Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Eylül '12

 
Kategori
Felsefe
 

Hiç'liğe ve Tek'liğe dair felsefi değinmeler

Hiç'liğe ve Tek'liğe dair felsefi değinmeler
 

Koru(n)masız bir ortamda donmamış bir beton gibi, üzerine düşen her şeyin kalıcı izler bıraktığı o varlık ve çoğullukların ardından, uzun, yorucu, inişli çıkışlı çoklukların sonunda varmış, yeniden demir atmıştı tek’liğin sakin limanına… Doğarken de ‘tek’ olduğunu, sonsuzluğa intikal ederken de ‘tek’ olacağını anımsamışçasına … Hatta apansız sevişmelerinde bile kendi hazzının çırpınan kısa izleğinde yine tek olduğunu…

Gerçeği arayan biri olarak kendi deneyim ve bütünlüğünden başka insanı bu yönde destekleyecek şeylerin pek de tatminkâr olmadığı bir noktaya ötelendiğini hissetmekteydi içten içe... Çok aramış, çok çalışmış, çabalamıştı. Ama onun gerçek işi gerçekleydi. Gerçeğin peşindeydi. Onun şu ya da bu çıkar uğruna eğilip bükülmesine, abartılıp azaltılmasına, yok sayılıp üzerinin örtülmeye çalışılmasına, çekip çekiştirilmesine olanca gücüyle karşı durmaya çalışmıştı hep. O bu duruşu sergilerken sağı, solu, önü, arkası, her tarafı boşalmış, etrafta pek kimsecikler kalmamıştı.

İnsanın düşüşten kurtuluşunun dogmayla ve tinle aşılabileceğini ileri süren Max Scheler geldi aklına. Hiççiliğin aşılması aşamasında tanrılar yaratılır diyen, tanrıların karşısına tini (manevi olanı) çıkaran Scheler’i… Ama o (Scheler) tine de inanmaz, tinle insanlaşmayı benimser. İnsanlaşma tinin kuracağı yüceltmeyle olur: (aşağı) içgüdülerin kültürleşmesiyle… Ancak, insanlaşmakla yetinmez: yüceltmeyle insanin Tanrılaşmasını amaçlar. Bunu da Hiç’i terk ederek yapar.

Oysa Hiç, Tek’in varoluş bilincidir, varoluş kökenidir. Tek, Hiç ile varolabilendir; Hiç yoksa Tek de yoktur. Her Tek her zaman, her yerde, her an Hiçlik içindedir ve bir Hiç olduğunu (en azından güdüleriyle, sezgileriyle) bilir. Her zaman bir Hiç olduğunu bilen, her zaman Hiç olabilen, kendi varlık temelini bilendir. Bu bilgi onun bilincinin esasıdır. Tek, bu bilinç düzeyinin derinine her zaman inemez: iner, çıkar. Çoğunlukla yüzeydedir. Yüzeyde rasyonel bir Ben’dir Tek. Tek’in varoluş kaynağı hiçliğidir. Tek bir Hiç’tir.

Zihnini yoklayan Scheler düşüncesi “yoksa tin ile dürtünün kaynaşması varlığın amacı ve neticesi midir?” sorusuyla nihayetlendi.

Her zaman yaptığı gibi gökyüzüne baktı yine... Hava kapalıydı. Bulutları düşündü: O uzun mesafeleri katederlerken  çoğu zaman biraradaydılar ama yağarken tek, buharlaşınca da hiç olduklarını anımsadı! Ta ki yeni bir bulutçuğa dönüşene dek.

Kendi başınalığınla rahat hissetmeye başladığın an, gerçek özüne bağlanmaya başladığın andı. Tek başınalığı her şeyin merkeziydi. Dışarıda medet umacağın bir Tanrı yoktu. Mazeretler, suçlamalar yoktu, kurban bilinci de yoktu.  Yazgı denen şeyi efendinin sözünde değil, bezelyenin özünde, hatta çekirdeğinde aramak gerektiğini gösteren bilime olan sağlam inancı, onu, yaratıcıyı da göklerde değil menekşenin hücrelerinde, hücrenin çekirdeğinde aramak gerektiği düşüncesine sevk ediyordu. Yaşamın gerçeklerini doğaüstü bir etkilenimle anlama kavuşturan sanatı ise her yönüyle seviyor ve bir varoluş gerçeği olarak benimsiyordu. Bilim ve sanata yüklediği bu anlam bu kez de Martin Heidegger’e götürdü onu zihnindeki bilgi kırıntılarının inişli çıkışlı ve bol kıvrımlı patikalarında…

Martin Heidegger ve Hiç

Anımsadığı “Sığınmacılık” kavramı Martin Heidegger’in Man (genel insan)’ıyla çok yakından ilgiliydi. Heidegger’e göre man çoğuldur  (Tekil değildir). Man sürekli bir çalkantı, bir deprem yaşar ve kendisi değildir  (olamaz). Kişiliği çoğul içinde, çoğulca silinene dek terbiye edilir. Din ve bilim bu terbiyeyi kontrol ederler. Ancak kaygı ve iç daralması man’ı varlığa götürebilir. Bu durumda man Hiç’i ve varlığı bir arada kavrar. Kararlı, sorumlu (Sartre) bir yaşama girerse, kendi hareketlerini, eylemlerini kendi belirlerse kendine ulaşabilir. İnsan, zaman içinde kendini var eder. Hiç’i ve hatta kendini aşması ancak bu şekilde olanaklıdır. Varlık, insanın ulaşacağı en son noktadır. Ya da şöyle diyelim: İnsan, kendi yaşamını kendi eline alıp, eylemlerinde kendini ölçmekle kendine ulaşır. Kaygı ve iç daralması ona hep eşlik edeceklerdir. İnsan, kendi kendisinin üstüne çıkar. Aksi takdirde: dinlerin ve bilimlerin kucağına sığınmacı olarak girer.

Mutluluk ise

Sanki bir tür seraptı onun için. Düz bir çizgi değil hayatın orasına burasına -renkli krapon kâğıtları gibi- serpilmiş noktalar halindeydi. Bunun, insanın yaşamda kendi amacını yaratıp uygulama şansı bulabilirse gerçekleşebileceğine inanıyordu. Noktalar arasındaki anlamlı çizgi ancak bu şekilde çizilebilirdi. Ama iyi bir insanın mutlu olabilmesi için yaşadığı şartların, çağın geçerli değerlerinin de ona uygun olması gerektiğini de biliyordu. Bu açıdan şansızdı. Pek de ait olmadığı bir dünyada, büyük ölçüde ona ait olmayan bir hayatı yaşamak insana ne kadar mutluluk verirse o kadar mutluydu işte…

Peki, gerçek mutluluğun kökleri var mıydı? Ya insanın kökleri? Bu ikisi bir yerlerde birleşiyorlar mıydı? Yoksa birbirleriyle ilgisiz şeyler miydi?

Ya "insanoğlu inançsız yaşayamaz, 'Tek olmak' sadce Tanrı'ya mahsusdur" diyen egemen  söylem hangi ontolojik köklerden kaynaklanıyordu?

Sığınmacılık, Kök ve Man

Kök (Wurzel)’ün felsefenin anadili sayılan Almanca’daki etimolojik anlamı bir bitkinin yeraltına uzanan kısmınıdır. İkinci sırada toprak / yer (Erde) aynı zamanda dünya (Welt) ve gezegen (Planet) anlamlarını da içerir.

İnsan bir bitki olmadığına göre köksüzdür. Antropolojik felsefeden yola çıkarak bitkinin ‘Ben problemi’ olduğu söylenemez. Hayvanın da bu problemden yoksunur. Ben olduğunu iddia eden ve Ben’inden çıkarak Ben’ini seyreden, seyredebilen tek canlı insan olduğuna göre, tek köksüz canlı da insandır.

Hiç’ten arınma istemi insanın sığınmacı bir varlık olmasını zorunlu kıldı. Kök olarak gösterilen sığınmalar: aile, devlet, ulus, halk, topluluk, tarih vb. Bunlar, Stirner’in adına ‘hayalet’ ya da ‘hortlak’ dediği varoluş putlarıydı. İnsan bu putlara tapar, onlarla vardır, bu nedenle de sabit fikirlidir. Putlar insanın kökleridir - yedek kökleri. Bu kökler sarsıldığında insan tekrar Hiç’i hisseder. Varoluş bunalımı da aslında budur. Jean-Paul Sartre (1905-1980) buna en açık bir deyimle “bulantı” demiştir. Bulantı man’ın tek şansıdır. Eğer üst-benine aldanıp tekrar sığınmacı yaşamına dönerse, man olarak yaşamaya tutsak kalır. Demokrasi, iyi insanlık, kötü insanlık, tek tanrılı/ çok tanrılı dinler ve daha niceleri man’ın yoludur.  İnsan köksüz olmayı göze alıp yaşama atılırsa kendini kurar/ kurabilir… Ve sığınmalar sığınma olmaktan çıkıp ‘Tekler tarafından’ yaşama bütünleşebilir.

Antropolojik felsefeye göre bitkiler ve hayvanlar "Ben" diyemediklerinden, akılcı mantığın basamaklı dizgesinde -"Ben" diyebilen- insandan aşağıda görülür. Ancak bitkilerin usu yıkacak kadar görkemli gizi, insanı kendisinin de bir kökü olmasını şiddetle arzu etmeye ve dolayısıyla sığınmaları kök olarak iddia etmeye itmiştir.

Friedrich Nietzsche,

Zerdüşt kitabının girişinde “Dünyaya sadık kalın kardeşlerim” der. Bu sözü anımsadı! “…Toprak, atılmışın tek koruyucusudur. Ayakları yerde gözleri gökte, düşüncelerin efendisi Biricik, ne dünyanın üstünde, ne ötesinde, ne de berisinde: Biricik dünyadır, dünyanın kendisidir. Biricik Ben, Tanrı’nın yerine geçendir. Tanrısız Tanrıdır. Ben ve Hiç ayrılamayan, birbirlerinden kopamayanlardır. Hiç, Ben’in sarayı, serveti, hanı, yurdu ve varolma bahçesidir; yaşamın servetidir. Bu bahçeye şekil veren Ben’dir. Ben, Hiç’siz doğamaz. Bu Hiç, Biricik’in tüm eylemlerinin kökü ve kaynağıdır. Bu eylemler sözcüklere indirgenemez…”

Bu konuda son sözü: “Hiç’im. Varım. Hiç’im, öyleyse varım. Meselemi Hiç’e bıraktım.” şeklinde oldu ve hayatla, varoluşla süre giden yer yer, zaman zaman ıstıraplı sevişmesine bu söz’den sonra da devam etmeye koyuldu...

İ. Ersin K.

10 Eylül 2012   

 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..