- Kategori
- Anılar
İlk polis baskınım ve kirli çamaşırlarım

Baskına uğrayan evimin krokisi!
Gerçekten çok tuhaf günler yaşıyoruz. Darbe ya da olağanüstü hal falan yok ama ortalık öyle zamanları çağrıştıran polis baskınlardan geçilmiyor. Basılanlar da çoğu kamuoyuna mal olmuş, yaptıkları işler tam da bizim cunta yönetimlerimizin diline pelsenek olmuş “devletin bekaası, birliği, Atatürk inkilap ve ilkeleri, milletin çağdaş geleceğine hizmetle” ilgili şeyler. Her cunta döneminde kabak bir şekilde başına patlayan gazeteciler neyse de, kovuşturmaya uğrayanların içinde ordu mensupları, öğretim üyeleri ve rektörler bile var.
Kim derdi bir gün bu insanlar ani polis baskınlarıyla alaca karanlıkta evleri, büroları darmadağın arandıktan sonra apar topar göz altına alınır ve tutuklanırlar diye?!
Lakin bu memlekette, zaten kamuoyunda adı sanı duyulmamış, 12 eylül darbesi zamanında ilkokulu henüz bitirmiş, gençliğinde etliye sütlüye dokunmamış, üniversitelerde siyasi grupların içine girmemiş, mitinglere katılmamış sıradan mı sıradan bir vatandaş olarak ben bile malum operasyonlara benzer tarzda polis baskını yemişsem görünen bu durumlara hiç şaşırmamak lazım.
Öyleyse daha fazla uzatmadan, tanıdık çevrelerde anlattığımda “hafif bir vakıa” olarak ilginç bulunmayan benim baskın işine gireyim.
Yıl 1989, yer İzmir, üniversitede 3. sınıf talebesiydim, Bornova’da Kredi Kurtlar Kurumu’na bağlı bir öğrenci yurdunda kalıyordum.
Bu yurtlarda, taş çatlasın 16 m² bir odada çift katlı ranzalarda 6 kişi ve onlara ait içine her türlü eşyanızı koymak zorunda olduğunuz 6 daracık çelik dolap bir arada günleri geçirmek zorundadır.
Bizim zamanımızda yurdun kantin mekanları küçücüktü ve mutfaklar özel işletme tarafından en kısa yoldan kar amacıyla çalıştırılan yerlerdi. Dar gelirli ailelerden gelen bizler bilhassa akşam yemeklerimizi orada yemek zorundaydık. Detayına girmeyeceğim ama yemekler ve mutfaklar sağlık koşulları açısından berbat durumdaydı.
İşte böyle bir ortamda, arada bir görüştüğümüz, Kemalpaşalı olduğu için yurtta kalmayan Kamil adlı bir arkadaş (isimler değiştirilmiştir) Bornova’da uygun kiraya bir ev bulduğunu ve bir süredir diğer iki kişiyle orada kaldığını söyledi. Herkese bir oda düşmek üzere daha dört kişiye yer olduğunu, dilersem güvendiğim arkadaşlarla ona başvurabileceğimi belirtti.
Kişi başına düşen aylık kira dikkate alındığında fiyat çok cazip görülüyordu… hayret ve merakımı yenmek için gidip evi kendi gözlerimle gördüm. Ev, Bornova’da yüksek apartman bloklarının arasında sıkışıp kalmış bir avluyla birbirine bağlı 6 – 7 odadan oluşan tek katlı, her ne kadar renkli kireç boyayla yeni badanalanmış olsa da dokunsan her tarafı dökülen bir gece kondudan ibaretti.
Tabanı tahta döşeli ve içinde banyo ve mutfağı olan giriş kısmındaki iki oda zaten ilk gelenler tarafından kapatılmıştı. Teklifi yapan arkadaş da arka tarafta yine döşemesi iyi olan banyolu bir odaya yerleşmişti. Geri kalan avluda ortak bir çeşme ve diğer 3 – 4 odaydı. Kabul eder ve adam bulursam buralara ben ve diğerleri yerleşecektik.
İlk tepkim “hayır” olduysa da sonra düşündüm, yurtta kalmaya devam edip fazla eşya ve kitapların bir kısmını buraya getirebilir, hatta havalar güzel olduğunda burada kalabilir ve kendi yemeğimizi pişirip yurdun yemeklerinden kurtulabilirdik.
Fikrimi açtığım, yurtta kalan birkaç arkadaşı ikna etmekte güçlük çekmedim. Kendi İzmirli ve aynı zamanda ikinci el kitap dükkanı işleten bir arkdaş burada kalmayacak ancak uygun bir yerde fazla kitaplarını depolayacaktı. Adamları tamamladık ve kira bedelinde üzerimize düşeni kabul ettikten sonra planladığımız gibi, yurtta kalanlarımız fazla eşyalarını buraya getirdiler.
Yatmak için derme çatma birer karyola döşek ayarlamış, mutfak için biraz kapkaçak uydurmuş, en önemlisi bir piknik tüp almış ve sistemi oturtmuştuk. Sonbaharda olsa bile artık İzmir’in hiç de eksik olmayan güneşli ve açık havalarında ilk fırsatta yurttan kaytarıp buraya geliyor, yemeğimizi pişirip, “köpek öldüren” lakaplı ucuz şarabımızı ve müziği açıp bir ölçüde keyfimize neşemize bakıyor; dahası yurdun tıkabasa dolu, katı kuralları olan hapishane havasından kurtuluyorduk.
Bu sırada beni bu eve davet eden Kamil ve diğerleriyle de daha yakından tanışma imkanı bulmuştum. Yaşça bizden bir 10 yıl kadar ileri olan Kamil evliydi, esasen karısı ve üç çoğuyla İzmir'e uzak olmayan bir köyde kalıyordu. Anlatmasına göre yaptığı bir çapkınlık sonucu şimdiki eşi hamile kalınca erken yaşta evlenmek zorunda kalmış. Liseyi dışardan bitirdikten sonra içinde ukte kalan üniversite öğrenimine başlamıştı; ama onun için daha önemlisi, erken evlendiğinden zamanında yaşayamadığı şehirli bir kızla flört etmekti… bu evdeki odayı da müstakbel flörtüyle birlikte olabilmek için tutmuştu.
Girişe yakın daha iyi durumdaki iki odada da kalanlar iki üniversite öğrencisiydi, sokak sergisinde ikinci el kitap satarak harçlık çıkarmaya çalışıyorlardı; öte yandan birinin çalışan kız arkadaşı onların ev giderlerine ve kirasına önemli ölçüde katkıda buluyordu. Onların bizim gibi bir ayağı yurtta değildi; odalarının durumu da görece iyi olduğu için evde sürekli kalıyorlardı.
Evde geçirdiğimiz vakitlerde dışardan arkadaşlarımızda gelirdi ve epey kalabalık olduğumuz günler istisna sayılmazdı. Arada bir Kamil’in köyünden birilerinin uğradığı da olurdu.
Ev kalabalıklaşınca özellikle akşam saatlerinde komşuların dikkatini çekecek gürültü, yüksek sesli müzik vb. şeylerden mümkün olduğunca sakınırdık ki, özellikle polise falan bir şikayet gitmesindi; yoksa basılır ve "yuvamız dağıtılabilirdi".
Kış kendini hissettirdiğinde ise biz yurtta kalanların eve uğrayışlarımız epey seyrekleşmişti.
Zaten yılların yorgunluyla ayakta zor duran duvarlarda bir de rutubetin etkisiyle beyaz beyaz küf ve kireç kristalleri boy vermeye başlamıştı. Her ne kadar Ege olsa da kışın Bornova’dan denize boşalan İç Anadolu’nun soğuk rüzgarları eğer iyi izole edilmemiş bir mekanda bulunuyorsanız kesin gelir sizi bulur, ciğerlerinize dolup böbreklerinizi yoklardı.
Bu koşullarda 1990’da Mart ayının ikinci ya da üçüncü haftasına geldiğimizde… sıcak geçen güneşli günün ardından daha sık gelmeye başlasam da uzun süredir ilk kez bu özgürlük yuvası metruk kulübemde kalmaya karar verdim.
Ortalık kararıp akşam serinliği çöktüğünde tamamı kireç badanalı 6 m²’lik odama çekilmiş, yatağın içinde büzüşmüş bir vaziyette bir kitaba konsantre olmaya çalışırken birden odalarımızı birbirine bağlayan avludan paldır küldür ayak sesleri duyulmaya başladı. Birkaç erkek sırayla “Kamil, Kamil!” diye bağırarak seslendi. İlk önce Kamil’in köylüleri gelmiştir diye düşündüm, ama onlar da gelir kapıyı falan çalardı, niye gecenin bir saatinde böyle bağırsınlar ki?!. Üstelik Kamil’i çok zamandır görmemiştim ve şimdi de benimkinin hemen yanında bulunan odasında da yoktu.
Dışardakiler “Kamil!” diye bağırmaya devam ederken merakımı yenemedim yatağımdan çıkıp kapıyı açmaya yeltendim. Zaten eğreti bir menteşe ve kilitle tutturulan uyduruk ahşap kapı dışardan ittirilerek benim yüzüme doğru açıldı. Biraz geriye sendelediğimde karşıma başı poşulu, sakallı, sırtı gocuklu, elinde kocaman bir tabanca bulunan iri kıyım bir adam dikildi ve silahın namlusunu göbeğime bastırarak “Kamil sen misin lan?!” dedi.
“Yok, Kamil ben değilim” demem üzerine benden kimliğimi göstermemi istedi ve içeri daldı. Arkasından simasını bizim sokaklarda dolaşan beyaz, Renault 12 marka tahminen bir sivil bir polis otosuyla hatırladığım, kareli takım elbiseli, beyaz gömlekli, temiz tıraşlı bıyıklı biri odaya girdi ve daha arkada dışarda karanlıkta yüzünü seçemediğim eli silahlı gençten biri duruyordu.
Pantolonun cebinden cüzdanı ve oradan kimliğimi çıkardım. İçerdeki adamlardan silahsız olan kimliğimi incelerken öteki bir elinde silah olduğu halde kitaplarımı karıştırmaya başladı ve bunlar arasında kırmızı kapaklı ve diğerlerine göre kalınca olduğundan daha ilk bakışta dikkat çeken, Sol Yayınları’ndan Politzer’in Felsefenin Temel İlkeleri kitabı hemen eline dolandı.
Ben bir yandan ona bakarken diğer yandan ötekine “polis misiniz, Kamil benim yanımdaki odada kalıyor, iyi bir insandır, kötü bir şey mi oldu?” diye sorular yöneltip olayı kavramaya yardım edecek bir yanıt almaya çalışıyordum.
Kitabı eline alan önce onu bana doğru uzatıp, sonra aniden yatağımın üstüne fırlattı ve bağırarak “ne bu lan, komunist misin sen?!” diye sordu. Ben “hayır komunist sayılmam” demişken, kimliğimi inceleyen biraz çıkışarak “sen o zaman yurtseversindir, söyle lan yurtsever misin sen?!” diğe üsteleyerek lafımı boğazıma tıkadı.
İki tarafa da laf yetiştirmek durumundaydım, ama şimdiye kadar bana fiziki bir şiddet uygulama eğilimde olmadıklarını hissetiğimde şaşkınlık ve heyecanım sona ermişti; tuhaf bir soğuk kanlılıkla silahlı olanın yatağıma fırlattığı kitabı elime alıp düzeltikten sonra yerine koydum ve “evet yurt severim, vatanımı, milletimi severim, bunun için de kitap okurum” diye bir cümle kurdum. Silahlı olan bu “bu komunist kitabı ulan, yeme bizi, komunist misin onu söyle!” çıkışmasına “hayır” diye yanıt verirken öteki “o zaman en azından sosyal demokratsındır!” gibisinden hafif yardım kokan bir laf etti. Benim “hah öyle denebilir” sözüme ikisi beraber “iyi, sosyal demokrat olmana bir şey demiyoruz, ama sakın komunist, sosyalist falan olayım deme!” gibi birbirini tamamlaya bir yanıt verdiler.
Eli silahlı olan kitapları karıştırırken bunların arasında bir demet mektubuma rastladı, biraz merakla bunların bazılarını hızlı hızlı okudu… bunlardan biri memlekete yazıp sonra göndermekten vaz geçtiğim evdekilere hitaben “Sevgili Ev Halkı!” diye başlayan bir mektupdu; bizim ki “ne demek lan bu ev halkı!” diye sormayı ihmal etmedi. Durumu gerçekten öyle olduğu için “bizim aile biraz kalabalıktır da şakacıktan öyle hitap ederim mektuplarda” diyerek izah ettim. Bana gelen birkaç mektupla ilgili ıvır zıvır birkaç soru daha geldi ve bunları da mümkün olduğu kadar espirili bir şekilde yanıtladım.
Derken adamın gözü bir kapağı gevşek bir şekilde kapalı beş kiloluk karton bisküvi kutusuna takıldı ve o beklenen soruyu sordu “ne var lan bunda?!” benim “çamaşırlarım” yanıtıma aldırmadan kutunun kapağını açtı ve içindekileri yatağımın üstüne boca etti; evet içindekiler tam anlamıyla kirli çamaşırlarımdı.
Manzara hoşuna gitmemişti ve çamaşırlara kısa bir yüz buruşturmayla baktıktan sonra yatağın örtüsünü kaldırıp döşeğe, döşeği kaldırıp boş olan karyolanın altına baktı. Bu sırada gözü yatağın yanındaki rutubetten kaplaması yer yer şişip çatlayıp, soyulmuş ve kararmış ahşap komodinin üzerindeki fotoğraf makineme takıldı. Bu harçlıklarımdan biriktirerek İstanbul’daki işportacılardan birinden aldığım “Zenit EM” marka refleks aynalı, ayrılabilir objektifli, en ucuzundan Rus malı olsa da anlamayan biri için oldukça gösterişli bir makineydi. Adam makineyi kılıfından çıkardıktan sonra sordu, “napıyorsun lan bu makineyle, gazeteci misin?!” ben “Hayır, arkadaşlarla ya da sınıfça geziye gittiğimizde kullanıyorum, lütfen kapağını açmayın içinde son gezide çektiğim fotoğrafların kayıtlı olduğu film var?!” diye rica ettim. Makineyi biraz daha evirip çevirdikten sonra kılıfıyla beraber kirli çamaşırlarımın olduğu yatağın üzerinde fırlattı. Neyse ki yumuşak bir iniş yaptığı için makineye bir şey olmadı.
Odamda karıştıracak bir şey kalmamıştı ki bunlar tekrar Kamil konusunu açtılar. Peki Kamil nerde şimdi diye soruyorlardı.
Doğrusu Kamil’i en son üç dört hafta önce görmüştüm, o gün zaten hiç eve uğramamıştı. Bunları belirttikten “acaba Kamil’le ilgili kötü bir durum mu var?!” gibi sorularım hep yanıtsız kaldı. Şimdi beni önlerine katarak Kamil’in odasının önüne getirdiler ve bana kapıyı aç dediler. Kamil’in kapısını ittirdim, lambanın düğmesine basıp içeri girdik ama oda bomboştu, yani Kamil eşyaları da alıp ortadan kaybolmuştu. Benim bundan haberim yoktu ve ilk kez polis olduğunu tahmin ettiğim bu üç adamla beraber durumu fark etmiştim. Adamlar şöyle bir içeriyi kolaçan ettikten sonra avluya çıktılar, “nerde bu Kamil?!” diye tekrar sordular. Ben Kamil’in taşındığından haberim olmadığını söylerken, “bakarız sonra” falan deyip birbirleriyle kafalarıyla işaretleşerek evin avlu kapısına yönelip çıkıp gittiler.
Bir süre karışık duygularla dağıtılmış odama baktım, çamaşırları kutuya, fotoğraf makinesini kılıfına mektupları desteleyip bir kitap arasına koyup yerlerine koydum. Biraz daha kafa dinledikten sonra aklıma giriş kapısına yakın öteki odalardaki sürekli evde kalan arkadaşlar geldi. Avludan baktım ışıkları yanıyordu, gittim kapıyı tıkladım biri açtı. İçeri girdiğimde manzara benim küçük odanınkine kıyasla daha beterdi, yerlere saçılmış kimi parçalanıp yırtılmış kitaplar bir yana adamların yüzünde gözünde iyi bir dayak yediklerine işaret eden morluklar dikkat çekiyordu.
Geçmiş olsun dedikten sonra karşılıklı yaşadıklarımızı anlattık. Bu arkadaşlar silahlı ziyaretçilerimize kimlik ve arama izni sorup adli izin göstermeden arama yapamayacakları konusunda direnince bu muameleyi görmüşlerdi.
Bu sırada ben halen başımıza gelenlerin Kamil’in karıştırdığı yasa dışı bir şeyle ilişkilidir diye düşünürken komşulardan işin aslını öğrendim. Meğer polislerin nevruz zamanlarında böyle çoklu kalınan öğrenci evlerini her yıl basmaları alışıldık bir şeymiş; polislerin bana karşı ısrarla Kamil’in üzerinde durmalarının nedeni de arkadaşların polislerin sorması üzerine akıllarına ilk gelen isim onun ki olmasıymış “o tarafta Kamil’le bir arkadaşı kalıyor” demişler… onlar da bizim tarafa gelirken o nedenle "Kamil" diye seslenmişler. Yani Kamil “temizmiş”.
Kamil’in eşyalarını götürmesinin nedeni ise bu metruk kulübeye kız atmaktan ümidi kesince Alsancak tarafında daha konforlu bir daire kiralamasıymış. Bunu daha sonra görüştüğüm Kamil de teyit etti ve yeni taşındığı evini bana göserdi.
Baskının ertesi günü okula gidip diğer yurtta kalan ev arkadaşlarına da vaziyeti anlattım; hiç şaşırmadılar… çünkü o günlerde öğrenci evlerine baskın yapıldığını duymuşlar; nedense bir ben duymamışım. Beni de “takma, milli olmuşssun” diye teselli ettiler.
Buna karşılık akşam tekrar eve döndüğümde fotoğraf makinemin yerinde yeller esiyordu. Odamın kapısındaki asma kilitin asılı durmaktan başka hiçbir işlevi yoktu; kapıyı zaten kilidin asılı olduğu zembereğin çivisini çekerek açıyordum. Aklıma akşamki baskın ve makineyi eline alan polis geldi; ama halen geri gelmeyen o makinemi sabah ben yokken dönüp gelip onun aldığını söyleyemem. Ne demişler, “eşeğini sağlam kazığa bağla başkasını suçlama!”