz Cemo’nun birlikte yaşamını İç Anadolu’da bir Kürt yerleşim yeri olan Kesikköprü beldesinde uygun görmüş ve ikimizi buraya fırlatıp, “Ne haliniz varsa gidip-görün demiş”. Lafı fazla uzatmadan Sahibin Sesi markasının öyküsüne gelecek olursak.
1800 lü yılların son dönemlerinde, kendi çapında ünlü bir ressam olan Francis sıradan bir yaşam sürdürüp, kırların, tepelerin, kandırabilirse kadınların yarı çıplak resimlerini yapıp, hayatını idame etmeye çalışan biri idi. Hiç beklemediği bir anda ağabeyi Mark’ın ani ölümü ile O’nun çok sevdiği terrier cinsi köpeği Nipper ve ağabeyinin sesinin kayıt edildiği bir kaç tane silindirik disk ve yine silindir bir fonograf da kendisine miras kalır. Ağabeyinin anısına bu diskleri ara sıra gramofonda köpeği Nipper’e dinletip, nostalji yaşatmak isteyen Francis sesin her duyumunda bir şey fark eder. Ağabeyi Mark’ın sesinin odada yankılanması ile beraber, Nipper gidip gramofonun içinde sahibini arar. Bu hazin tablo karşısında çok duygulanan Francis bunun üzerine bir gramofon ve bunun yanında sahibinin sesini dinleyip, O’nu arayan köpeğini tuvaline yansıtır. Daha sonra bunu bir gramofon şirketine satar ve böylelikle “Sahibinin sesi” markası da bu görüntü ile acımasız dünya pazarındaki yerini alır. Bu öyküde haliyle ben de köpeğim Şero ile olan yaşantımızı buldum. Gramofonun öyküsünü de anlattığıma göre, asıl benim ve köpeğim Şero’nun öyküsünü anlatmaya başlayabilirim, müsaadenizle.
Kesikköprü büyükçe bir köy, daha doğrusu büyük bir belde. Çevre köylere kıyasla yeşillikler içinde. İçinden kıvrımlar halinde geçen Kızılırmak da beldeye ayrıca bir güzellik katar. Kızılırmak adeta beldemizin boynuna takılan değer biçilemeyen güzellikte, göz kamaştıran boncuk mavisi safir bir gerdanlık gibidir. Bu safir gerdanlığın etrafına evler irili ufaklı serpiştirilmiş pırlantalar misali yer alırlar. Baraj göleti, çevre halkı ve Ankara’lılar için bozkırda eşsiz bir sayfiye yeridir. O uçsuz bucaksız verimli topraklar, bu beldede oturanların en önemli gelir kaynağıdır, her ne kadar bize iki yakamızı bir araya getirecek kadar düşmese de!
Dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de insanlar ikiye ayrılırlar. Ben oldukça fakir olan tarafta yer aldığımdan, haliyle sevgili Şero da fakir bir köpek. Şanslı bir hayvan olsaydı, zaten benim köpeğim olmazdı. Tıpkı Türk filmlerinde olduğu gibi Şero da konumumuza bakmadan, köyümüzde en varsıl aile olan Hüsso’nun köpeği Sülün’e aşık oldu. O nedenle mecnun bir halde sürekli Hüsso’nun kapısının önünde dolanıp duruyor. Sülün de O’na karşı bir şeyler hissediyor olsa gerek ki, bizim Şero’yu görmeye görsün, her türlü kuyruk sallamalar, dil çıkarmalar, baygın bakışlarının en alasına ve kafasını hızla sallayıp, zarif kulaklarını yanaklarına patırtı sesleri çıkararak vurmasına tanıklık edebilirsiniz. Doğrusu Şero’nun kendi sınıfından bir köpeğe aşık olmasını çok isterdim. “Davul dengi dengine” diye boş konuşmamış, çok bilen atalarımız. Koca göbekli Hüsso ve o iri burunlu benekli karısı Zeliş, Şero’yu görmeye görsünler, ilk yaptıkları O’nu ellerine ne geçirirlerse fırlatıp, bahçelerinden kovmak oluyor. Belli ki Şero’nun Sülün ile arkadaşlık etmesine pek razı değiller. Kendisine fırlatılan her nesnenin, Şero’nun çevik hareketler ile ıskalatmasının ardından, O ilk etapta yüksek avlu duvarını atlayıp, gidermiş gibi yapsa da ortalık yatıştığı zaman, anında soluğu Sülün’un yanında alıp, sevgilisini koklayıp, uzun dili ile tüylerini yalıyor.
Zoruma giden Şero’nun yemeğe de kalacak kadar yüzsüzleşmesi. Hem de yalnız başına değil. Mahallenin bütün yoksul köpeklerini alıp, Hüsso’nun büyük kızı Süheyla’nın yemek artıklarını çöpe atmasını bekliyorlar. Çoğu zaman o saatte Hüsso’nun evine doğru gitmesini engellemeye çalışsam da, buna mani olamıyorum. Bir yandan da yaşanan bu büyük aşka saygım var, vicdan azabı da duymuyor değilim. Ama onurum da kırılıyor tabi.
Şero peşine üç beş çapulcu köpek arkadaşını da takıp; Hüsso, çocukları ve gelen misafirlerinden arta kalan kemikleri utanmadan iştahla kemiriyorlardı. Sülün sahibinin o denli zenginliğine ve sonradan görmeliğine karşın, bir kadar asil ve kibar bir köpekti. Benim de Sülün’e lafım yoktu elbette. Hayvan da olsa bu denli iyi olması başımın üzerinde yer almaması anlamına gelmez. Lakin bu aşkın sonu yok gibime geliyor.
Bugün Ankara’dan misafir olarak akrabalarımız geldi. Benim gözümde dünyalar güzeli, kendisine karşı hep mahcup olduğum, yakamdan düşmeyen fakirliğimden dolayı rahat ettirip, günyüzü gösteremediğim karım Dilan hazırlıklar için mutfakta hummalı bir uğraş içinde. Avluda köşeye sıkıştırdığım bizim İbiş horozu yakalayıp, kaşla göz arasında kestim. Bütün bu olup bitene, yine Hüsso tarafından kovulan Şero da şaşkınlık ile bakıyordu. Evet evde ziyafet vardı. Şero’nun aklından bir şeylerin geçtiğini şaşılar gibi göz bebeklerini döndürmesinden anladım.
Misafirlerimizle Allah ne verdiyse (bize pek bir şey verdiği yok, lafın gelişi) yedik içtik. Doydular mı diye yüzlerine baktım, ama bir şey anlayamadım. Fakat gördüğüm kadarı ile sofrada kemik namına hiç bir şey görünmüyordu. Bizim çocuklar kemikleri dahi un ufak ettiler. Cama doğru uzanıp, baktığımda aklıma gelenin başıma geldiğini anında gördüm. Evet, Şero Bey şürekasını toplayıp, kapının önünde hazır kıta, sofradan artanların karım Dilan tarafından atılmasını sabırsızlık ile bekliyorlardı. Sanıyorum sürekli Hüsso’nun evine dadanmak onun da ağrına gitmiş olacak ki, bu defa da Şero arkadaşlarını yemeğe davet etmişti. Sülün de Şero’yu kırmamak adına bu nazik davetini kabul edip, gelmiş ve diğer köpeklerin ardında duruyordu. Şero en arkada utangaç bir eda ile bekleyeduran Sülün’ü burnu ile itekleyip, utanacak bir şeyin olmadığını, kulağına fısıldıyor, sevdiceğinin gönlünü hoş tutmaya çalışıyordu.
Derken beklenen an geldi. Bütün bu olup bitenden bihaber olan Dilan özenle topladığı sofra bezini toplayıp, balkondan aşağı doğru döktü. Üç beş kıytırık kemiğin yere dökülüşünü seyrederken, Şero adına içim burkuldu. Köpekler sofra artıklarının dökülüşü anında, aynı zamanda kafalarını yukarı doğru kaldırdılar. Şero çok mahcup oldu. Sülün hemen Şero’nun yanına gelip, O’nu teselli ettiyse de, Şero’nun hali hal değildi. Dökülen bir kaç kemiği de Bodur Kasım’in köpeği Dino hiç bir şeye aldırmadan yedi. Şero kuyruğunu iyice arka ayaklarının arasına sıkıştırıp, bizim evi terk edip, hep birlikte Hüsso'nun evinin yolunu tuttular. Sülün Hüsso’ya aldırmamasını, kendi evinin O’nun da evi olduğunu anlatsa da, Şero’nun yüreği çok buruktu ve zor teselli oluyordu. An; yer yarılsa da O da yerin altına girse anıydı. Çünkü en iyi kendimden biliyorum, yoksulluğun utancı dağlar kadar büyüktü.
Evde misafirleri unuttum ve çok derinlere dalıp, gittim. Dilan’ın bir kaç kez;
“Cemo Can çayını al. Misafirlerimiz var, niye öyle derinlere daldın. Neyin var? Misafirlerimize ayıp oluyor, ama. Kendini unuttun hepten.” deyince ansızın irkilip, kendime geldim. Çay nar kırmızısı idi. Misafirler ise nar kırmızısı çaya değil, şaşkınlıkla bana bakıyorlardı. Kendimi toparlamam güç oldu. İçimdeki acıyı kimselere anlatamazdım. Dünyada her şeyi paylaştığım Dilan’a dahi anlatamazdım. Kim bilir Şero şu anda arkadaşlarına ve özellikle de Sülün’e karşı ne denli mahcup ve zor durumdaydı. Ne çok sahibi ile benzeşip, ne kadar çok “sahibinin sesi” olmak zorunda kalıyordu. Eve gelir gelmez yapacağım ilk iş O’nun o güzelim, biçimli kafasını ellerimin arasına alıp, yanaklarından bir güzel öpmek olacak.
Karanlık iyiden iyiye bastırdı. Ay bütün ihtişamı ile bir ayna gibi Kesikköprü’nün semalarında süzülüp, safir gerdanlığı ve etrafındaki pırlantaları ışıl ışıl parlatıyor. Gökyüzü sonsuz sayıda birbirinden parlak yıldız ile bezeli. Misafirler de yavaş yavaş yatmaya giderler. Kendi kendimle kalmaya çok ihtiyacım var. Kulağım dışarıda. Ve pür dikkat “dört kulakla” beklediğim beni mutluluktan uçuran, “ha duyuldu, ha duyulacak” derken, gelen hüzünlü havlama sesleri. Karanlıkta parlayan iri boncuklar ise Şero’mun buğulu gözleri.
 
Amsterdam, 10 Nisan 2015 
  
 
 
Toplam blog
: 102
: 447
Kayıt tarihi
: 17.12.10
 
 

Sevgili okuyucular; oluşturmaya çalıştığım bu blog vasıtası ile boş zamanlarımı değerlendirip, ço..