Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Kasım '10

 
Kategori
Kitap
 

İşte “Benim Kırkambarım”

Elime kuru boya alıp dünyayı boyamaya kalkıyorum, ama nereden başlayacağımı bilemiyorum. Geceden başlasam karım burun kıvıracak, gündüzden başlasam kahrımdan sivilce ya da kurdeşen dökeceğim kurşun dökmeden önce. Önce Hasan Aktaş’ın kırkambarına uğrayayım biraz malzeme alayım, dedim. 

İşte Hasan Aktaş; ata et, ite ot veren baytar. Hayvan dünyasını yapboz oynuyor bir masalın üzerinde. Üzerinde malzemeden çalınmış kefen… Hayvan sendikal hareketlerini gözlemliyor. Gelecek “Maymunlar Cehennemi”ni durdurmak için kaç terzi harcasak insanı kurtarırız hayvanlığı bile unutan terziler elinden. 

Bir isyanı tek başına yaşayan şair Hasan Aktaş, bir çağı bir çağa çağlatarak… Kelamla kalem arasında sıkışan yüreğini damlatıyor insanlığa. Görelim ne diyor: 

“Kelam-ı Evvel” başlığını taşıyan önsözde, okuma merakını ve çabasını anlatan Hasan Aktaş Anadolu kültürünün Hz. Ali savaşları ve halk hikâyeleriyle oluşturduğunu bir kez daha vurguluyor. Hayatın varlığı bir mücadele, bir şiddet mesafe işte… Öyleyse yapılması gereken haksızlık karşısında, haklı ve güçsüzün yanında yer alacak Aliler, Hasanlar, Hüseyinler, Halit Bin Velitler, Ömer Bin Abdülazizler, Battal Gaziler, Köroğlular, Eba Müslimler, Dadaloğlular ve Pir Sultanlar yetiştirmek gerek. Gereksiz görüntü ve seslerden uzak insan yetiştirmek gerek. Anadolu renk ve şekil değiştirmeden kafamızdaki çöplüğü temizlemeliyiz.
Bakın Hasan Aktaş kafa kirliliğini nasıl açıklıyor: “Şu anda bütün ideolojilere, bütün düşüncelere ve herkese aynı mesafedeyim ve hepsine hoş görü ile bakıyorum. Bilmem onlarda bana kafalarındaki putları kırıp aynı hoşgörü ile bakabilirler mi? hiç zannetmem. İnsanlar bir taraftan put kırarlarken bir taraftan da kafalarına ne yazık ki sürekli yeni putlar dikiyorlar. Herkes kendi putuna iman ettiği için öteki olarak dışladığı insanlara dalalette ve sapıklıkta görüyor. Hiç kimse ne yazık ki kendi putunu sorgulamıyor. Bu durumda herkesin putu kendisine kutsal oluyor.”(1) 

Hasan Aktaş çok şey öğrendiğini söylediği Cemil Meriç’e saygı ve sevgi vefası olarak bu eseri adıyor. 

Bu kitap 192 sayfadan15 bölüm olarak Kelam-ı Evvel ve Kelam-ı Âhir arasında inşa olunmuş olan, bazı yazar ve şairleri tanımaya, bazılarını ise yeniden keşfetmeye zorluyor okuyanı. Her bölümde geniş kaynakçalar kullanan yazarın eleştirmenden çok akademisyen bakış açısı daha çok ön plana çıkıyor. 

“Şahitsiz Vakitlerin Mistik ve Romantik Şairi
Ebubekir Eroğlu” 

Ebubekir Eroğlu’nun üslubu, anlayışı ve sanat duyarlığı hakkında bilgi veren yazar eleştiri ve incelemelerinde de şiirsel anlatımı elden bırakmıyor. 

Eroğlu’nun şiirinde geleneği özümsemiş olduğunu ve doğayı oluşturan epistemik birikimini kullandığını, klasik şiir ve İslam tasavvufunun temel hikmeti ve paradigmasını bulmamak mümkün görünmüyor. 

Ben Ebubekir Eroğlu’nu çok az tanıyorum. Tasavvufla mitolojinin iç içe olduğu şiirleri inşa eden bu şairin çizgisi Yahya Kemal, Necip Fazıl, Sezai Karakoç’tan uzak değildir. Soyut bir zamanı soyutlayan şair Hasan Aktaş’ın elinde post modern Yunus’a dönüşmekte, içinde Seyyid Nebi, Molla Cami, Arabî olan. Sayılı insan çıkıyor sayısız düşlere gebe kalmış. 

“Ali Göçer’in Şiiri Üzerine
Aykırı Yapıbozum / Yapıdüzüm Okumaları” 

Ali Göçer için yazar Necip Fazıl, Nuri Pakdil ve Zarifoğlu şiirlerini devam ettiren, ama şiirde kendi rengini bulmuş bir şair olarak söz ediyor. 

Yüz mazmununu; ”Bilindiği gibi yüz; ağız, burun, taşlar, gözler ile birlikte sol ve sağ olmak üzere iki yanağın mürekkep halidir. Elli çift yanak yüz yanak eder, fakat yüz yüz etmez. Yüz; ölümle doğum arasında insanın gündelik hayat kılavuzudur. İnsan, bütün organlarından ziyâde yüzünü kullanır. Bu yüzden yüzle ilgili kollektif anlamlar üretebiliriz. Hristiyan mistisizminde “sağ yanağına şamar vuranlara, sol yanağını dön” denmiştir. Bu nasihati ilahi bir naz zannederek ona kulak verenler tarih boyunca şamar oğlanı olmaktan kurtulamamışlardır.”(2) Hasan Aktaş diye yorumlamaktadır. 

Yüzle ilgili düşünceler okumaya değer bir biçimde devam ederken biz yazarın şairlerle ilgili yüzleri değerlendirmesine bir bakalım: “Şiirin yüzünü aydınlatan kimlerdir, karartanlar kimlerdir? Şairin yüzü resmî midir, sivil midir? Şairler sarışın tarihleri mi, yoksa karaşın tarihleri mi severler. Ece Ayhan, sarışın yüzlerle ve bu sarışın yüzlerin / kimlerin yazmış olduğu tarihlerle sürekli bir hesaplaşma içindedir. Asıl tarih, bilinmeyen üstü örtülmüş olan karaşın tarihtir.” diyor ve ekliyor “Resmi yüz, Necip Fazıl’ın ifadelerinde “Çatık kaş… Hükümet dedikleri zat…” şeklinde otorite imajıyla arz-ı endam ederken, sivil yüz ise idamlık Ali tipinde ezilmişlik ve masumluk portresiyle / imajıyla belirir.”(3) demektedir. 

Şiiri bir aykırılık olarak nitelendirdiğini düşündüğüm Hasan Aktaş, yazarın da (şairin de), okuyanın da kelimeleri birer satranç taşları gibi kullandıklarını ve birbirlerine üstünlük kurma çabası içine girdiklerini düşündürüyor. Bunu da “yapıbozum / yapıdüzüm” şeklinde ifade ediyor. 

Yüzeysel ifadelerle Hasan Aktaş’ın kaleminin gücünü değerlendirmeye çalışmak okuyucuyu elbet tatmin etmeyecek, amacımız bu tatminkârlığı artırmak ve yazarla okuyucuyu yüzleştirmek. 

Ali Göçer’in şiirini inceleyen yazar, basit zamanlı karmaşık duyguların insanı toplumsal yolculuklara çıkardığından söz ediyor ve şairi okuyucu için karanlıkta fener tutan kılavuza benzetiyor. Şair kelimeleri gösterir, okuyucu bununla algıladığı olayları belirler. 

Şair gerçekten de Truva atı içindedir. Truva atı ise şiir… Okuyucu şairi görmez, gösterileni gösterildiği kadarıyla yorumlar, o kadar… 

Hasan Aktaş bir şairden bir dünya yaratıyor; zengini yoksulu, yüzlüsü yüzsüzü, arlısı arsızı, ruhlusu ruhsuzu, alçağı ve yükseğiyle… Anadolu haritası elbet bir şairin dünyası… Her mevsim aynı anda yaşanır. Kirli yüzlü çocuklar ve kirli yüzlü büyükler adımıza nice krizler düzenlerler medeniyet hikâyelerine konu yapmak için. Niçin Ali Göçer’in ve Hasan Aktaş’ın yüzlerine kısa metrajlı gülümsemeyesiniz? 

“Issız Bir Adada Yalnız Bir Kartal
Asaf Halet Çelebi” 

Hasan Aktaş her gerçek şairin bir büyük patlaması olduğunu, bir evren, bir dünya oluşturduklarını söylüyor Asaf Halet’i anlatırken. 

Osmanlı, İstanbul, Nedim, Melami ve Mevlevi kültürü med cezirinde şiir ekip şiir biçen kavuğu ve hırkasını çıkarmış derviştir Asaf Halet. Hasan Aktaş, Asaf Halet’i -yaşadığı dönemde- balla kaymağı kahvaltıda birbirine karıştıran biri gibi doğu batı kültürünü birbirine yakıştırdığını anlatıyor. Yaşam ve ölüm konusunu bir derviş olgunluğuyla işliyor Asaf Halet. Aynı olgunluğu Hasan Aktaş da Asaf Halet’i anlatırken gösteriyor. 

“Asaf Halet Çelebi şiirinin öznesini kendi içinde (benliğinde) taşıyan adamdır. Şairin bu benliği, şiirin mistisizm ezoterizm çizgisinde oluşmasının en önemli etkenlerinden bir tanesidir. Asaf Halet Çelebi’nin şiiri egzoteriktir. Çünkü şiirleri kendisini kolay kolay ele vermez. Egzoteriktir, çünkü şair şiirlerinin herkesçe anlaşılmasını istemez, bilakis şiirlerini havas (elit) kesime münhasır kılar. Bu yüzdendir ki onun şiirlerini herkes anlayamaz. Şimdiki egzoterik semboller anlamı metnin içerisinde gizleyen en önemli ergümenlardır. 

Asaf Halet Çelebi’nin şiirinin kaynaklarını dört ana grupta toplamak mümkündür. Uzakdoğu mitolojisi, kutsal kitaplar, tasavvuf ve çocukluk döneminin nostaljisi. İslam tasavvufunun içerisinde Hurûfîlikile Uzakdoğu mitolojisi içerisinde de Hint mistisizmi önemli yer tutar.”(4) 

Geleneği giydirip yeniden sokağa çıkarıp topluma tanıtan/ toplumu tanıtan Asaf Halet şiirini Hasan Aktaş aynı yöntem ve güzellik içinde tanıtıyor. 

Yalnızca takıldığım Asaf Halet’in “Lâmelif” şiirini şerh ederken; “Lâm elifin aşkıyla vecde gelmiş ve birbirlerinden ayrılmayarak lâmelif olmuştur. Bu iki harf öylesine birbirine sarmaş dolaş olmuşlardır ki bazen “lâmelif” bazen de “elif-lâm” şeklinde okunur olmuşlardır.”(5) diyor Hasan Aktaş. Oysa lâmelif birbirlerine sarılan iki harftir. Çünkü elif kendinden önceki harfle birleşir, ama sonraki harfle birleşmez. Dolayısıyla lâmelif birbirine sarılan iki sevgili gibi düşünürsek, elif-lâm ayrılan veya birbirlerine uzaktan bakışan sevgililer olurlar. “elif-lâm birleşmez. Hasan Aktaş belki de benim dikkatimden kaçan bir şey düşünmüş olmalı, diye düşünüyorum. 

Hasan Aktaş’ın anarşist ruhu lâmelif şerhinde de kendini göstermekte: “…Lâmelif okunuş itibariyle “lâ” olarak telaffuz edilir ve genellikle başkaldırı anlamına gelir. Lâmelif (lâ) diyemeyen “illâ” diyemez.”(6) “lâ” yok demek, “illâ” direnmek biçiminde kullanarak aslında Hasan Aktaş kendi toplumsal konumunu belirlemiş oluyor. 

“Uzak Burçların Yalnız ve Esrarlı Şairi
Osman Numan Baranus” 

Hasan Aktaş bu yazısında Türkiye’yi kendi istekleri doğrultusunda en uyumsuz renklerle boyayan sokak serserileri gibi boyayan medya (ve politikacıların) insan sevgisinden söz ediyor. 

“Necip Türk medyası, mankenlerin kıymetli kıçlarından ayrılıp da huzurevinde yaşayan şairler antolojisi/programı hazırlayacak değil ya!..”(7) 

Hazır bu konuya değinmişken bir iki söz söylemeli… Yazılı medya da görsel medya da ahbap çavuş ilişkisi içindeler. Kaç gerçek yazar ve şairin yazı ve şiirleri dergilerde ve gazetelerde yayınlanıyor. Ya adınız falan filanın yanına yazıldığı için varsınız ya da falan filanın referansıyla varsınız. Ne yazdığınızın da ne yazmadığınızın da aslında bir önemi yok. 

Yayınevleri keza aynı; ya adı sanı belli bir sosyal düşüncenin sözcüsü olacaksınız ya da merdiven altından bile kötü kokan şeyler yazacaksınız ki yayınevleri kitabınızı yayınlasın. Sonra da çıkıp toplum okumuyor, toplum seçemiyor, şiir öldü, hikâye hasta diye yakınıyoruz. Hangi yayınevi kaç şiir kitabı bastı? Hangi kanal kitapların ve yayınevlerinin reklamını yaptı? Kitap pazarlanan kadınların dürtü sağlayan yerlerine uymuyor. Bu uyumsuzluk da getiri yapmıyor. Kanal sahipleri ne yapsın? 

Görsel medya da aynı; kim kimin arkadaşı, kim kimin akrabası, kim kimin tanıdığı ya da kim gündemde tutulmak isteniyor, programlar, diziler, filmler ona göre yapılıyor. Bir kültür haberi 15 saniye, bir mankenin pavyon haberi 24 dakika… Biri reyting yapıyor, diğeri yapmıyor. Reyting adı altında halka dayatıyorsunuz, onlar da TV kültürü olmadığından ne gösterilse ona bakıyorlar. 

Ben 1970’li yıllarda arabesk ve rock müziğini çok az dinler, çok da zevk almazdım istisna sanatçılar dışında. 1990’lara gelindiğinde, 1970’li yılların en kötü denecek müziğini arar oldum. Benim çocuklarım medyanın inatla piyasaya soktuğu zavallılar müziğiyle büyüyorlar ve zevk alıyorlar. Görülüyor ki medya direnciyle reytingini artırmayı dinleyici hedef kitlesi oluşturarak yapıyor. Bu durum diziler, filmler, programlar yayınlar için de geçerli. Benim öğrencim Tarık Buğra’dan, Orhan Kemal’den zevk almıyor, Duygu Asena, Canan Tan, Emine Şenlikoğlu, Şûle Yüksel Şenler’den zevk alıyor. Bu çocukların zevkini ben değil medya belirliyor. Çünkü bu kişilerin yazdıkları gibi dizi, film ve programlar yapılıyor. Ya şeytanı çıplak bir kadın olarak görüyoruz, ya Allah’ı yaşlı ve sakallı bir adam olarak. Başka ne söylenebilir ki… 

Kötü kitap basmak, kötü film çekmek, kötü müzik yapmak kültürel bir ihanettir bu millete, diyeceğim ama milleti alan satan belli değil. Ne ihanet eden ne ihanet edilen belli, değil mi kelli felli efendiler… 

Osman Numan Baranus’u anlatan Hasan Aktaşhaber ve toplumsal önem teşkil eden unsurlar için; “Plajdaki, bar ve pavyondaki küçük burjuvazinin öksürmesini, hapşırmasını ve yellenmesini kameraya almak için birbirini çiğneyen medya askerlerinin Osman Numan Baranus gibi bir şairin yaşaması umurunda değil ise ölümü de umurlarında olmamıştır. Osman Numan Baranus, dergiciliğiyle, şiirleriyle, inceleme ve denemelerinin yanısıra sohbetleriyle de dünyada iz bırakmış bir isim.”(8) elbet Osman Numan dünyaya iz, Hasan Aktaş medyaya bez, ben de kirli politikaya maraz bırakmayı isterdim. Ne yazık ki bazı istekler ortadan kalkmıyor, bazı istekler de istenildiği gibi olmuyor; ya kuşa ya seraba dönüyor. 

Osman Numan şiirde tasavvuf geleneğini, Hasan Aktaş da Osman Numan’ı okuyor, gizli sorulara bulanık cevaplar arayanlar için… Nasıl şair duygu resimlerini sözcük çizgileriyle inşa ediyorsa, eleştirmen de şairi duygu ve özgün tavırlarla resmediyor Mezopotamya denen tuvale. 

“Çağdaş Bir Mevlevî Havarisi
Arif Nihat Asya’da Mevlânâ İmajı” 

Mevlana ve Mevlevilik şiirleri hakkında oldukça güzel tespitlerde bulunan Aktaş, klasik şiirin kurucusu saydığı Mevlana’yı bir usta, bir öğretmen olarak kendinden sonra gelen şairlere kaynaklık yaptığını söylemekte. Bunu Şeyh Galib’in kendisi de Hüsn ü Aşk mesnevisini yazarken Mevlana’dan büyük ölçüde yararlandığını söylemekte. 

Hasan Aktaş’ın Mevlana üzerinde iki önemli tespiti daha var; bunlardan biri klasik edebiyatta ilk divan oluşturan şair oluşu, ikincisi ise klasik şairler arasında Mevlana’yı anlayıp yararlanmak yerine Mevlana övgüleri yazmadan öteye gidememeleri. Oysa çağdaş şairler Mevlana şiir ve düşüncelerini modernize ederek yeniden yorumlamışlardır. Bunların içinde önemli bir isim Arif Nihat Asya gösterilmektedir. Arif Nihat Kubbe-i Hadra adlı eserinde Mevlana’yı anlatır. Hasan Aktaş Kubbe-i Hadra’dan seçtiği bir şiiri yorumlarken Arif Nihat’ın da sanatını bizlere tanıtıyor. 

“Arif Nihat Asya (1901-1975), Kubbe-i Hadra adlı gazel formatında (matlasız ve mahlassız) aruz vezni ile yazılmış olan şiirin bu ünitesinde Şeb-i Ârus’u (Mevlânâ’nın ölümünü) anlatır. Bu şiir baştan sona ‘kundaklama’ mihverinin etrafında döner. Mevlânâ ölümünde pek çok şeyle kundaklanmıştır. Mevlânâ’nın ölümünde kundaklandığı nesneler arasında ney(le), tüy(le), çiy(le), ay(la), mey(le) ve su(yla) gibi şeyler vardır. Bu nesnelere bazen organik bütünlüğünü bozacak edatlar eklenmişse de bu şiirin genel muhtevasında hiçbir şekilde herhangi bir sapma meydana gelmez. Bunlar arasında ne(yle), öyle, hay(la), şey(le) ve böy(le) gibi edat ve benzeri sözcükleri saymak mümkündür. Bu bağlamda tekraren yukarıya alıntılamış olduğumuz bu ünitenin odak noktası ‘kundaklama’ eylemidir. Kundaklama eylemi şiirde bazı nesne ve edatlarla gerçekleştirilmiştir. Şair, şiirin ilk beyitinde Mevlânâ’nın ne ile kundaklandığını soruyor ve diğer bütün beyitlerde bu sorunun cevabını arıyor. Şiirin diğer beyitleri zaten bu soruya verilen cevap mahiyetindedir. Verilen cevaplardan da Mevlânâ’nın kubbe-i hadra denilen beşiğe sadece bir şeyle değil, bir ney ile, sonra sırasıyla tüyle, çiyle, ayla, nurla, hayla, meyle, suyla, duru bir şeyle, elle ve gönüllerle kundaklanır…”(9) diyen yazar tespitlerini kundakladığı Arif Nihat’ın Mevlana duyarlığıyla sürdürüyor. Kundaklama işini hem doğuş hem ölüş anında yapılması gerekenler olarak kullanıyoruz. Hasan Aktaş Mevlana’nın kundaklandığı unsurları alışılmışın dışında yorumluyor. 

“Ney, bilindiği gibi Mevlevî âyinlerinin baş enstrümanıdır. Ney havası/taksimi, mevlevilikte kıyamete yakın üflenecek olan İsrafil’in sûruna işarettir. Bu bağlamda ney, İsrafil’in sûrunun bir sembolüdür. Mevlevîlikte bu olay, ney çalınarak sembolize edilir. Taksimin sonuna doğru hafifleyen ney sesine oradaki diğer neyler eşlik ederek dem tutarlar. Dervişler bu şekilde sûr sesini duyduklarında birden ellerini zemine vurarak ayağa kalkarlar. Bu hareket sûru duyan canlıların kıyamet gününde dirilmelerini temsil etmektedir. Ney, tasavvufta İsrafil’in sûruyla birlikte insan-ı kâmilin de simgesidir. Ney, insan-ı kâmil olduğuna göre ney’in içindeki perde de insan-ı kâmilin kalbi olarak düşünülebilir İnsan-ı kâmil de insanları ney gibi kendisine çeker, çünkü onda insanları cezp edici bir sır gizlidir. İnsan, tasavvufta seyr ü sülûk ederek yedi nefs mertebesini geçer ve insan-ı kâmil mertebesine ulaşır. Bu mertebelerin ilki kötülüğe eğilimli olan nefs-i emmâre (üzeri yoğun ve kalın perdelerle örtülü nefis) ile mücadeledir. Nefs-i emmâre ile mücadele, riyazet yapılarak çile çıkartmak yoluyla yapılır. Mevlânâ, nefs-i emmâreyi “yılan” olarak vasıflandırır. Yılanların/nefs-i emârenin, ney sesini/insan-ı kâmili dinlemesi tasavvuftaki nefis mücadelesine işarettir. Ayrıca burada yılanların ney sesiyle terbiye edildikleri ve eğitildikleri de hatırlanmalıdır.”(10) 

Yazar Arif Nihat şiirinde tabutu “Sedef kalkmalı şimşir beşik” olarak tanımlarken, Hasan Aktaş Kubbe-i Hadra terkibini de Mevlana’nın türbesi olarak yorumlar. Sanki bu yazıda üç kişi birbirini tamamlamak için vardır. Mevlana Allah aşkını, Arif Nihat Mevlana aşkını, Hasan Aktaş da aşkın metaforik savrukluğunun insan üzerindeki etkisini sunar. Tıpkı bir mürşidin bir müride sunduğu himmet gibi… 

Dünya bir okul bizler öğrencileriz. Neyi, nerede, ne zaman ve kimden öğreneceğimize karar vermek kalıyor. Cenab-ı Hakk’ın Kur’an-ı Kerim’de “Düşünenler için hikmetler vardır.” ayeti düşünme sonucu elde edilenlerin insanı Allah’a yaklaştırdığını söylemek sanırım yanlış olmaz. 

Bu bölümü Hasan Aktaş; “Konyavî Dergisi’nin arşivinde tasarruf tedbirleri nedeniyle iki yıldır yayınlanmayı bekliyor.”(11) diyor. Düşünceden tasarruf edenlerin neleri artar, okuyucuya bırakıyoruz. 

“Ercişli Emrah’ta Divan Şiiri Hususiyetleri” 

Hasan Aktaş yedi ayrı Emrah’tan bahsediyor; Ahıskalı Emrah, Ardanuçlu Emrah, Erzurumlu Emrah, Ercişli Emrah ve ayrıcı özelliklerini vermediği üç farklı Emrah’tan daha bahsediyor. Yazar, Ercişli Emrah tanıtımını yapıp, “Ercişli Emrah’ın Şiirlerinde Benzetmeler”, “Ercişli Emrah’ın Şiirlerinde Telmihler” ve “Ercişli Emrah’ın Şiirlerinde Diğer Mazlumlar ve Hususiyetler” alt başlıklarıyla şiirlerin değerlendirmesini yapıyor. 

“Ercişli Emrah’ın Şiirlerinde Benzetmeler” başlığı altında sevgili kavramının halk ve divan şiirindeki kullanımına dikkat çekerek, her iki edebiyatta da gül benzetmesiyle ifade edildiği vurguluyor. Güzellik, her iki edebiyatta da periyle, boy, söyleniş farkı olmasına rağmen serviyle, yüz, ayla, yanak bahar, cennet ve gül bahçesiyle, göz, söylenişi farklı olsa da düşmanla, kaş cellâtla özdeşleştiriliyor. Saç, diş, hayvan ve bitkilerle ilgili benzetmeler de divan ve halk edebiyatında kullanılan anlamlarıyla diğer kavramlar gibi Hasan Aktaş tarafından örneklerle açıklanıyor. 

“Ercişli Emrah’ın Şiirlerinde Telmihler” bölümünde atasözleri, “Muradına Nail Olamayan Dilber”, “Kınalı Keklik Efsanesi”, “Leyla İle Mecnun”, “Sultan Süleyman”, “Lokman Hekim”, “Şah Abbas” ve “Hızır-İlyas” gerek Emrah’ta gerek divan şairlerinde sıkça kullanılan eser ve kişilere yapılan telmihler örneklerle anlatılıyor. 

“Ercişli Emrah’ın Şiirlerinde Diğer Mazmunlar ve Hususiyetler” de cennet-cehennem, gül-bülbül, dedim-dedi, bad-ı saba, felek, firkat, ben(hal), rakip (ağyar) bade, mazmunları her iki edebiyatta da aynı anlamda aynı güzellikte kullanılmıştır. 

Zaten Ercişli Emrah halk edebiyatından temsilen alınmış bir isimdir. Pir Sultan, Karacaoğlan, Dadaloğlu, Kaygusuz Abdal, Gevheri, Huzuri, Sümmani, Çıldırlı Şenlik, Âşık Garip, Bayburtlu Zihni ve yakın zaman âşıklarından Âşık Veysel gibi isimlerden hangisi alınırsa, aynı mazmun, teşhis, telmih ve teşbihlerle karşılaşılacağı muhakkaktır. 

“Efsaneleşen Tarih ve Roman Gerçeği Açısından
Kerbela” 

Hasan Aktaş, ilk ölüm ve en ağır zulümden başlayarak konuya giriyor. Habil-Kabil çatışması, Muaviye-Ali, Yezit-Hüseyn çatışması… Güç ve zulmün kesiştiği nokta… Güç ve zulme karşı başkaldırı… Zalimlerin üstünlüğü ve değişen dünya… 

Bu yaşanan olaylar yeni bir kültür ortaya çıkarıyor. Zalimler karşısında mazlumların elbirliğiyle hareket etmesi… Sünni-alevi ayrımı olmadan Ali ve diğer Kerbela şehitlerine duyulan muhabbet… Lanetlenen Muaviye, Yezit ve Mervan karşısında direniş muharrem orucu ve aşure. Maktel-i Hüseyn manzumeleri gelecek nesillere zalimleri öğretmek ve onlarla mücadele azmi kazandırmak için yapılan çalışmalar… Bu çalışmalar birçok kişi tarafından kaleme alınmıştır. Bu çalışmaların en önemlisi Fuzuli’nin “Hadikadü’s Süedâ”sı olduğu söyleniyor. 

En önemli tespitlerden biri de cumhuriyet döneminde Ali ve Kerbela olayına hiç değinilmediği, hatta Kur’an-ı Kerim’de geçen olayların işlenmediği, oysa batı edebiyatında kutsal kitap ve mitolojiden yararlanan yazar ve şairler her konuda örnek olmayı becerememişler, diye değinen Hasan Aktaş, buna Bekir Yıldız’ın bir romanının katkıda bulunduğunu söylüyor. 

Bakıyorum da Kur’an-ı Kerim ayetleri ve hadislerin büyük bir bölümü zalimlikle, haksızlıkla mücadele edilmesi doğrultusunda olmasına rağmen, biz ne hayatımızda bunu uyguluyoruz ne de eserlerimize konu ediniyoruz. Hangi doktrin, diyalekt ve sosyoloji zalim olmayı ve zalimlere arka çıkmayı onaylıyor. Peygamberimizin “En büyük cihat zalim hükümdara zalimliğini söylemektir.” diyor. Oysa bize kendi milletimizden utanma gereği gazını verenler, Müslümanlığın da edebi esere engel teşkil etmesi düşüncesini bize enjekte etmeleri gayet manidardır. Bizler de istenilen şekilde şekillenmeye devam ediyoruz. 

“Çağdaş Türk Şiirinde Kutsal Kitaplar” 

Her zamanki çarpıcı üslubu ile dikkati çeken yazar; “Bu güzellik ve yaratıcılık şiirde sanatçının inşa ve istif ettiği kelimelerin ayine dönüşüdür.”(12) diyerek adeta şiirin duygusal kırgınlığını tedavi eden bir doktor gibi… 

Yazar din ve onun unsurlarının Türk şiirinde nasıl ele alındığını enine boyuna inceleyip örnekler veriyor. Nesimi, Necati, Şeyh Galip, Kadı Burhaneddin, Ahmet Paşa klasik şiirden, Mehmet Akif Ersoy, Attila İlhan, Arif Nihat Asya, Asaf Halet Çelebi, Ahmet Talat Onan, Bahattin Karakoç, Faruk Nafiz Çamlıbel, Engin Günçe, Metin Eloğlu, Can Yücel, Yavuz Bülent Bakiler, Cahit Zarifoğlu, İlhan Berk, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Behçet Necatigil, Necat Çavuş Ve Fazıl Hüsnü Dağlarca, İsmet Özel çağdaş şiirden örnekler teşkil ediyorlar. 

Şiirlerde sure isimleri, sure sayısı, ayet sayıları, yer isimleri, peygamber isimleri, veli isimleri, cennet, cehennem, Araf, Arasat, ibadet türleri ve özellikleri şiirlerde kullanılmıştır. 

“Çağdaş Türk Şiirinde
Cem ve İskender Söylenceleri” 

Yazar Türk şiirinde İskender’den söz ederken, iki İskender olduğunu bunlardan Makedonya kralı İskender ile Kur’an-ı Kerim’de adı Zülkarneyn olarak geçen ve peygamber olması muhtemel olan İskender’den söz ediyor. Türk şiirinde mazmun olarak kullanılanın ikinci İskender olduğunu söylüyor. 

Zülkarneyn diye bilinen İskender’in iki önemli özelliği üzerinde duruluyor; bunlardan birisi İskender’in aynası, ikincisi ise ab-ı hayatı arayıp tam bulmuşken vezirleri Hızır ve İlyas’ın ab-ı hayattan içmeleri, ama kendisinin içemeyişi. Türk şiirine damgasını vuran İskender’in aynası… 

Yazar bu aynadan Şeyhülislam Yahya’nın bir beyitini şerh ederken bakın nasıl bahsediyor: 

“Bir âyîneyle İskender nice benzer sana cânâ
Senin her bakdıgun mir’at olur âlem-numâ cânâ”
Şeyhülislam Yahya 

“Şeyhülislam Yahya, sevgili ile İskender arasında bir bağdaşıklık kurar. İskender’in aynasının dünyayı göstermesi gibi sevgilinin her baktığı ayna da âlemi gösterir. Burada yansıtma teorisi çerçevesinde sevgilinin Cemalullah’tan bir nişane olduğunun altını çizmek gerekir. Aslında sevgili aynada kendisini görmektedir. Kendisi zaten âlemin küçük bir özetidir. İnsanın mikro kainat olarak düşünülmesi ve kainatın makro insan olarak telaki edilmesi, insanla kainatın Allah’ın isimlerinin ve sıfatlarının birer özeti olarak algılanması gerektiğini zorunlu kılar.”(13) 

Yazar İskender özelliklerini Şeyhülislam Yahya ile başlayıp Neyzen Tevfik, İlhan Berk, Behçet Necatigil, Ahmet Arif, Beşir Ayvazoğlu, Orhan Alkaya’dan örnekler veriyor ve bunlara rüyalar ekleniyor. Hasan Aktaş; “Rüyalar ne kadar çok olursa, o rüyaların İskender’i de o kadar çok olur. İdealist insanların vukur ve zarif olma gibi genel vasıfları vardır. Çünkü idealer zerafetle ve ağırbaşlılıkla acele etmeden ağır ağır gerçekleşir.” (14) 

Türk şiirinde Cem’e gelince; “Cem, İran mitolojisine göre Pişdadiyan sülalesinin dördüncü hükümdarı olup, Nuh peygamber zamanında yediyüz yıl yaşadığı rivayet olunur. Cem isminin Cemşit olarakta anıldığı görülür. Halkı âlimler, zahitler, askerler ve mücitlerdendir. Nevruz, Cem’in tahta çıkışını simgeleyen bahar ayının başlangıcıdır. Cem’in İdris peygamberin şeriatına göre amel ettiği de söylenir. Bunun yanısıra Cem’in aslında Süleyman peygamberin bizzat kendisi olduğu da rivayetler arasındadır. Ayna ile birlikte anıldığında İskender’in kişiliğine büründüğü görülür. Şarabı bulanın o olduğu kuvvetli rivayetler arasındadır. Edebiyatta en çok Meclis-i Cem olarak zevk ve eğlence sembolu olarak efsaneleşir.”(15) diyen Hasan Aktaş bunu Neşati, Yahya Kemal Beyatlı, Faruk Nafiz Çamlıbel, Sabahattin Ali, A. Talat Onay, E. Behzat Lav, İ Hakkı Baltacıoğlu, Asaf Halet Çelebi, Rıfkı Melül Meriç, Cahit Sıtkı Tarancı, Hilmi Yavuz, Seyfettin Başçılar’dan örnekler ve şerhlerle yazısını sonlandırıyor. 

“Batı Kültüründen Doğu İrfanına
Rainer Maria Rilke” 

Yazar Rilke’yi Alman edebiyatının en büyük şairlerinden saymakta. Bu bölümde Rilke’nin şiirlerinden çok düşünceleri ön plana çıkıyor. Hatta Rilke’nin şiirine dair hiç bir şey yok. Yalnızca “Duino Ağıtları” diye şiir kitabının adını görüyoruz. Rilke’nin kitabında sözünü ettiği meleğin Hıristiyan inancına göre değil, İslâm inancına uygun bir varlık olduğu dikkate sunuluyor. Keza “Muhammed’in Yakarması”nda yine Hıristiyan inancından uzak bir Rilke’den söz ediliyor. 

Ölüm, yaşam ve din üzerine şiirlerini oturtan Rilke bir Müslüman izlenimi vermesine karşın ne Müslüman olduğunu söylüyor ne de yazıyor. Ama Rilke’nin samimiyeti ve konumu ekran karşısına çıkıpta her tür herzeyi yemiş biri olarak; “Ne olacak ki, biz de Müslüman’ız.” diyenin yanında nasıl yorumlanmalı, bilemiyorum. Ve “Ne olacak ki, biz de Müslüman’ız” diyenleri gördükçe, haram yiyen, yetim hakkı yiyen, devlet malı yiyen, “Şimdiye kadar onlar yaptı biraz da biz yapalım(yiyelim).” diyenleri gördükçe, bunlar Müslüman’sa ben kimim demeden edemiyorum. 

“Dar Kapı Ve Çağrışımları” 

Andre Gide’nin dünya görüşü ve yaşam tarzı konu ediliyor. “Dar Kapı” kavramıyla dünya hayatının insanı ahret hayatına nasıl hazırladığı anlatılıyor. Güzelliklere ve mutluluklara giden yol taşlı, dikenli ve çetrefilli engellerle dolu. Bunları aşabilenler ebedi huzur ve mutluluğa ulaşabilmekteler. Bu sıkıntılı hayatı ebedi mutluluğa Andre Gide “Dar Kapı” ile anlatıyor. İki kişinin yan yana gidemediği yolu geçen ve dar kapıdan girenler ancak gerçek güzelliğe ulaşabilmekteler. Geniş kapı ve geniş yol insanı gerçek mutluluğa değil, sefalet ve zulmete ulaştırmakta olduğunu söylüyor Andre Gide. 

Doğu ve batı mistisizminin kesiştiği bu eser adeta batı tasavvufunda Leyla vü Mecnun’u anlatıyor, Hasan Aktaş bakın sözü; “Andre Gide, Komünizm illetine tutulmuş, kalbindeki çocukluğundan kalan iman kıvılcımı onu bu illetten kurtardı. O da zaten Komünizm’den aradığını bulamadı. Gide bizleri Doğu Kültüründen Batı Kültürüne götürürken ruhumuzu maneviyat havuzunda yıkadı, gönlümüzü de maveralara uçurdu.”(16) diyerek bağlıyor 

“Batı Kültüründe Bir Katedral Alexis Carrel” 

Yazar Carrel’den bahsederken, insanı zehirleyen materyalist düşünce karşısında yer almış, insanın ne tamamen madde ne tamamen din ile izah edilemeyeceğini söylemiş, ancak mana ile madde aynı anda varsa gerçeğin ortaya çıkacağı, yoksa bu iki unsurun birbirini inkâra yol açacağı iddia ediliyor. Oysa biz Carrel’e gelmeden kendi peygamberimizin bunu zaten söylediğini göz ardı ediyoruz. Peygamber efendimiz “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, hemen ölecekmiş gibi ahret için çalışınız.” diyor. Bu hadisin madde ile manayı dengede tutmanın yeterli olduğu kanaatindeyim. 

Materyal düşünce insanı bencilliğe sevk edip hırsını arttırırken, dünyadan sıyrılan dinsel düşünce de tembelliğe ve vurdumduymazlık seviyesinde dünyadan el etek çekmeye sevk ediyor. Alexis Carrel’in de bu dengeden söz ettiğini Hasan Aktaş’tan öğreniyoruz. 

Alexis Carrel, ilim ve dinin senteziyle insanın ve insan ırkını bir ıslahından söz etmektedir. 

“Carrel’e göre toplum “hem yaşayanlardan, hem ölülerden hem de henüz doğmamış olanlardan müteşekkildir.” Toplumun ve insanın seviyesini yükseltmek için:
- Hayatın korunması
- Hayatın idamesi
- Hayatın tekâmülü
Kanunlarına riayet etmeliyiz. Bu kanunlara riayet etmeyen toplum ve insanlar fiziki bakımdan olduğu gibi ahlakî bakımdan da kirlenmişlerdir.”(17) diyor Hasan Aktaş. 

Çağdaş ve modern diye bize belletilmeye çalışılan hayat, çıkar hesaplarına dayanan, eğlence ve nefsi tatminden başka bir şey değildir. Oysa yine bu insanların ataları tarafından yapılan bir sosyal tespitin dile getirilişi var. “Dünya bu insanların, hatta bir bu kadar daha fazlasının ihtiyaçlarına yeter, ama bir insanın ihtirasına yetmez.” diyerek materyalizmin ne korkunç bir tehlike olduğunu ortaya koyuyor. 

Yine Hasan Aktaş; “Carrel’e göre eğitimde “haşarılık, pislik, kıskançlık, riyakarlık, münafıklık gramer veya coğrafya bilmemekten çok daha ağır suçlardandır.” çünkü insanlığın toplumun ve ruhun yükselişi ihlas esasına dayanır.”(18) diyor. 

Carrel; “Medeniyet bir disiplin olduğu halde barbarlık bir disiplinsizliktir.”(19) diyerek, insan nefes almaya nasıl muhtaçsa, dine ve Allah’a da öyle muhtaç olduğunun önemini vurguluyor. Geçici bir dünyada, geçici bir insana muhtaçlığı kavrayan insanın, ebedi bir dünyada ebedi bir varlıklara muhtaçlık duymamasının mümkün olmadığını söylüyor Hasan Aktaş Carrel düşüncesi şerhiyle. 

“Eslafta ve Halefte Dekadanlık” 

Servet-i Fünûn’da başlayan dekadanlık tartışması güncel yaşamın bir parçası gibi her dönemde devam etmiş. Eskiye bağlılık ve gericilik anlamı olan dekadanlık kavramına baktığımız zaman hepimiz aslında kısmen dekadan değil miyiz? Yaklaşık bir asır öncesinde kalan Kemalist düşünce yapısını geliştirmeden hâlâ aynı şekilde sahip çıkmak dekadanlık değil mi? Dekadanlığın ne kadar süre önceye bağlılık tespit edilmiş mi? Ha Hz. Muhammed, ha Selçuklular, ha Osmanlılar, ha Mustafa Kemal dönemi, ne fark eder… Hatta öylesine dekadanız ki, yüz yıl önceki düşünceyi geliştirmek yerine, kendi çıkarlarımız doğrultusunda bir yüz yıl daha geriye götürecek kadar dekadanız. Osmanlılarda dekadanlık tartışmasını yapanlar bize göre daha az dekadan olmuyorlar mı? Ne dersiniz? 

“Muhasebe-i Edebiye Eslafta Dekadanlık ve
Şeyh Galip” 

Bu bölüm Hasan Aktaş’ça, Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun kaleme aldığı Ahmet Mithat Efendinin “Dekadanlık” adlı yazısına verdiği cevabın orijinalinin Latin alfabesine aktarılmasından oluşuyor. Anlamı bugün bilinmesi zor olan kelimelerin de bir sözlüğü verilmiş. Ben okumaya değer buluyorum. 


“Pozitivizm ve Fütürizmin
Şiirin Geleceğine Dair Kehânetleri” 

Batı ve doğu toplumlarında estetiği sorgulayan Hasan Aktaş, geçmiş zaman, yaşanan an ve gelecekteki estetik (sanatsal) metinlerin durumundan bahseder. 

Hasan Aktaş bizde kapsamlı bir estetik çalışma yapılmadığı için Hüseyin Cahit Yalçın’ın çalışmalarından söz etmekte. 

Batının materyal düşüncesi ve sanayi toplumu haline dönüşmesi insanların teknolojik gelişmeleri düşünmekten sanata ve estetiğe ayıracakları zamanın olmayacağı, endişesi taşıyan Ernest Renan ve onun görüşünü paylaşanlara hem Hüseyin Cahit, hem Jean Marie Guyau, hem de Hasan Aktaş cevap veriyor. Benim ilgimi en çok çeken Hasan Aktaş’ın düşünceleri oldu. 

“…Elbette ki artık bir Homeros, bir Virgilius, bir Shakespeare yetişmez, fakat gelecekte başka başka dâhilerin yetişmeyeceğini kim iddia edebilir ve kim bunun garantisini verebilir! 

… 

Bazı sanat eserlerinin eskimesi veya tarihe mal olması sanat eserinin ortadan kalkacağının bir göstergesi değildir ve olamaz. Sanat eserinin şekilsel özelliklerinin ne kadar değişirse değişsin muhtevası değişik değişik konularla sürekli olarak yenilenmektedir. 

Sanatının değerinin düştüğüne ve gittikçe halkın/avamın seviyesine ineceğine dair iktisadi ve siyasi merkezli görüşler de doğru olamaz. Zaten halkın kendisine has bir sanatı vardır. Halkın ürettiği kollektif sanat ürünleri farklıdır. 

Para kazandıran bilimlerin ve fenlerin varlığı sanatı ortadan kaldırmayacağı gibi, sanatın da bilimleri ortadan kaldırması sözkonusu olamaz… 

… 

Hükümetlerin ve siyasi rejimlerin sanatçılar üzerinde doğrudan doğruya bir etkisi yoktur. Dolaylı olarak güdülendirme ya da sindirme şeklindeki etkiler ise sanatı tamamen ortadan kaldıracak çapta olamaz. Belki de kim bilir, siyasi idare, yeni siyaset teorileri geliştirerek sanatı ve sanatçıyı sonsuz derecede destekleyecektir. 

Sanatçının üretebilmesi için her şeyden önce özgürlüğe ihtiyaç vardır. Bu hem siyasal anlamda bir özgürlüktür hem de iktisadi anlamda bir özgürlüktür. Toplumsal şartların olgunlaşması halk için ne derece ve ne kadar gerekli ise sanatçı için de en az o kadar gereklidir. 

Eskiden bazı kurum ya da kişiler tarafından sanatçılara maaş tahsis edilirdi. Sanatın yaşaya bilmesi için elbette ki sanatın ve sanatçının korunması gerekir. Sanatçının makam ve mevkiye tenezzül etmeden ve kimseciklere muhtaç olmadan yaşamını sürdürebilmesi gerekir ki sanatsal üretimini gerçekleştirebilsin. 

Sanatçıların takdiri ve tenkidi de oldukça gereklidir. Takdir ve tenkit sanatçının kendi kimliğini bulmasında önemli bir kilometre taşı olacaktır. Tenkitsiz bir sanatın vital yönünün eksik kalacağı âşikârdır.”(20) 

Görülüyor ki, sanat ve sanatçı konusunda Hasan Aktaş bizlere söylenebilecek öz bırakmıyor. 

“Hikmet-i Bedâiye Dair Sanat ve Şiirin İstikbâli” 

Bu bölümde yazar Hüseyin Cahit’in bir önceki bölümde üzerinde durulan estetik kaygısının tam ve orijinal metninin Latin alfabesine aktarılmış halini sözlüğüyle beraber sunuyor. Okumak muhakkak ki çok şey kazandıracaktır. 

“Edebiyat-Toplum ve Dil Felsefesi” 

Dilin insan hayatındaki yerinden söz ediliyor. Kimseyle konuşturulmayan bir grup çocuğun bir süre sonra teker teker öldüğünü söyleyen yazar, aynı akıbetin konuşamayan/konuşturulmayan toplumlar için de geçerli olduğunu söylüyor ve devam ediyor: “Hıristiyanlıktaki günah çıkartan papazların yerine bugün ruh doktorları ve psikologlar almıştır.”(21) diyor. Ve maddiyatla bir ilişki kurarak “Garibanlar hâlâ papazlara gidiyorlar, zenginlerse psikologlara gidiyorlar. Hâlbuki psikologun papazdan farklı olarak yaptığı hiç bir şey yoktur. Birisi paralı insanların, diğeri parasız insanların gittiği yerdir. Yani zenginler pozitivizmin kollarında mutluluğu arıyorlar.”(22) 

Bakın yazar dil ve önemi hakkında neler söylüyor: “Dil, öncelikle bedenin sözcüsüdür. Mide ise vücut şehrinin pazarıdır. Yürek his ve heyecanın kâbesidir. Akıl ise vücuttaki dengeleri sağlayan bir santraldir. Bedenin, yüreğin ve aklın sözcülüğünü yapan sadece dildir. Mide sosyal hayatın ekonomiye bakan yönü, yürek edebiyata bakan yönü, akıl ise ilim ve realiteye bakan yönüdür. Fakat bütün bunların kendi hallerince dilleri vardır. Ekonomi dili farklıdır, edebiyat dili farklıdır, ilim dili farklıdır.”(23) 

Yaratmayı bir hiyerarşik sıra yapsak düşünceden hemen sonra sözün yaratılan ikinci varlık olduğunu söyleyebiliriz. Bu kadar önemli olan şey yüzünden Cenab-ı Allah kendi sözünü dolaylı değil, doğrudan insana bildiriyor. Peygamber sadece bir aracı… 

İnsanın Tanrı’ya meydan okuması ve Tanrı’nın da insanın dilini bozarak meydan okumasına fırsat vermez ve birbirlerini anlamalarını engeller. Dolayısıyla anlaşmazlıklar çıkar. Bugün de Batı Dünyasının Adem’in konuştuğu dili keşfetme istek ve çabası içinde olduğunu yazardan öğreniyoruz. Tarihsel süreçte gelişen tek dil arayışı, sanat ve estetik çalışmaları, peygamber konuşmaları hep bu arayışın bir ürünü olarak gösteriliyor. Birileri düzeltirken birileri bozuyor. Yunus Emre’nin, Mevlana’nın dünyaca tanınması ve sevilmesi kullandıkları sevgi ve dil ile mümkün olduğu gibi, Hasan Aktaş’ın da dediği gibi Süleyman Demirel’in kırk yıl boyunca şapka alıp gitmesi ve tekrar getirilmesi de dili kullanmasıyla ilgilidir. 

Diller milletlere göre çeşitli tasniflere maruz kalmışlar, ama en beğendiğim ve ilginç bulduğum Hasan Aktaş’ın dil tasnifi oldu. 

“İnsanlar günlük yaşamda genellikle on dille konuşurlar: Bunları; mektup dili, tiyatro dili, şiir dili, dedi-kodu dili, küfür dili, medya dili, eleştiri dili, roman dili, sinema dili ve bilim dili olarak sınıflandırmak mümkündür… Bu yüzden bizim çocuklarımız ya annecidir ya babacıdır. Anneyi dost bilmişse baba düşmandır, babayı dost bilmişse anne düşmandır. Bu yüzden bizde egemen dil, dedi-kodu dilidir.”(24) 

Düşüncenin suç, söylemenin daha büyük suç olduğundan söz eden Hasan Aktaş, bizim toplum olarak düşündürülmemiz için çaba sarf edildiğini ve bu yüzden atasözü bile ürettiğimize dikkat çekiyor. Düşünmeyen toplumların hangisi şaheser ortaya koyabilmiş ki, biz koyalım. 

İnsanların okuma dürtüleri, okuduklarında kendilerinden bir şeyler bulabilmeleri ya da kendi ulaşamadıklarını, yaşayamadıklarını hayallerde seyretmeleriyle ortaya çıkıyor. Jack London, Steinberg, Hemingway, Edgar Allan Poe, Balzac, Maxim Gorky, Neruda, Tagore, Nazım Hikmet, Dostoyevsky, Cengiz Aytmatov gibi her biri başka bir ülkede yetişen yazar ve şairler bu yüzden dünyaca tanınıyor. 

Bir milleti var eden de yok eden de sanat, tehlikeli bir silah; ne yana çevirsen orayı yok ediyor. Bir gül bahçesi; kim girse mutluluktan kendinden geçiyor. O kadar… 

“Kelam-ı Âhir” 

Bu kitabın aceleye geldiğinden söz eden yazar, kitabın aceleye gelmesine sebep olanlar için içimizden geçeni dillendiriyor. 

“Bu tür şeylerin aceleye gelmemesi lazım amma, ne yapalım; memleket mazbut, ahali puşt, düşman kavi, tali zebûn…”(25) 

Bu bölüme bence tüm yazar, şair ve eleştirmenler okumalı. Hem kendi konumlarını belirlemede, hem karşılarındakini değerlendirmede oldukça yararlı olacak bilgi ve beceriler var. Selamlar, muhabbetler… 

17 Kasım 10
Ankara 

______ 

(1) S. :10 (2) S. :19 (3) S. :20 (4) S. :41
(5) S. :44 (6) S. :44 (7)S.:46 (8) S. :55-56 (9) S. :57 (10) S. :66 (11) S. :97 (12) S. :113
(13) S. :117 (14) S. :117 (15) S. :130
(16) S. :132 (17) S. :132 (18) S. :132 (19) S. :159-160 (20) S. :179 (21) S. :180 (22) S. :180 (23) S. :184 (25) S. :187 

 
Toplam blog
: 74
: 571
Kayıt tarihi
: 24.12.07
 
 

1965 Tortum doğumluyum. Ankara Gazi Üniv. Fen Edebiyat Fak. mezunuyum. T.D.E öğretmeniyim. İki ço..