Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Nisan '12

 
Kategori
Deneme
 

Kadınlar üzerine

Kadınlar üzerine
 

Hans_Baldung


‘’Kadının gelişimi, bağımsızlığı özgürlüğü kendisinden gelmelidir. İlk olarak kendisini bir obje değil, bir kişilik olarak ortaya koymalıdır. İkincisi, hayatını basit, fakat zengin ve derin kılarak; kendi bedeni üzerinde başkalarının iddia ettiği tüm haklara karşı koymalı, istemediği sürece çocuk yapmamalı, tanrının, devletin, kocasının, ailesinin bir kulu olmaya karşı çıkmalıdır. Bu da hayatın tüm karmaşıklığını ve özünü anlamaya çalışarak, yani kendini toplumun fikirlerinden ve yargılarından özgürleştirerek olur.’’

EMMA GOLDMAN 

(…) Ve kadın ağacın meyvelerinin yenmeye değer olduğunu gördü, göze hoş göründüğünü gördü ve bilgilenmek için bu ağacın arzulanması gerektiğini anladı ve meyveyi kopardı ve yedi; kendisiyle birlikte kocasına da verdi ve o da yedi. İkisinin de gözleri açıldı ve çıplak olduklarını gördüler ve incir yapraklarını birbirine ekleyip önlerine örtü yaptılar…Ve Yüce Tanrı erkeği çağırdı ve ona şöyle dedi: “Nerdesin?” Ve erkek de dedi ki: “Sesini bahçeden duydum ve korktum; çünkü çıplaktım ve saklandım.” (…) Ve kadına şöyle dedi Tanrı: “Senin acılarını ve doğurganlığını artıracağım; çocuklarını acı içinde dünyaya getireceksin, arzuların kocana yönelecek ve seni o yönetecek.” 

Eski Ahit-Genesis “Yaratılış” 

İnsanlık tarihinin en eski metinlerinden birinde; kadın ve erkeğe dair en göz alıcı simgesel anlatımı; günümüze değin süregelen insan-insan çelişkisinin temelini buluruz. Hristiyanlığın öğretilerini ve dinselliğin gücünü görselleştirerek yaymayı amaçlayan; erken dönem Batı resim ve heykel sanatındaki ve kilise fresklerindeki ‘Adem ve Havva’nın Cennetten Kovuluşu’ tasvirleri “ilk günah” ın çeşitli anlatımlarını içerir. Ve birçok sanat tarihçisine göre; Batı resmindeki çıplak kadın imgelerinin kaynağı; Havva’nın işlediği günaha dayanır. Bu tasvirlerin çoğunda Adem ve Havva çıplaktır. Yukarıda gördüğümüz resimde “ilk günah”ın çarpıcı bir betimlemesiyle karşılaşıyoruz. Cennet Bahçesi’nde Bilgi ağacının yanında tüm saflığıyla Havva, Yılan’la özdeşleşen figür ise Şeytandır. Elmayı yemesi için Havva’yı kandırmak üzere sinsice yaklaşır. Kadın şeytan tarafından kandırılır, kadın erkeği de kandırır ve elmayı paylaşırlar, bir anda her şeyin ve kendi çıplaklıklarının farkına varırlar, ‘utanç’ duygusuyla tanışırlar, saklanırlar ama Tanrı ikisini de cennetten kovar, dünya cehennemine gönderir; kadını doğum sancısı ile simgeleştirilen acı ve kölelikle ve erkeği bitmek bilmez bir efendilikle ‘cezalandırır’. “Yaradılış” ın ya da ‘insanın dünyaya düşüşü’ nün hikayesi olarak oldukça ilginç bir anlatım kuşkusuz… Çünkü bu ‘başlangıç’ tüm geçmişi, şimdiki zamanı ve geleceği belirlemiştir. Bu ‘kadına bakış’ ın da başlangıcıdır. 

‘Köle-efendi diyalektiği’ üzerine düşünen Hegel’e göre; bir insanın kimliğinin oluşması başka bir bilinçli varlık tarafından kabul edilmesi ile başlar. Karşılıklı iletişim ve etkileşimin sonunda ‘ben’ ve ‘öteki’ kavramları anlamlı bir bütün haline gelir. “Öteki” algısı insanın kendi içinden başlar ve bir başka insana doğru yönelir ve en temelde iki cins arasında şekillenir. Dişi ve erkek… Doğanın iki bileşeni… 

İnsan ve toplum ikilemini açımlamaya yarayan İdeoloji kavramı ise; Louis Althausser’in tanımıyla; bir insanın ya da bir toplum grubunun zihninde egemen olan fikirler ve tasarımlar sistemidir. [ 1] Althausser, devletin iktidarını iki tür araçla topluma kabul ettirdiğini varsayar: bunlardan biri baskı aygıtı (hükümet, yönetim, ordu, polis, mahkemeler vb.) diğeri ise devletin ideolojik aygıtlarıdır (dini, öğretimsel, aile, hukuki, siyasal, haberleşme vb.) Din olgusu, yüzyıllardır toplumsal yaşantının belirleyici biçimlerini oluşturdu. Kadın ve erkeğe dayatılan –elbette özellikle kadına- katı toplumsal roller, din olgusunu iktidarın hegemonyasının en güçlü aracı olarak meşrulaştırdı. Bu bilgiler ışığında; toplumsal, ekonomik, sosyal ve cinsel alanda kabul gören Ataerkil düşünce sisteminin söylemine göre: “Kadınlar ve erkekler yalnızca biyolojik olarak değil ihtiyaçları, yetenekleri ve işlevleri bakımından da farklıdırlar. Erkekler ‘doğal olarak’ daha güçlü ve akılcıdırlar, dolayısıyla egemen olmak ve hükmetmek için yaratılmışlardır. Erkekler, rasyonel zihinsel yetenekleriyle dünyayı yorumlarlar ve düzene sokarlar. Kadınlar, çocuk doğurma ve yetiştirme yetenekleri dolayısıyla günlük yaşamın ve türün üretilmesi işlevini üstlenirler. Erkeklerin, kadınların cinselliklerini denetleme hakları vardır ama kadınların bu hakkı yoktur.”[2] Kadının ‘ötekileştirilmesi’ için egemen güçlerin, iktidarın, dinin ve erkeğin şartları ağırdır. Kadın ‘kabul edilmek’ için köleleşmek zorunda bırakılır. 

İşte; majörden minöre, ‘yaradılış’tan çekirdek aileye kadar, kadının zorlu mücadelesi… ‘Yaradılış’ hikayesini Hristiyanlık’ın kutsal kitabından alıntı yapmamın nedeni; yurttaşlık, modernizm, devrimler, birey, feminizm, ekonomik ve endüstriyel devrim vb. alanlarda, Batı tarihinin, dünya felsefi sistemlerindeki belirleyiciliği ile insan-insan ve insan-toplum çelişkisinin açıklanmasında anahtar görevi görecek olan “öteki” kavramının da Batı kökenli olmasıdır. Ancak kadının tüm semavi dinlerde (Hristiyanlık, Yahudilik, İslam) geri planda kaldığı yeni bir bilgi değil. 

Şiir yazdığı, döneminin ailevi ve toplumsal ataerkil, özgürlük karşıtı ve katı dinsel tabularına karşı çıktığı için kendi ailesi, kocası ve ülkesi tarafından aforoz edilen; çocuğundan koparılarak cezalandırılan İran’lı kadın şair Furuğ Ferruhzad (1935-1967)’ın ‘İsyan’ adlı şiirinin dizeleri, [3] yasaklar karşısında bir kadın yüreğinin en saf görüngüsünü anlatıyor bizlere: 

“ey tanrı! ey ölüme bulaşmış gizemli kahkaha 
ne yazık ki sana yabancıdır benim ağlamalarım 
ben sana kafir, sana münkir sana asi 
sana inat işte şeytan benim tanrım!” 

Furuğ Ferruhzad
 

Şimdi bir an kendimizi bir zaman tünelinden geçirerek ilk yaşam biçimlerine götürelim ve çevremize bakalım: gördüğümüz manzarada henüz evcil hayvanlar yok ve yabani, yırtıcı hayvanların çokluğu bizi ürkütüyor. Yarı açık kaba giysileri içinde kıllı bedenleri, adaleli, keskin gözleri ve dişleriyle, güçlü elleriyle kavradıkları keskinleştirilmiş aletleriyle ilk insanlar; avladıkları hayvanı kanlı canlı, çiğ çiğ yiyorlar… Kimisi ayakta kimisi yatar halde… Ve dipsiz kocaman, ürkütücü karanlık ve ay ışığı. Ateş yok; buldular bulacaklar… 

Bize göre bu, yaşanmaz vahşi korkunç bir yaşam (dı)! O manzarayı düşünmek bile bizi ürkütür. O günden bu güne doğa ve insan milyonlarca kez şekil değiştirdi, yeni düşünce yapıları doğdu, ikili kavramlar çoğaldı, zıtlıklar birbirleriyle savaşır oldu… Bugüne gelindi... Zaman tünelinden günümüze yol alındıkça ikili zıtlıklar, diyalektiğin yasasına uygun olarak savaşımlarla kızıştı, yok edildi ve yeniden var oldu. Doğa gereği kadın ve erkeğin birlikteliği zaman tüneli içinde çeşitli değişimlere uğradı. Doğadaki ve toplumdaki çelişkiler her şeyi kendine göre şekillendirdiği gibi kadın ya da erkeği de kendine göre biçimlendirdi. Ve şimdi tünelin ucundaki vahşi doğal yaşamdan bugünkü modern yaşam arasında gidip geldiğimizde, ilginç gelişmelerin ve değişmelerin paralelinde; insanın insanı nasıl köleleştirdiğini açıkça görmekteyiz. 

Şimdi ‘ilkel’ dediğimiz zamanlardan çok uzakta bir başka ‘ilkel’ liği yaşıyoruz. Sınıflı toplumun var oluşundan günümüze her akla gelen varlık; pazarı elinde tutan güçlerce kullanıldı. Sömürünün sürekliliği için insanlar arası her tür çelişki derinleşerek hayat buldu. Bu zıtlıkların ayrılığı ya da birliği sürekli sömüren güçlere fayda sağladı. 

Evet, dişi ve erkek bir zıtlıktır. Ama dünyanın her yerinde, her zaman çelişkinin altında ezilenlerin kadınlar olduğu ve kadınların zor durumda olduğu bir gerçek. Törelerin, adetlerin, gelenek ve göreneklerin etkin olduğu; ataerkil toplumların yaşadığı coğrafyalarda kadınlar daha çok baskı altındadır. Varsıllığın ve yoksulluğun doruğunda yaşamlarını sürdüren toplumlarda, kadınlar bir meta durumuna getirilmiştir. Zor koşullarda yaşamaya mecbur edilen ve onursuzlukla suçlanan kadınlar… Oysa ki, yoksulluğun yarattığı çaresizlikle boğuşan toplumların onurundan söz edilemez! Açlık onur tanımaz, aç olan insan erdemini yitirir. Açlığın çaresizliği insana akla gelmeyecek şeyleri yaptırtır. Hiçbir şey yapamazsa kendini yok eder. Yoksul insanların çok olduğu ülkelerde, zenginlik de bir o kadar zıvanadan çıkmıştır. Bu mutlu azınlık da çılgınlıklar içindedir, ne yaptığını bilemez haldedir… 

Bu zıtlıkların bir ucunun arşa bir ucunun batağa saplandığı toplumlarda haktan, kadın haklarından söz etmek iyimserlik olur. Burada kültür ve sanatın dibe vurduğu bir yaşam biçimi sergilenir; birileri her şeylerini satarken; birileri de hep alır. Ahlaktan, onurdan, erdemden söz etmek olası değildir. 

Sömüren sınıf kendi koyduğu yasaların bayatlığı içinde adaleti sağlayacak durumda değildir. Adaletin yerini bulup bulmaması da pek önemsenmez. Ekonomik dengelerin bozulduğu toplumlarda kadın, çocuk ve insan haklarından söz etmek lükstür. Gelenek, töre, örf, adet, bayatlamış yasalar, toplumun ön yargıları, ilkel sahiplenme duygusu, benim olmayan kötüdür mantığının yanında bir de ekonomik bağımlılık kadının insani haklarını elinden almanın ötesinde, ‘öldürüyor’. 

Kadının doğallığı, doğal yaşam döngüsü ona dayatılan zorlu bir göreve dönüştürülüyor! Kadın; doğurganlığından dolayı yavrusunu emzirme ve yaşatma iç duygusu sebebiyle yuvanın bekçisi ve sahibidir. Onun hamileliği ve sonraki evresi kadını evine doğal olarak bağımlı hale getirmiştir. Kadın, yaratıcı, hayatın kaynağı, bir anlamda hayatın özü ve ortağıdır. Çocuğunun biyolojik olarak gerçek sahibidir. O olmasa çocuk doğmaz ve büyümez. Kadının bu en önemli gücü ve yaratıcılığı, kalıcılığı; erkek gücünün zalimliği ile karşı karşıya kalmıştır. Geri kalmışlığın her mahallesinde eşi ve gücü olmayan tek başına yaşamak isteyen kadına karşı, toplum kötü bakarak, ötekileştirmiştir. Cinsel eğitim almamış bu yavan toplumun kişileri, bencil bir davranış takınarak, kendine iyi davranan kadına iyi kadın, demiş; kendine yüz çevirene, kötü kadın yaftasını gecikmeden yapıştırarak, onu yargılamıştır. Ya sev beni, ya da yok ol anlayışıyla, o’nu yok saymıştır... 

‘’Bizde bayana hesap ödetmek kitabımızda yazmaz.’’,"Kadınlardan yönetici olmaz.", "Çalışmak senin neyine?", "Sen ne anlarsın ki!", "Bu evde benim dediğim olur.", "Ben erkeğim, istediğimi yapmak zorundasın." Elinin hamuruyla erkek işine karışma’’ gibi toplumda yer etmiş beylik sözlerle kadın, hayatın dışına atılmış ve örselenmiştir. 

Ekonomik özgürlüğünü sağlayan kadınlar ise: ezilen, horlanan, emekçi kadınlar adına ‘alt yapısız’ bir destekle, yüzeysel çözümler getiriyorlar. Geri toplumlarda, çocuklar doğar doğmaz, cinsiyet ayrımcılığı ile karşı karşıya kalır. Aynı biçimde annesi de. Doğan çocuk kız olduğunda, toplumsal çevre tarafından aşağılanmak kaçınılmazdır. Eğer çocuk erkekse çocuk ve anneye anneye sonsuz özgürlük sunulurken kız çocuğuna yasaklar konulur. Ve ‘’Kızını dövmeyen dizini döver.’’ atasözü, burada hayat bulur. Bu, kız ve erkek çocuklar: ayrımcı, itici, dışlayıcı, aşağılayıcı, ayıplayıcı, ötekileştirici ve kıyıcı bir eğitimle, olumsuz bir yükleme yapıldıktan sonra yarının ‘potansiyel katil ve suçluları’olarak var olurlar. Erkek çocuğun çevresiyle ilişkileri, ailesi ve aile yakınlarınca desteklenirken; kız çocukların arkadaş ilişkileri ‘evlilik asıllı’ olmazsa hoş karşılanmadığı gibi, kontrol aile ve aile yakınları altındadır. Erkeklerin her davranışı çevresinden destek görürken, kızların davranışı kontrol altında olmanın ötesinde suç sayılmaktadır. Bu yaşam biçimi toplumun suç trendini her gün bir kat daha artırmaktadır. Ne yazık ki bu bozuk gidiş de belli çevrelerin işine gelmektedir. Kadın ve erkek arasında yaşanan birlikteliğin; insan türünün devamı için, en olmazsa olmaz eylemsel halini ‘küfür edebiyatına’ kazandıran erkeklerimiz, ‘kadınlık durumunu’ konuşma dilinde her cümlenin öznesi olarak her an her yerde tüketiyorlar. Bununla birlikte medyanın da, kadını bir cinsel obje olarak kullanması sonucunda kadın daha çok geri planda… 

Kadının o önemli edimsel gücünü tüketerek, onu küstüren, aldatan, döven, söven ve armağanlarla yeniden onu sömüren, sömürten sistem sorgulanmadığı sürece kadına yapılan şiddetin sonu gelmez. Bu yazıyı kaleme alırken; Birgün gazetesinde ‘’Başınızda beyiniz yok muydu bayan’’[4] başlıklı Sevgim Denizaltı’ın röportajı gözüme çarptı. Okudum, irkildim, korktum ve bir insan olarak utandım. Depremin ardından çadırlarda kalan insanlardan, taciz ve tecavüzden söz ediliyordu. Buradaki olay çok vahim ve içler acısı. Üç, dört ailenin bir çadırda yedi, sekiz metrekare yerde üst üste, bu iklim şartlarında kalmaları bir insanlık ayıbı ve suçudur; burada her türlü çarpık ilişki yaşanır! 

Oysaki Çin ile ilgili okuduğum bir haberde; on beş günde otuz katlı bir yapıyı oluşturdukları yazıyordu. Dokuz şiddetindeki depreme karşı durabilecek bir yapı inşa ederek, dünyanın en gelişmiş ülkelerini şaşırttılar. İşte insana verilen değer burada! Biz neredeyiz, ne haldeyiz ve nelerden söz ediyoruz? Deprem mağduru aileleri yerleştirecek konutları, yardım evleri olmayan devlet, yine deprem mağduru kadını suçlar. Nasıl mı? “Başınızda beyiniz yok muydu” diyerek. 

Kadınları korumanın, kadınlara ‘sığınma evi’ açmak, geçici yasalar ve koruma önlemleri yerine, daha kalıcı bir anlayışa gereksinimi vardır. Kadın, dizi programlarıyla toplumun insani değer yargıları, sosyo-kültürel yapısı sürekli aşağı çekilirse; bu yaşanan ensest, taciz, tecavüz, çarpık ilişkiler ve öldürme eylemleri hep artarak, olacaktır. Halk arasında yaşanan bu cebelleşmeden ise, sistemin sahipleri hep, her zaman kârlı çıkacaklardır. 

Toplumda her kanayan yaranın altından sistemin çarpıklığı çıkıyor. Olumsuzlukların önüne geçmenin yolu sosyo-ekonomik devrimden geçer. Sistemle hesaplaşmadığımız sürece hiçbir yara iyileşmediği gibi, sorunlar daha da kangrenleşecektir. 

Her dakika akan haberlerden biri kadına uygulanan şiddetle ilgili. Yaşanan her olay bir süre yazılıp, çiziliyor; sonra hemen hızla bir başka magazin haberle unutturuluyor. Sistemin ötekileştirici siyaset anlayışının sürdürüldüğü toplumlarda, ırkçı, gerici, oryantalist anlayış, insanları kategorize ederek; yoksulluğun kemikleşmiş yorgunluğu altında yaşatmanın ötesinde; kadınları ve çocukları gelenek ve törelerin önüne atarak ‘kurban’ edilmesi ne yazık ki bu zamanda da sürmektedir. 

Emma Goldman’ın çok önemsediğim dizeleriyle başlayan yolculuk, anlayışsızlıkların, acımasızlıkların ve eşitsizliklerin ilacı Nazım Hikmet Ran’ın dizeleriyle devam ediyor… edecek… 

(…) 
Analardır adam eden adamı 
aydınlıklardır önümüzde gider. 
Sizi de bir ana doğurmadı mı? 
Analara kıymayın efendiler. 
Bulutlar adam öldürmesin.
 
(…) 

Nazım Hikmet Ran 

İnsanlık ve kadın hareketi tarihinde hayata sınıfsal, sanatsal ve bilimsel dünya görüşüyle bakıp, yaşadığımız dünyanın daha güzel, daha yaşanılası olması için savaşım veren ve 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü hayata geçiren kadınları saygıyla anıyorum. 

Aydınlık güzel günlere... 

Canip Doğutürk 

Kaynak: 
[1] Louıs Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, İstanbul: İletisim Yayınları, 2000, s.47. 
Yücel Bulut, Oryantalizmin Tarihi, İstanbul: Küre Yayınları, 2004, s.11. 
[2] Fatmagül Berktay, Tektanrılı Dinler Karsısında Kadın, İstanbul: Metis Yayınları, 2000, s. 18 
[3] Furuğ Ferruhzad , Yaratılarım Aşktandır, Türkçesi: Haşim Hüsrevşahi, telos yayınları 
[4] Sevgim Denizaltı / Başınızda beyiniz yok muydu bayan 
http://www.birgun.net/actuels_index.php?news_code=1327831698&year=2012&month=01&day=29 

 
Toplam blog
: 18
: 1578
Kayıt tarihi
: 16.07.09
 
 

Eğitimci, Yazar ..