- Kategori
- Deneme
Hediye

resim alıntıdır.
Bugün kızımın doğum günü. Selin’im otuz yaşına adım atacak. Ne çabuk geçti yıllar. Daha dün gibi minicik bedenini kucağıma verdiklerinde. Yumuk ellerini hırsla sallayan, dudaklarını büzerek ağlayan, kırmızı suratlı bebeği gördüğümde nasıl da korkmuştum. Ne kadar küçücüktü. Nasıl bakacaktım ben buna? Oysa annelik doğanın verdiği bir yetenekti. Bunun için eğitime gerek yoktu ki.
Ona özel bir hediye almak istiyorum. Otuz yaş bir kadın için önemli bir yaş. Bana göre tabii. Selin her telefonda “anne bak, yaşlanıyorum ben de” demiyor mu? Kahkahalarla gülmek istiyorum. Hâlbuki en olgun, en anlamlı döneme girmek üzere.
Giyinip hazırlandım işte. Havada ne kadar serin bugünlerde. Şalımı da alıp bahçeye çıkıyorum. Yine dökülmüşler her yere. Bu çam ağaçlarından da illallah. Etraf kozalaktan geçilmiyor. O kadar söyledim zamanında eşime. Bahçeye çam ağacı istemiyorum dedim ama dinlemedi beni bir türlü. Söylene söylene çıkıyorum sokağa. Karşıda bir moloz yığını. O eski evi yıkalı aylar olmasına rağmen hala döküntülerini almadılar buradan. Bu çirkinliği görmek zorunda mıyım ben? İnsan yaşlandıkça daha mı huysuz oluyor acaba? Sende mi huysuz oldun Sabire Hanım? Yok canım, ne huysuzluğu…
Kendime sorular sormayı bırakıp iki sokak ötedeki antikacıya gidiyorum. Aradığım şeyi ancak orda bulabilirim çünkü. Kapıda karşılıyor beni antikacı Dikran Efendi. Bir süre havadan sudan, çoluk çocuktan sohbet ediyoruz. Dikran Efendi mahallemizde kalan son Rumlardan birisi. Rum ama bizden ne farkı var. Senelerdir bir aile gibi yaşadık buralarda. Çocuklarımız beraber büyüdü. Hiç yabancı gözle bakmadık ki onlara.
Dükkanın içinde ağır ağır dolaşıyorum. O kadar çok çeşit var ama bir türlü karar veremiyorum. Her biri farklı anlam taşıyor. Her birinde farklı bir hayat saklı sanki. Bazıları çok sade, çok narin ama bazıları ihtişamından geçilmiyor. Altın varaklı vazolar çok klasik. Gümüş aynalar bilindik şeyler. Kızımın her daim beni hatırlayacağı bir şey olmalı. Tablolar, sandıklar arasında dolaşırken guguklu saat cezbediyor beni. Geçmişten kısacık bir an takılıyor gözlerime.
Selin o zamanlar beş altı yaşlarında. Evimizde guguklu bir saat var. Gözlerini ayıramazdı ondan. Kuş her öttüğünde eşlik ederdi çocuk neşesiyle. Kimse ellemesin diye üzerine titrerdi. Sonra bir gün ablamın oğlu Kenan, paramparça etmişti saati. Selin’le hiç geçinemezlerdi, bu olaydan sonra daha bir düşman oldular zaten.
O günlerin anısıyla heyecan içinde saati almaya karar veriyorum. Dikran Efendi özenle paketliyor hediyemi. Eve dönmeden Selin’e gitmek istiyorum. Bin an önce vermeliyim ona. Paketi özenle kucağımda tutarak atlıyorum bir taksiye. Zili çalarken kalbim kuşlar gibi çırpınıyor göğsümde. Selin beni görünce boynuma sarılıyor. Kollarımda ki paketi görünce yüzü aydınlanıyor.
_ Ayy canım annem. Hiç unutmazsın doğum günümü değil mi?
Yanaklarımı öpücüklere boğarak açmaya başlıyor hediyesini. Guguklu saat ortaya çıktığında anlamsız bir ifade ile öylece kalıyor. Ben elim göğsümde tepkisini anlamaya çalışıyorum. Ondan ses çıkmayınca, dayanamayıp sessizce soruyorum:
_ Beğendin mi?
Selin, bana bakmadan dudaklarını büküyor. Ne söyleyeceğini bilemez gibi bakıyor bana.
_ Nerden buldun bunu? Çıfıt çarşısından mı? Çok da eskiymiş… Benim eşyalarıma da uymuyor ki bu…
Başım dönüyor o anda. Gözlerim kararıyor, yüreğim yerle bir oluyor sanki. Dilim tutuluyor, gözyaşlarım hücuma geçiyor. Olmaz, şimdi değil. Tırnaklarımı etime geçiriyorum aynı anda. Canımın acısından sular çekiliyor gözlerimden. Yavaşça kalkıyorum ayağa. Yüzüne bile bakamadan kapıya yöneliyorum:
_ Dikran Efendi’den almıştım… Olur ya… Belki çocukluğunu hatırlamak istersin diye…