Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Ocak '11

 
Kategori
Kitap
 

Haliç'te Yaşayan Simonlar

Haliç'te Yaşayan Simonlar
 

Haliç'te Yaşayan Simonlar


Bu türden “derin devlet” araştırma kitaplarından hiç haz etmeyen biri olarak, kitapta beni en çok etkileyen, anlatım gücü oldu. Kitabın dili gayet akıcı, temiz bir dille yazılmış. Okurken hiç sıkılmıyorsunuz. Günde 14 saat çalıştığını söyleyen biri, ne zaman kitap okur, ne zaman yazım denemeleri yapar ? Sonuçta ortaya çıkan kitap 588 sayfa ! Bu kadar kalın bir kitabı hemde henüz emekli olmadan yazmak, her “anılarımı anlatayım bari”, diyen babayiğidin harcı değil.  

Kitabın bütününde belli bir düzen hakim. Adeta bir ders kitabı gibi yazılmış. Örneğin anlatıma başlandığında aklınıza soru işareti takılıyor. Daha sonra bir bakıyorsunuz, soru işaretini giderici başka bir anlatım karşınıza çıkıyor. Sanki sorulabilecek soru tahmin edilmiş ve daha sonra sorunun cevabı verilmiş. İlk kitap denemesinde bu kadar başarı, bana şaşırtıcı geldi. Daha önce hiç kitap yazmamış birinin elinden çıkmışa çok da benzemiyor, diye düşünüyordum ki; savcılığa yazdığı beyanı ve ihbar dilekçeleri dikkatlice okudum (s.441, s.489-496...). Dilekçelerdeki anlatım tarzı ile kitaptakini karşılaştırdım. Kitabı yazan kişi ile dilekçeleri yazan kişinin aynı olduğundan emin oldum.  

Kitaptan en çok aklımda kalacak olan “Haliç’te Yaşayanlar” başlığı olacak kesinlikle. Çok başarılı bir benzetme. İki kelime ile o kadar çok şey anlatmış ki, hayran kaldım. Yazar, “Haliç’te Yaşayanlar”dan kastını şu şekilde açıklamış;  

...Haliç o zamanlar inanılmaz kötü kokuyordu, tam olarak lağım kokusu duyuluyordu ve ben bu kokuya dayanamıyordum. Arabanın bütün camlarını kapatıyordum... Fakat Haliç’in etrafında yaşayan insanlara bakıyordum; onlar parklarda geziyor, yemek yiyor, hatta bir kısmı piknik yapıyordu... Demek ki, kötü bir ortamda bulunan insanlar bir müddet sonra oraya uyum sağlayıp alışıyorlar ve bu ortamın çirkinliğini göremiyorlardı. Ne kadar sağlıksız bir ortamda bulunurlarsa bulunulsun bir süre sonra kişinin bünyesi bu duruma uyum sağlayarak kötülüğün farkına varamıyordu (s.19).”  

Simonlar’ın ne demek olduğu konusunda da, öncelikle idealleri uğruna ölümü göze alan insanlara saygı duyduğundan bahsetmiş, örnekler vermiş (örgüt adına banka soyup da tek kuruşuna dokunmayanlar, arkadaşlarını ele vermemek için işkencelere katlananlar vs.). İdealleri uğruna ölümü göze aldığını sanan kişilerin şu davranışına Simonlaşma adını vermiş:  

...bizler de her suça değil, yalnızca bize öğretilen ve empoze edilen hususları suç görüyor, bizim tarafımızda olan kişilerin kusurlarını suç olarak nitelendirmiyorduk”. Ve yazar, kendisinin Simonlaşmayacağını haykırmış.  

Kitaba ilk andan itibaren hep şüpheyle yaklaştım çünkü yazan kişi bir ihtihbaratçıydı. Türkiye’nin son 25 yılında (1985 - 2010) geçirdiği büyük değişimlere sebep olan olayların nerdeyse tamamına “görevli” olarak şahit olmuş bir istihbaratçı.  

Şu sorunun cevabını aradım kitabı okurken; “hayatı istihbarat birimlerinin içinde geçen birisinin kitap yazmasının amacı ne olabilir ?”. Çünkü yazarın kendisi, 2000’li yıllara kadar not tutmadığını söylüyor. Peki bu kadar olayı, ismi, tarihi nasıl hatırlar insan ? Cevabı kendim, şu şekilde verdim; “sonuçta istihbaratçı birinden bahsediyoruz, bilgiye ulaşma anlamında bir sorunu olmamalı”. Bu cevabı kendim verdim ama yine tatmin olmadım. Kitaptaki şu ifadelere dikkat edin;
Zannederim 85 yılı sonu veya 86 yılı başlarıydı... Kolordu İstihbarat Şubesinde, birimin komutanı bir yarbay, bir yüzbaşı, ben ve yardımcım Emniyet Amiri Abdurrahman... Bu arada örgütten kaçarak, o gün bize teslim olmuş Neşet Çiçek geldi... Şahıs soruşturma yapılmak üzere Emniyet 1.Şubeye getirilmişti... (s.97)”..."1986 yılında ben Diyarbakır İstihbarat Şube Amiri, Kazım Abanoz ise İstihbarat Daire Başkan Yardımcısıydı... Siverek-Çermik Adıyaman bölgesine gönderilen militanlardan, Öcalan’ın kendi köylüsü de olan Şahin kod adlı Nusret Aslan..."
Not tutmayan birinin, yaklaşık 25 sene önce geçmiş olayların detayını bu düzeyde hatırlaması garip geldi bana. İstihbarat kayıtlarından bakmış desek, bu durumda neden kesin tarih vermeyip “zannederim ...”, diye başlıyor söze ? Eğer bu olayları hatırlamak için, adı geçen kişilere sorduysa, bu durumda kitap yazdığını cümle aleme haykırmış demektir. Bir istihbaratçının, kimseye “çaktırmadan” kitap yazması mümkün müdür ? Kimseyle konuşmadan, gizli gizli 588 sayfa kitap yazılmaz, diye düşünüyorum. Üstelik her yazdığınız cümlenin hesabının size sorulacağını bile bile. Yazarı yakından takibe alan “Cemaat”e çaktırmadan böyle bir kitap yazabilmişse, büyük bir iş başarmış demektir.  

Kitaptaki düzenli ve “bilinçli” anlatıma örnek vermek istiyorum;  

  • Bulgaristan’ın, demokrasi anlamındaki başarıları sayesinde (30’dan fazla milletvekili, 14 bakan yardımcısı, Cumhurbaşkanı yardımcısı olmak üzere çok sayıda Türkün hükümet kadrolarında görev almış olması sebebiyle) Türk direniş hareketi bittiğini savunuyor (s.380).
  • Makedonya’da Türklerin en yoğun yaşadığı ve nüfusun %4’ünü oluşturdukları Kostivar gibi belli şehirlerde Türkçe 3.dil olarak kabul ettirilmiş. Türkler, şehirdeki tüm işyeri isimlerinin Makedonca, Arnavutça ve Türkçe yazılmış olmasını övünerek anlatıyorlar (s.383)... Peki, ben oralardaki Türklerin kazanmış olduğu bu haklar için bu hisleri duyarken, kendi ülkemdeki benzer kısıtlamalar içinde bulunan insanlar için nasıl aynı hisleri duyamam...
  • Oysa bu insanların teröre ve şiddete yönelmeden, savundukları fikir ve idealleri topluma yaymaları, bu fikir ve idealler etrafında örgütlenmeleri, siyasete girip yönetime aday olmaları ve parti kurmaları için gerekli imkanlar sağlanarak daha sağlıklı ve daha sıhhatli bir toplum yaratılabilirdi (s.388).
  • Lawrance ilahi güçlere mi sahipti ? Lawrance’ın olağanüstü bir becerisi ve yeteneği mi vardı ? Elbette hayır. Osmanlı idaresi o kadar bozulmuştu ki bırakın Arap Yarımadası’nı, Anadolu’da bile yer yer isyanlar çıkıyordu (s.390).

Anlarım tarzına dikkat edin. Çok sade ve akıcı bir Türkçe. Anlatılmak istenen, okuyucunun gözüne sokulmadan, sakince anlatılmış. Ortaya koyduğu tezi farklı örneklerle açıklamış.  

Kitapta sık sık “...bir kitap konusu olacak bu olay...” ifadesi geçiyor. Herkesi, kendi düşüncelerini kitap haline getirmeye teşvik ediyor, sanki. Bunu yapması da, kendi yaptığının doğru olduğuna destek aramasından olabilir. Ben yazdım, doğru olanı yaptım, sizde yazın demek istiyor olabilir açıkca.  

Kendi dünya görüşü ile “Cemaat” dünya görüşü arasında tam bir paralellik var. Ama Cemaat’e neden kızmış bu kadar, sorusu beni çok düşündürdü. Acaba kendisini aralarına almadıkları, kendi telefonunu dahi dinledikleri için mi ? Çünkü kendi anlatımına göre hayatı hep bu tür hareketlerle (PKK, Susurluk, Jitem ...) uğraşmakla geçmiş ama eline hiç kalem alıp iki satır yazmamış. Hatta telefon dinlemelerin mucidinin kendisi olduğundan bahsetmiş.  

Hep dinlemeye alışmış birinin, kendisinin de dinlendiğini öğrenmesi ve tasfiye edilmek istenmesi onu bu kadar kızdırmış olabilir mi ?  

Belli ki, kişiliği gereği muhalif birisi. Hangi düzende olursa olsun, hep mükemmeli aramış. Bu tür kişilerin de, sürekli mevcut sistemi eleştirmesinden doğal bir şey olamaz. Zaten kendi anlatımından, sürekli birilerinle “dertleştiğini” anlıyoruz. Acaba yaptığı eleştirileri yeterli bulmayıp, birilerinin canını mı acıtmak istedi ! Acaba amacına ulaşabildi mi, birilerinin canını acıtmayı başarabildi mi ?  

Sık sık yanılgılarından ve düşüncelerinin geçirdiği evrimden bahsetmiş. Bugünkü düşüncelerine, hangi olayların neden olduğunu açık bir dille anlatmış. Okuyucuda dürüst, hata yapan ama hatalarını kabullenip - düzeltme erdemine de sahip olan, arkadaşlarını satmayan, çok çalışan, yeniliğe açık, olaylara tarafsız gözle bakabilen bir imaj çizmeye çalışmış.  

Geçmişinden örnekler vermiş ve örneğin; bir zamanlar Nurcularla olan arkadaşlığından bahsetmiş. Buradan hareketle, “kitabım ortaya çıkınca bütün özel hayatım ortaya dökülecek nasılsa, onlardan önce ben açık açık söyleyeyim”, demek istemiş olabileceği sonucu çıkarttım.  

“Cemaat”, nedense ayrı bir başlıkta ele alınmış.Cemaate en çok kızdığı noktalar; kendinden habersiz dinlemeler yapmaları ve bazı kilit görevlere kendi yandaşlarını yerleştirmek için insanlara oyunlar oynamaları. Fakat Beşir Atalay, Sadullah Ergin, başbakan (isim vermemiş, sadece başbakan diye belirtmiş) bu işin dışında tutmuş. Bu kişilerle görüştüğünden ve sanki bu kişilerin işin içinde olmadığından emin olmuş, gibi anlatmış. Nedenini anlamadım. Bence işte tam olarak bu nokta çok önemli çünkü bu durumda AKP hükümetini “Cemaat” olarak kabul etmiyor anlamına geliyor. Gerçekten öyle mi; Cemaat, AKP’nin haberi olmadan bir kadrolaşma hareketi mi gerçekleştiriyor ? Size inandırıcı geldi mi ?  

Susurluğu, devletin kanun dışına çıkmasını eleştirmiş ama sanki Ergenekon’a sahip çıkmış;  

“Ergenekon örgütünün varlığı konusunda yazılı belge, döküman, örgütsel faaliyet sayılabilecek bazı ilişkiler varsa da eylemleri konusunda ciddi emare yoktur. Zorlamalarla birçok olay ve eylem Ergenekon örgütüne mal edilmek istenmektedir (s.538). “  

“Bu Bölümü Niye Yazdım ?”, başlıklı yazısına (s.569) şu şekilde başlamış;  

“Bu kitabın ikinci bölümünde (Cemaat ile ilgili bölüm) yazdıklarımın ne manaya geldiğini, çok az insan bilir. Bunların, hayatımın bundan sonrasını zehir, zindan edeceğini biliyorum, geçmişte birçok örgütün hedefi oldum. Ama bu defakinin başka bir şey olduğunun farkındayım”.  

Kitapta yer yer imla hataları var. İlk baskısı olsa anlarım ama okuduğum 18.baskıda bile bu imla hatalarının devam etmesi, aklımda başka soru işaretleri uyandırdı. Yayınevi bu kitabı basmadan önce okumuyor mu ? Acemi bir yazar havası vermek için mi özellikle düzeltilmiyor olabilir mi ?  

Sonuç olarak; Hanefi Avcı, aslında kendi dünya görüşünü paylaşan “Cemaat”e bir ders vermek için oturmuş “hayatının geri kalanının zindan olacağını bile bile” bir kitap yazmış. Cemaat’in yöntemlerini eleştirmiş. Peki ben Hanefi Avcı’ya bir soru sormak istiyorum:  

“Sn.Hanefi Avcı  

Cemaat’i, yöntemlerini eleştirmişsiniz; “Cemaat’in kilit noktalara kendi adamlarını yerleştirmek üzere adaletsiz şekilde davrandığından, dinlemeler yaptığından”, bahsetmişsiniz. Peki Susurluk ya da Ergenekon, adı her neyse, bu örgüt-grup ile başka türlü nasıl başa çıkalabilirdi ? Demokratik yollarla bu örgüt-grup ile baş edilebilir miydi? Siz, kendi istihbarat çalışmalarınızda aynı yöntemi uygulamadınız mı ? Bugün asker kışlasına çekildiyse, bu bir başarı değil midir ? Peki bu başarı başka ne şekilde sağlanabilirdi ?”  

 
Toplam blog
: 70
: 2722
Kayıt tarihi
: 28.12.08
 
 

1992 yılından beri yurtdışında yaşıyorum. Moskova Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsü mezunuyum. Mosk..