Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Ocak '12

 
Kategori
Öykü
 

Hep sert mi esecek Baht Rüzgarları

Hep sert mi esecek Baht Rüzgarları
 

Huzursuzca kımıldadı oturduğu koltukta, uyuşan bacaklarını altına almak istedi acemice beceremedi. Gri dumanlar eşliğinde uzaktan gelen darbuka sesini; kınasında söylenen manilere eşlik eden tınılara benzetti, kınalı ellerini yumruk yaptı gayriihtiyari… 13'ünde 40'lık kocaya nikahlandığı gün atın üzerinde horlanıp, itilip/kakılacağı eve giderken içini çeke çeke ağladığını anımsadı birden… Yüzünü buruşturdu istemdışı…

Ne  yaygara kopartıyorlardı davarlar bu akşam… Yeni temizlemişti oysa damlarını, bir az önce  vermişti önlerine alaflarını…

Aile büyükleri yavaş yavaş dönüşü olmayan meçhule gittiğinde ne çok ağlamıştı bahtsızlığına…

Ayağıma tez olmalıyım daha çamaşır yuğmaya gideceğim dereye…

Hamurda mayaya gelemedi, yetişmeyecek öğlen sofrasına…
  
Harman yerine kim götürecek heybeye koyduğum bir bakraç aşı, bir çıkın pideyi…

Kaynanasının ağrıdan inleyen sesini duydu hafiften, kulak kabattı ünlerse duymam diye..

Sızıldayan kemiklerinin çıkarttığı çıtırtıları hissetti soğumuş yüreğinde…

Analık işte diyen kapı bir komşusunun hafifçe homurdanması çalındı kulağına, zülüflerini inatla yemenisinin içine sokarken…

Böğrüne saplanan ağrıyla uyandı serçe ürkekliğiyle hafif uykusundan, yediği sumsuğun acısı köz gibi dağladı kimsesiz yüreğini…

Dölsüz gelin, netameli gelin, kuruttun odumuzu/ocağımızı, boynunu büktün yiğidimin…

Boğazın derin maviliklerini döverek geçen demir yığınının tiz sesini duyduğunda anımsadı, tek erkek kardeşini askere uğurladıkları günü… Elindeki mendili salladı uzun uzun kaybolan kara trenin arkasından…

Anasının sükunetine aşina; köpek gibi tekmeyi yediği an canlandı gözünde, bir türkünün sesi gibiydi anasının sözleri kulaklarında yankılandı sessizce…
 
İçi tıkış tıkış çeyiz eşyası ile dolu sandığını açtığında; çatlak dudaklarından yanık bir türkü  yükseldi…

“Yarim İstanbul’u mesken mi tuttun?
 Gördün güzelleri beni unuttun.”

Sandıkla özleşleştirdi kendisini; hem kilitli, hem içi dolu, hemde üstü yığılı, yorgun ve bitkin…

Nadasa bırakılan tarlalar gibi çorak ve taşlıydı…

Çürük, paslı teneke tadında anılar hücum etti feri kaçmış, gözpınarları kurumuş gözlerine…

Şarkılardan bir fal tutarken bir şarkı düştü zihninin adım atılmayan büklümlerine;

 “Bütün kuşlar vefasız,
 Mevsim artık sonbahar.”

Gözlerini sıkı sıkıya yumdu, kuyunun nemli, soğuk duvarları üzerine geliyordu heyula gibi… Sessiz çığlıkları yankılandı, kimsenin duyamadığı… Üzerine düşen gölgenin yüzü, tüm renklerin kör olduğu kuytularda sersefil düşler gördürdü minik yüreğe… Giydiği şalvarı  suyun içinde balon gibi ürülmüş, hayatla bağlarını koparmaya hazırlanan yüreği diri tutmuştu. Kulağından gelen birkaç damla kan, yaşam boyunca süzecekti filtreden güzel, çirkin tüm sedaları…

Başını eğdi hızlıca; ansızın gelecek upuzun sopadan çekinip… Solgun nefesini kattı korkusuna hıfz edememişti verilen sureyi… Çalının dibindeki sarı benizli günebakan gibi betibenzi atıp, gözlerine far tutulmuş yavru tavşan misali kalakaldı çarnaçar…

Hüzün pişirdi kızgın, kırgın, yorgun, darbeli yüreğinde… Hasretin ayaza çalan rengi kuşattı etrafını…

Abasıyla öküz gütmeye gittiklerinde, ceviz kınası yakıp ellerine  telli/duvaklı gelin olmayı düşleyip türkü çığırdıklarını anımsadı puslar içinde;

“Yüksek, yüksek tepelere ev yapmasınlar
Aşrı, aşrı memlekete kız vermesinler.”

Birden kahkahalar attı, hızla geçti haşhaş tarlasındaki nazenin gelincikleri çiğneyerek… Kim önce bulacaktı kara trenin yolcuları tarafından kendilerine atılan konserve bezelye kutularını… Yediği teneke içindeki bezelye taneleri ağzındaymış gibi çiğnedi olmayan dişleriyle… Kana, kana su içti üzerine buz gibi pınarın gözünden…

Pencereye vuran akşam güneşi fukaranın nafakası gibi gözüne değdi; sırası sofrada öküzden sonra gelen Elif Nine’nin…

Gün akşama devrederken nöbetini, damların üzerinde ki kızıllıkta küstahça gülüşler eşliğinde, kanat çırpan yaralı bir kuş gibi hissetti pırpır eden yüreğini…

Başak tarlalarına doğru seğirtti özgürce; havalandırdı tüm kuşları, rüzgar homurdandı…

Acılarla oynaşmayı henüz tatmamışken taze yüreği, tufan hikayeleri duymamışken pas tutmuş kulağı, kırık/dökük anıları görmemişken ahu gözleri, badem ağzından döküldü şu duyamayacağımız fısıltılarla;

“Elif dedim, kız dedim,
 Kız ben sana ne dedim.
 Kuş kanadı kalem olsa,
 Yazılmaz senin derdin.”

İnsanlık çökerken; iki mavi inci tanesi düştü ellerinde hızla çoğalan benlerinin üzerine…

Karamsar bir gecenin finaline doğru, bıldırki hurmaları sayarak yavaşça yorgun yüreğini, kuş kanatlarına yükleyip; yükseldi… Yükseldi… Uykuya daldı…
 

 

 
Toplam blog
: 64
: 325
Kayıt tarihi
: 25.11.11
 
 

Öğretmenin, öğrenmenin yaşı yoktur felsefesine inanan öğretmenim. Yıllarca okuyarak belleğimde ol..