Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Ekim '09

 
Kategori
İstanbul
 

Hangi kültür başkenti

Hangi kültür ile hangi kültür baş kenti? 2010’a Kaç var? Bu sürede ciddi bir sirk kurmak bile mümkün olabilir mi acaba? Türkiye, hele İstanbul, neresine kazma vursan; kazma vurana kendini başka bir tarihî değer ile sunan, efsane bir ülke ve muhteşem bir şehirdir. Bu konuda, bizi herkesin kıskanacağı kadar, bariz bir şekilde armut pişmiş, ağzımıza düşmüştür. Ancak biz bu konuda ağzının tadını bilen ve bu lezzettin sefasını sürebilen bir millet hiç değilizdir. Bu ülkenin arkeolojik verilerine ne kadar müze yapılacak olsa; yetmeyeceği de kesindir. Ne kadar kazı yapılsa, arkasının geleceği de kesindir. Bu topraklar üzerinde, neredeyse bizlerden başka her medeniyet yaşamıştır. Bu itibarla gün ışığına çıkan bazı değerleri yerinde teşhir etme fikri, pek de yabana atılacak cinsten bir çözüm değildir. Bu ve benzeri tüm kayda değer fikirleri, tatbik sahası bulunduğu zaman, hayata geçirmek sureti ile bu değerler beşeriyete mutlaka sunulmalıdır. Turizm ve tanıtma konusunda bu ülkeye çok emeğimiz geçtiği için, karınca kararınca bu ülkenin dağını taşını, deresini denizini karış karış bilenlerden sayılırız. Rahmetli Prof. Erim Afrodisyas bölgesini gün ışığına çıkartırken, kendisi ile tanışmak ve kendisine emekleri dolayısı ile teşekkür etme şerefine nail olmuş, hatta kendisinin özel izni ile sahada çekimler de yapmıştım. Ve fakat içimi sızlatan, müzede teşhirde bulunan eserlerden fazlasının depoda bekleyişi olmuştu. Ne tekim son zamanlarda müzeye ek inşaat yapılacağı hakkında bir bilgi almış olmakla da çok sevindim. Keza İstanbul’a yapımı bir asır kadar geç kalmış olan metro inşaatına başlandı. Neredeyse metronun her metresinde, insanların karşısına bir başka eser dikildi. Diğer bilinen bilinmeyen kalıntılar bir kenara: Urfa göbeklitepe’deki OnİkiBin yıllık bulgular, Çatalhöyük’deki DokuzBinÜçYüz yıllık bulgular, İstanbul hudutları içindeki Yarımburgaz’daki mağarada bulunan DNA ve insan kemikleri, DörtYüzBin yıllık, bu topraklardaki insan yaşamına ve medeniyetlerine tekabül eder. Bütün bu servete, bir daha baktığımız zaman, ağzımıza sadece armutun değil; elma ve ayvanın da pişmiş ve hatta üstü kaymakla bezeli bir şekilde düşmüş olduğunu, utanmadan görürüz. Utanmadan kelimesini kullanmamım ana sebebi, bol bulmuş bulanıyor, ama fazla bir şey yapmıyor olmamızdandır. Bu servet karşısında, bu servete karşı ya da bu servetle, bizler neler yapmışızdır? Heykellerin başlarını kırmış gözlerini oymuşuzdur. Kapadokya gibi müthiş bir sahada, neredeyse perişân etmedik duvar tavan süsü bırakmamış, Sümela Manastırını restore ederken dahî, tahrip etmişizdir. Abidelerin, anıtların, surların kesme oyma mermer taşlarını, kendi inşaatımızda yapı malzemesi olarak kullanmışızdır. Para pul, kap kacak, heykelcik gibi kaçak kazılarda bulduklarımızın çoğunu, el altından yabancılara satmışızdır. Hatta teşhirdeki malların kopyasını çıkartıp, müze müdürlerinin yardımı ile dış pazarlara açılmışızdır. Buna rağmen, hâlen durum çalınanlardan geriye kalanlarla, mükemmel sayılacak bir düzeydedir. Türk insanının İstanbul’a, İstanbul ve insanlık için, 2010 Yılından çok daha önce neler yapması gerekirdi? Mısır çarşısı, Kapalı Çarşı, Nur-u Osmaniye Camii, Çemberlitaş, Sultan Ahmet meydanı, sahil yolu, Sarayburnu, Yeni Camii hudutları içinde kalan, tarihi yarım adanın bir kısmında, başta adliye binası olmak üzere, cumhuriyet tarihine ait tüm binalar, Osmanlıdan kalan mezbeleler, o ucube oteller de dahil olmak üzere, istisnasız hepsi yıkılmalıydı. Hipodrom da hiç değilse kısmen ortaya çıkartılmak sureti ile, o sahanın tümü açık/kapalı müze ve sergi alanı haline sokulmalıydı. Bunun dışında Galata Kulesi ve çevresi de bir düzene sokulmalı, oradaki eski binalar da ihya edilmek sureti ile turistik tesisler haline getirilmeliydi. Kule dibi ve çevresinin, zorlanarak meydana getirilen Fransız Sokağı’ndan, çok daha verimli ve devamlı bir yaşam sahası olacağı kesindir. Ancak, Dünya milletleri önünde, tarihin ve tüm değerlerin suratına tükürürcesine, Ramazan aylarında Sultan Ahmet Meydanına kurulan, derme çatma, itme kakma, sucuk ekmek, boncuk tesbih pazarlama türünden, her anlamda garabet olan ve duman kokan, Ramazan ayının mübarek ahkâmına, feyzine ve bereketine de yaraşmayan tezgâhların, orada ebedîyen açılması da engellenmeli ve fakat o tür işlere de, tabii şehrin başka bir yeri tahsis olunmalıdır. Ezcümle, bir adeti yerine getirmek için, koca bir adabı yıkmanın, akılla izanla bağdaşır, tek bir tarafı yoktur. Keza, zaman zaman kule dibine kurulan, abuk sabık tezgahların da, oraya kurulmasında fazla bir yarar olduğunu sanmıyor, tam tersine çevreye ve düzene zararı olduğunu düşünüyorum. Ayrıca, Topkapı Sarayı’nın Birinci ya da İkinci yerinde şarap içilmesine karşı çıkan kardeşlerimizin, bu garip işlere karşı çıkmaması, orada burada turistik sema’ yapanları neden engellemedikleri? Kendilerine sormamız gereken ilk sualdir, diye düşünüyorum. Sayın Turizm Bakanına, proje taslağını BirBuçuk sene önce yolladığım halde, henüz ne bir teşekkür, ne de bir cevap alamadığım, İstanbul için çok önemli bir projeden, burada bahsetmek isterim. Zelzeleler ile bir daha yıkılmaması için, ahşap olarak inşa edilmiş olan İstanbul’u, bildiğimiz gibi yangınlar yakıp yok etmiştir. Ancak, ahşap olması gereken bir İstanbul şehir dokusundan bahis ediyorsak, esasen Fatih Sultan Mehmet Hanın kanunlarına göre: Saray duvarlarına Otuz arşın mesafede inşa edilmediği için, îmarı caiz olmayan Soğukçeşme sokağındaki ahşâp evlerle, bu yareye çare bulmak mümkün değildir.
Fatih kanunlarına dolayısı ile bana göre: Saray duvarına yaslanarak inşa edilmiş olan o evlerin, tabii yıkılması gereği de vardır. Bunun yanında, ciddi ve de ahşap olan numune bir İstanbul’a, mutlak derecede ihtiyaç olduğu da aşikârdır. Faytonları, Boğaz kayıkları, dövme dondurmacıları, mısırcıları kâğıt ya da keten helvacıları, leblebicileri, kestanecileri, macuncuları, simitçileri, yoğurtçuları, bakırcıları, ayakkabı tamircileri, boza şıra satan sebilcileri, nargile içilen kahveleri, külhanbeyleri, Kâğıthane gibi kayık ve sahilde müzik mesire sefaları, kadınlar hamamı, karagözü, meddahı, orta oyunu, Hasan’ın tiyatrosu, kına gecesi, düğün ve koltuk gecesi, baskın yangın ve tulumbacıları, yağlı güreşçileri, üfürükçüsü, Sünnet düğünü, mektep alayı, falakası, arzuhalcisi, sürre alayı, goygoycuları, ramazan davulcusu, inzibatı, bekçisi, Padişahın Cuma namazına at ile teşrifi, aynı din altında ayrı iki görüşe ve birbirlerine karşı muhabbete işaret eden, Bir Mevlevî Bir de Bektaşî tekkesine kadar, Kasrından kahvesine, gaz lâmbalı, Arnavut kaldırımlı sokakları ile bu mini şehrin turistik kontrolü açısından, sadece eski paranın tedavülde olduğu, tamamen eski bir İstanbul, mutlaka kurulmalıdır. Mutlaka olmalıdır... Siz bu sahanın tümünü büyük bir otel olarak düşünün. Çalışanlarının hepsi de o İstanbul’a göre giyinmiş kişilerden oluşan bir otel. “Hotel Otoman” Tabii yukarıda anlatılanların hepsi o mahalleye canlı konulamaz. Bunların bazılarını 1/1 ebadında yapay olarak tasarlamak da mümkündür. Böyle bir oteli yaptığınız zaman, bu otelin ilk On senesini yok satarsınız. Efendim böyle bir saha var mı ya da kaldı mı?
Asırlardır var tabii. Hem de bomboş metruk ve bu işe amade bekleyen bir yer. Üstelik bu arazinin iki yanında yaşayan iki dere de var. Önünde boğaza nazır kale de var. Kasır da var. Yandan çarklı özel vapurların işleyeceği İki iskelesi de var. Asır dîde ağaçları da var. Çömlekçisi de var. Mezarlık da var. Evliyası da var. Bu yer burnumuzun dibindeki Göksu’dur. Ancak bu yerin basit bir sıkıntısı var. Bu işin yapılabilmesi için, sadece oradaki trafik yer altına alınacak. Veya arkadan dolaştırılacak. Bugünün imkânları ile bunu yapmak da bir mesele değildir artık. Hatta her iki derenin altından geçmesi gereken tünelin, dere yatağına rastlayan tavanlarını, şeffaf dahî yaparak, ortama ayrı bir espri katmak bile mümkündür. Derede fasıl heyeti ile gezen kayık ve onu takip eden kayıklar, ama altlarından vızır vızır gidip gelen başka çağa ve akla ait taşıtlar. Bir tarafta sakin duran diğer tarafta amansızca koşan hayatlar. Ancak biz bu muhteşem yeri, köprü imalât sahası olarak kullanmaya bayılıyoruz. İki köprü buradan oluştu. Muhtemel Üçüncü köprü imalâtında da aynı yeri kullanırız. Benim Sayın Bakana projeyi yolladığım 23.02.2008 günü, harekete geçilmiş olsa: 2010 yılında mutlaka bu şehir otelin açılışı yapılabilirdi. Ben Sayın Bakanın eline, bu projenin iletildiğini hiç sanmıyorum. Zîra, bu projeye böyle müteşebbis bir bakan ve hükümet asla bîgâne kalmaz. Ayrıca bu proje ekinde, kendisi ve bakanlığı için yazdığım tüm makaleler ile biri Mevlevilik hakkında ve Berlin kitap fuarına yetişmesinde müthiş yararlar olabilecekken göz ardı edilmiş olan, On kadar kitapla, Biri baştan sona Topkapı’yı anlatan, Üç özel DVD’de mevcuttu. İletinin bakanlığa kesinlikle ulaştığını bilmeme rağmen, hiçbir cevap alınmamasını, bakanlığın posta tevzii hatası olarak kabul etmek istiyorum. Ancak Siz şu hatanın azametine bakın ki; vüsatine göre, inşası çok ucuza mâl olacak bir proje olmasına rağmen, büyük kârlar sağlayacak olan bu proje, akim kalmakla: Türk Turizm bütçesinden Milyar dolarlar seviyesinde ziyanlara sebep teşkil ederek, çok büyük bir hata halinde önümüzde halâ durmaktadır. İnşaallah Sayın Bakan bu yazıyı okur da; konu ile ilgilenip, fakîri arar. Tüm bu olanları ve olmayanları, olamayanları üst üste koyduğumuz zaman, hepsi büyük bir kültür ve ahlâk zafiyetine işaret etmektedir. Biz Evrensel yaşama ölçülerini bilmiyor, bu boyutta yaşamak da istemiyor, hatta o manada yaşamaktan ürküyoruz. Çünkü o manada yaşamanın, bizi kısıtlayacağına, ezeceğine eminiz. Kendimizden kesip, başkalarına vermeye, başkaları ile baylaşmaya ya da yaşadığımız şehre, ülkeye kazandırmaya uygun bir aklımız, ahlâkımız yok bizim. İmkân bulsak biz Yerebatan sarayının üzerine ısrarla otel yapıp, kilometrelerce yol kat ederek, oraya kadar gelen suyun yatağını yok etmekten ve mümkünse, Yerebatan’ı oto park yapıp, avantadan para kazanmaktan yanayız. Biz halâ o küçücük akıllarımızla, Dünya çapındaki bir Göksu projesini, sümen altı edip, bu vesile ile boş olduğunu öğrendiğimiz bir araziyi, ensesi kalın bir müteahhide bildirip, cebimize birkaç lira indirmek, bir inşaat yapılırsa, artı olarak oradan da bir kat götürmekten yanayız. Ya da bunu dahî yapmadan, “Bu iş de bu partiye yaramasın.” aklı ile işi uzatmadan dosyayı çöpe atanlardanız. Öyle ya(!) Adam adam olsa, sırtı kalın olsa, böyle mühim bir projeyi, Sayın Bakan’a posta ile mi yollar? Bizzat kalkar gelir, kendisi işi bitirir. Biz öyle yaptığımız zamanlarda da, ucuz bürokrat ya da teknokratların aklı ile maalesef neler olduğunu çok gördük!.. Türkiye’nin her şeyi kendine külfet gören ama hiçbir şeyi vazife bilmeyen memurlardan, artık süratle kurtulması gerektir. Bir Fransız, İngiliz ya da Alman bakanına, hatta bir Arap şeyhine yazıp, yolladığım her yazı ve bilgiye, süratle teşekkür ve cevap geliyor, keza o ülkelerde yapılmasına işaret ettiğimiz işler yapılıyor da, burada bu türden işler, neden bu medenî ölçüler muvacehesinde olması gerektiği gibi olmuyor? Hep birlikte anlamamız, bilmemiz gereken gerçek işte şudur. Heykelin kafasını kopartıp, gözünü oyan akıl ve kültürle, iş bitirmeyen, bu olumsuz akıl ve kültür arasında hiçbir fark yoktur. Biri mevcudu yok eder. Diğeri, kendisi beğenmediği ya da işine geldiği için, inkişaf edecek olanı engeller. Bu kültür ve bu yaklaşımlarla, 2010 senesinde neler olacak bakalım?.. Kültür başkenti olmak bir yana, bizim bu halimize artık tahammül edemeyenler, bizi önceden kabul gördüğümüz yerlerden dahî kapı önüne koymasınlar da!..

Haydar Volkan Çiftehavızlar:
27.07.2009
 
Toplam blog
: 148
: 492
Kayıt tarihi
: 04.02.09
 
 

Haydar Volkan: 21.05.944 Rebabi bestekar Sabahaddin Volkan ve Piyanist Mukadder Volkanın oğlu olar..