- Kategori
- Felsefe
Hikaye

Özene bezene süslü cümleler mi kurmalı, süsü kaçık kelimelere gelinlikler dikip, damatlıklar mı biçmeli, dönüp dönüp yapılarıyla mı oynamalı, yeni imla kuralları yaratıp başka öznelere başka yüklemlere mi satmalı, başka dillerden bir başka dile devşirerek yeni anlamlar mı katmalı kavramlara bilemiyorum. Bir kelimecik fısıldıyorum halimdeki kendi kulağıma, korkuyorum bir başkası duyacak diye etrafa bakıyorum. Sonra öyle büyüyor ki hayalimde kendime fısıldadığım hayali kelime, tutamayıp hayalimdeki kendime avazım çıktığı kadar bağırarak anlatıyorum hayalimde olup biten her şeyi. Yazmak sel sularının kunduz barajlarına gelip dayanması, belki bir omuz daha verip tüm o odun yığınlarını aşması, yığın taşması benden yine kendime yönelen, gürül gürül akan bir dere gibi benim içimden yine kendi içime doğru.
Size iki hikaye anlatayım, dinleyin; İlki antik, belki antika bir hikaye, ama siz yine de dinleyin beni. Oldukça eski bir zamanda, hani develer tellallık pirelerde berberlik mesleğiyle haşır neşirken daha, hani tanrılar insanlar tarafından boğazlanıp katledilmemişken, hani bahar bayramlarının olduğu vakitler, hani insanın toprakla uyanıp toprakla uyuduğu zamanlar, insanlar hem erkek hem dişiymişler. Herkes birbirini sevebilir, biri diğerinin omzunda uyurken bir akşam, ertesi sabaha bir diğeri uyanırmış berikinin omzunda.
Sevgilerini ve güzelliklerini büyütmeye, kocaman mutluluklara çevirmeye başlamışlar. Biri ötekine vermiş mutluluğunu armağan niyetine, sonra alıvermiş beridekinin mutluluğunu koca bir çınar gibi. Derken öyle büyümüş ki güzellikleri, öyle yüksek dağlar aşmış ki kahkahaları, tanrılar homurdanmaya başlamışlar. Dünyayı kendi güzellikleriyle dolduran insancıklara dar gelmiş tanrıların çizdiği sınırlar. Tanrılar katına da doldurmaya başlamışlar güzelliklerini. Yetmemiş daha da öteye, Zeus’ un bile uzanamayacağı yıldızlara da vermişler tüm bunlardan. Mutlulukla dolu sokaklarında yürüyemez olmuş mutsuz tanrılar. Ambarlarında sevgiden gayri yenecek şey kalmamış. Çarşılarında insanların güzellikleri dolaşırken çirkinleşir olmuş zavallı tanrılar. Bütün bunları bir araya getirip daha mutlu mutluluklar, daha güzel güzellikler üretmişler. Yetmemiş tanrıların ambarlarına yığmışlar, yetişmemiş tanrı asalarındaki kurt yeniği deliklere tıkamışlar tüm bunları. Engin denizler, ulu dağlar aşmış tüm bu olanlar. Tahtları sallantıya düşen ve unutulan, dua edilmeyen, özlenmeyen, korkulmayan ihtiyar korkuluklara dönüşen tanrılar yeter demişler sonra. Fırtınalar, felaketler göndermişler dünyaya, savaşlar açmışlar insanlara peş peşe. Av partilerinde bir mutluluk bir güzellik avlar olmuşlar. Ama bir mutluluğu bir başka güzelliğe devşiren insancıklar eskisinden daha güzel daha mutlu olmuşlar. Düşünmüş taşınmış tanrılar sonra, altlarında sallanıp devrilmeye yüz tutmuş tahtlarına sımsıkı yapışarak. Kurullar toplayıp meclisler dağıtmışlar. Bir oturumdan ötekine çişe bile gitmeye erinmişler de, sonunda anlamışlar insanın iki güzelliğindenmiş böyle engin böyle büyük böyle güzel ve böyle mutlu oluşları. Hepsi bir araya gelip lanetler okuyup yeni lanetler yaratmışlar peş peşe, derleyip toparlayıp tüm lanetleri insanların üzerlerine örtmüşler, kara kış günlerindeki sıcacık battaniyeler gibi.
Yine bir bahar bayramına hazırlanırken insancıklar üstlerine çullanan lanetten huysuzlaşmışlar iyice. Ama elden ne gelir diye telli duvaklar, ibrişim kuşaklar hazırlamışlar daha çiçekler açmadan. Bayram gelmiş çatmış, dayanmış kapıya. Ağaçların kimi giyinivermiş gelinliklerini rengarenk, kimi naz etmiş meyve vermeye. Açmışlar kapıyı tabi en güzel gülücüklerini giyinerek, laneti unutmak ister gibi sessiz suskunlar takınıp fısıltılarda ağlaşır görünen insancıklar. Bir de bakmışlar ki baharın kucağında gelen yeni insan yavruları kendilerine benzemiyor. Şaşakalmışlar tabi. Biri kadın gibi görünürken, yanındaki erkek gibiymiş bu tazelerin. Yani hem kendilerinden hem de değilmiş. Şaşakalan zavallı insancıklar anlamışlar sapkın tanrıların üzerlerine usulca örttükleri lanetin ne işe yaradığını.
O bahar bayramında anlamışlar ki tanrılar ikiye bölmüş zavallı bebecikleri. Erkek yanını dünyanın bir ucuna fırlatıp atmışlar, kadın yanını öteki ucuna. Demişler ki o eski güzel insanlar, serpilmeye ve kendi güzelliklerini bir başkasında aramaya kalkan yeni eksik insanlara, ürkek bir öğüdün unutulması korkusuyla;” aman ha sakın unutmayın, öteki yanınızı bulup aynı bedendeymiş gibi yaşamadıkça, ne dünyanın derdi biter ne üstümüze çöken lanet çözülür.” Sonra birer birer zamana yenilip, yaşlılığa tutunamaz hale gelince, kopup gitmişler toprak analarının rahmine. Bir tek sağ kalan olmamış onlardan. Bir tek bu öğüt kalmış geriye. İlk bölünen bebeklerde yaşlanıp gitmişler. Verilen öğütler unutulmuş, alınan sözler hükmünü yitirmiş. Tanrıların tahtlarını kurtlar yemiş, yaşlanmışlar ve geldikleri yere dönmeye vakit bulamadan boğazlanıvermişler yeni yetme eksik insanlar tarafından, tanrı da kalmamış. Unutulmuş sonra bu son savaş da. O kadar uzun zaman geçmiş ki, zavallı eksik insancıklar mutsuzluklarını büyütür olmuşlar.
Şimdilerde ise kimi zaman buluverirmiş bir kadın öteki yarısı olan erkeği. Sarıverirmiş sımsıkı erkek bulduğu öteki yarısı olan kadıncığını. Benim öteki yarım benden önce gelivermiş dünyaya. Daha topraktayken biz bölünmüşüz ikiye, savrulmuşuz dünyayı yalayıp geçen kasırgalarda. Tanrılara inat bulmuşuz sonra kalanımızı.
İkincisi başka bir hikaye. Ancak bu hikayeyi yazmamalıyım daha. Belki kendi kelimelerim ve sesimle, olanca komikliğimi, şımarıklığımı maskeleyerek yüzüme anlatırım size, bağırarak. Belki sonra...
Tekiner® - 30042004