- Kategori
- Ruh Sağlığı
KADIN KOKUSUNDAN KADIN KORKUSUNA
Erkekler kadına duydukları arzuya teslim olmak ya da bu arzuyla başa çıkmak arasında bir ömür geçirirler. Kadın gizemi olarak adlandırdıkları korkuları da bu yolculukta onlara daima eşlik eder. Kadın, korkunç Savaş Tanrısı Ares’i evcilleştirip uysallaştıran Aşk Tanrıçası Afrodit’tir. Kadın, ‘Temel İçgüdü’ filminde bütün kötülükleri yapan ama hepsi de yanına kar kalan Catherine Tramell’dır. Eski Ahit’e göre bir arslanı tek başına yenebilen, bir tapınağı kendi elleriyle yıkabilen Samson’a ihanet ederek yok olmasına sebep olan Delilah’dır. Ama asıl olarak kadın, bir erkeğin ilk hayal kırıklığını yaşatan, ilk acıyı tattıran annedir...
Erkek yaşamı boyunca bu gizli korkuyu saklamaya ya da yok saymaya çalışır. Bunu bazen kadına ihtişamlı bir sevgi gösterisi üzerinden yapar. Onu yüceltme, tapınma, ilgi ve hediyelere boğma davranışları ile kadınla uzlaşma yoluna gider ve korkmasına gerek kalmadığına kendisini inandırır. Ya da tam aksine kadını aşağılama, küçük görme ve şiddet uygulama tavırlarıyla bu korkuyu tamamen inkar eder. Kadının rahatlıkla başa çıkılabilecek, ezilebilecek bir varlık olduğunu düşünerek kendisini rahatlatır. Böylece her iki durumda da kendisine olan saygısını ayakta tutmaya çalışır.
Elbette erkeğin çocukluk döneminde anne korkusunun yanısıra baba korkusu da zihinlere yerleşir. Ancak çok daha kabul edilebilir olan bu eril korku, bir kadından korkmak kadar zedeleyici olmadığı için yeterince önemsenmeyebilir ve başa çıkılabilir.
Erkek bu yüzden bir kadına olan sevgisini, yok ediciliğiyle birlikte taşır. Kadına karşı aslında doğasında var olan arzu, kadının kokusuna duyduğu özlem, bir yandan da içindeki korkuyla harmanlanır durur. İçinde bir yaşam taşıyabilen kadın, sözde yok edebilen doğasıyla da erkek için başlı başına bir çelişkidir zaten.
Çocuğun ilk kadını olan anne onun gözünde ilk gizem nesnesidir. Bir yandan çocuğa yaşam verirken, gereksinimlerini karşılarken, haz ve mutluluk yaşatırken bir yandan da yasakları ve tabuları koyan, cezalandıran, tehdit edendir. Erişkinliğine bu duyguları taşıyan erkek bu ikircikli durumu hayatına giren diğer kadınlarla da yaşar. İlk kez anne tarafından reddedilen çocuk yetişkin bir erkek olduğunda reddedilmeye karşı aşırı bir duyarlılık geliştirir. Bunu aşağılanma, hiçe sayılma olarak algılar. Erkekliğine olan saygısı tehdit altına girer.
Özellikle kendinden oldukça genç ve kendine hayran olan kadınlarla birlikte olmayı arzulayan erkeğin bu ihtiyacı tam da kendisine eşit ya da üstün gördüğü kadından korkusu sonucu oluşur. Ya da kendinden beklentileri ve talepleri daha az olan kadın yani daha “kolay” kadın ile de özsaygısını daha kolay korur. Böylece kendini daha üstün hissedebilir. İlişki için daha kırılgan, naif kadınları seçer ki kadının gücü karşısında sarsılmasın. Toplumsal yaşamdan uzak, evde izole edilmiş olan kadın, dizginlerini elinde tutabilmek için daha idealdir. Dolayısıyla kadın, seçilen olmak için gittikçe daha uysal, boyun eğen ve sosyal hayattan daha uzakta yerini alır.
Elbette erkeğin çocukluk döneminde anne korkusunun yanısıra baba korkusu da zihinlere yerleşir. Ancak çok daha kabul edilebilir olan bu eril korku, bir kadından korkmak kadar zedeleyici olmadığı için yeterince önemsenmeyebilir ve başa çıkılabilir.
Erkek bu yüzden bir kadına olan sevgisini, yok ediciliğiyle birlikte taşır. Kadına karşı aslında doğasında var olan arzu, kadının kokusuna duyduğu özlem, bir yandan da içindeki korkuyla harmanlanır durur. İçinde bir yaşam taşıyabilen kadın, sözde yok edebilen doğasıyla da erkek için başlı başına bir çelişkidir zaten.
Çocuğun ilk kadını olan anne onun gözünde ilk gizem nesnesidir. Bir yandan çocuğa yaşam verirken, gereksinimlerini karşılarken, haz ve mutluluk yaşatırken bir yandan da yasakları ve tabuları koyan, cezalandıran, tehdit edendir. Erişkinliğine bu duyguları taşıyan erkek bu ikircikli durumu hayatına giren diğer kadınlarla da yaşar. İlk kez anne tarafından reddedilen çocuk yetişkin bir erkek olduğunda reddedilmeye karşı aşırı bir duyarlılık geliştirir. Bunu aşağılanma, hiçe sayılma olarak algılar. Erkekliğine olan saygısı tehdit altına girer.
Özellikle kendinden oldukça genç ve kendine hayran olan kadınlarla birlikte olmayı arzulayan erkeğin bu ihtiyacı tam da kendisine eşit ya da üstün gördüğü kadından korkusu sonucu oluşur. Ya da kendinden beklentileri ve talepleri daha az olan kadın yani daha “kolay” kadın ile de özsaygısını daha kolay korur. Böylece kendini daha üstün hissedebilir. İlişki için daha kırılgan, naif kadınları seçer ki kadının gücü karşısında sarsılmasın. Toplumsal yaşamdan uzak, evde izole edilmiş olan kadın, dizginlerini elinde tutabilmek için daha idealdir. Dolayısıyla kadın, seçilen olmak için gittikçe daha uysal, boyun eğen ve sosyal hayattan daha uzakta yerini alır.
Erkek kadından korkar çünkü kadın erkeğin bilinmeyen gizemli “kara kıtası”dır. Freud kadın ruhunu “kara kıta” olarak adlandırırken; “Kadın ruhu üzerinde 30 yıl çalışma yapsam da, benim bile cevap veremeyeceğim bir soru var: Bir kadın ne ister?” demiştir. Aslında kadın ne karadır ne de kıta. Keşfedilemez de değildir. Sadece karşısında, kadın gerçeğiyle yüzleşmekten korktuğu için onu keşfe çıkmayan bir erkek vardır. Erkeğin gözünde kadın; cinselliğiyle başedilemeyendir, cinselliği sınırsızdır, bu nedenle ihanete yatkındır. Kadın, erkeğin cinsel ve toplumsal iktidarını sürekli test edendir. Yazar Cezmi Ersöz: ”erkek yataktan yaralı kalkar” derken bize bunu bir erkek gözüyle tarif etmiştir. Kadın, kimi zaman şeytani güçlere sahiptir, sezgisel olarak daha güçlüdür, cadı farz edilip yakılması gerekendir. Kadın, içinden canlı çıkarandır, sırları ve tılsımları vardır. Dolayısıyla kadın erkeğin gözünde korkulası bir varlıktır.
İnsanın doğasında, korktuğu nesneden kaçınmak kadar o nesneye saldırmak da vardır. Saldırı bir yandan da korkulanla başa çıkma mekanizmasıdır. Bunun toplumsal sonuçları kadına şiddet, aşağılamak, özsaygısını yok etmeye çalışmak ve kendinden düşük bir yerde konumlandırmaktır.
Oysa ki erkeğin “kara kıta” sandığı yer düşmana ait değildir, kendi evidir. O evdeki kadını dinlerse sesini duyabilir: “Ben senin düşmanın değilim. Sana karşı bir zafer kazanmak hiç istemedim. Toplumsal değerlerimizi ve yargılarımızı birlikte yaratalım istedim. Seninle yol almak, üretmek, esaret içermeyen bir bağlılık, senin sınırlarını yok etmeyen bir özgürlük ve riyasız sevebilmek tüm derdim. Sahip oldukların ve olmadıkların için yargılamak da değil niyetim. Kırmızı rujum, yüksek ökçelerim korkutmasın seni, öldüren cazibe değilim. Sadece kadın olduğumu hissetmek isterim.”
İnsanın doğasında, korktuğu nesneden kaçınmak kadar o nesneye saldırmak da vardır. Saldırı bir yandan da korkulanla başa çıkma mekanizmasıdır. Bunun toplumsal sonuçları kadına şiddet, aşağılamak, özsaygısını yok etmeye çalışmak ve kendinden düşük bir yerde konumlandırmaktır.
Oysa ki erkeğin “kara kıta” sandığı yer düşmana ait değildir, kendi evidir. O evdeki kadını dinlerse sesini duyabilir: “Ben senin düşmanın değilim. Sana karşı bir zafer kazanmak hiç istemedim. Toplumsal değerlerimizi ve yargılarımızı birlikte yaratalım istedim. Seninle yol almak, üretmek, esaret içermeyen bir bağlılık, senin sınırlarını yok etmeyen bir özgürlük ve riyasız sevebilmek tüm derdim. Sahip oldukların ve olmadıkların için yargılamak da değil niyetim. Kırmızı rujum, yüksek ökçelerim korkutmasın seni, öldüren cazibe değilim. Sadece kadın olduğumu hissetmek isterim.”