Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Kasım '10

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Kapadokya'da Tatil

Kapadokya'da Tatil
 

Şehirlerarası yollarda araç kullanarak yolculuk yapmaktan bir hayli keyif alıyorum. Kendimi tarif edemeyeceğim bir ruh halinde hissediyorum. Dingin, yumuşak, gerginlikten uzak bir ruh hali… Ve fonda hafif, sıkmayan, insan ruhunu kaskatı hale sokmayan bir müzik oldu mu, o yolculuğun damak tadı, lezzeti daha bir tarif edilemez hale dönüşüyor. Tatil zamanlarında ille de o uzun yolculuklardan birisini yapmanın arayışına, çabasına girişirim. Tatilden ziyade o uzun yolculuğu yapmak, o uzun yolu kat etmek, görülmemiş yerleri görmek, gördüğüm yerlere yeniden ve yeniden bakmak ve en nihayetinde o uzun yolculuğun tadına dolu dolu varmak… Bu hali ile o tatil denen olguyu yeniden tariflendirmek… Bu bayram tatilinde de benzer bir arayışa girmiştim. “Neresi, neresi?” sorusunun yanıtını geçtiğimiz ay içerisinde vermiştik eşimle birlikte, ve Nevşehir diyarlarına yelken açma kararı almıştık. Küçük bir kaya otelinin oyulmuş odasında, Peri Bacalarına nazır bir şekilde bayram süresini değerlendirecektik. Ama en nihayetinde benim için o uzun yolculuktu daha bir ayrıcalıklı olan. Sabahın erken bir saatinde çıkacaktık yola ve Isparta, Konya, Aksaray üzerinden kendimizi atacaktık Nevşehir il sınırlarının içerisine. Nitekim aynen öyle oldu. Güneşli bir Kasım sabahında düştük yola. Antalya o bildik sıcak ve nemli hali ile güne başlamıştı ve o ılık, sıcak havanın nezaretinde kendimizi Isparta’da bulduk. Antalya ile Isparta arası hepi topu bir saatlik yol. Hafif bir soğukluk vardı Isparta’da ama buna rağmen masmavi, pürüzsüz bir gökyüzü hakimdi Isparta’nın semalarına. Hiç ara vermeden Konya istikametine devam ettik ve Konya’ya girdiğimizde her yanda bir ölüm sessizliğini andırır hava vardı. İç Anadolu’nun bu büyük, bu devasa kentinde sessizlik her yana sirayet ediyordu. Her yer kapalı, her yer kendi içerisine kapanmış bir halde bayramın birinci gününe girmişti. O geniş caddelerin kaldırımlarında tek tük insanlar kol geziyordu. Açık tek bir tane dahi lokanta gözümüze ilişmedi. Etli ekmek yiyecektik. Konya’nın kendisine özgü etli ekmeğini…Ancak şehrin hemen dışında kalan bir noktada büyükçe bir lokanta bulabildik ve önümüze özenle hazırlanmış etli ekmekler geldi. Lezzetliydi… Öğle yemeği sonrasında yolumuza devam ettik. Konya sonrası güzergâhımız olan Aksaray’da soluğu aldık. Bildik bir Orta Anadolu kenti Aksaray. Küçük, sessiz, sakin bir kent Aksaray. “Aksaray” dendiğinde ya İstanbul gelir aklıma yada Niğde. Neden Niğde aklıma geliyor, bilemiyorum. Bilemiyorum zira Aksaraylı olup da kendisini Niğdeli olarak tanıtan hiç kimseye rastlamamıştım bu güne kadar. İstanbul geliyordu aklıma, çünkü İstanbul’un en renkli semtlerinden birisiydi Aksaray aynı zamanda. Sanırım İstanbul’da yaşayıpta Aksaray’a yolu düşmemiş kimse yoktur. İstanbul’da yaşadığım dönemlerde yolumun en fazla düştüğü semtti Aksaray. Zihnime iyiden iyiye yerleşmiş bir semt. Bir çok güzel ve kötü anılarımın olduğu semt. Anadolu’nun Aksaray’ı, Konya’nın o uçsuz bucaksız ovasının sonlarında bir yerlerdeydi. Küçüktü… Sadece il yapılmış olan ama bir mahalleden farksız hali vardı Aksaray’ın. Anadolu kentlerinin sanki ortak özelliklerinden birisi gibi… Isparta’da, Aksaray’ın biraz daha hallicesi. Ama Konya farklı… Konya büyük bir şehir… Orta Anadolu’nun büyük şehirlerinden. Geniş yollar, otobanlar, oteller, hafif raylı sistem…Modern bir kentte bulunması gereken hemen hemen her şey vardı Konya’da. Hele hele Konya’nın Meram İlçesi, anlatılır gibi değil. Konutların modern tasarımları hayli göz alıcıydı Meram’da. 

Konya Ovası… 

Uçsuzdu, bucaksızdı. O düz ovanın her yandan bir ufuk çizgisi vardı. Gökyüzü ve kara dört bir yandan birleşmişti. Düz bir asfalt ve o asfaltın sonunda Aksaray... Tepe yamaçlarına konumlanmış yar yar köyler… Çamura bezenmiş kerpiç evler… O evler birbirlerinin üstündeydi Aksaray, Nevşehir arasında. Nevşehir’de farksızdı Aksaray’dan. Bir mahalle, semt tadında bir orta Anadolu kasabası. Sadece il yapılmış olmak için il yapılmış bir kentti Nevşehir. 

Ve akşam saatleri geldiğinde ulaştık Peri Bacaları’nın diyarına. Ürgüp, Göreme, Avanos… 

Bir kaya otelinde ayırtmıştık yerimizi. Peri Bacaları’na nazırdı manzarası. Güvercinlik Vadisi’ni tamda yan cepheden gören bir yerlerdeydi. Hareketi bol, renkliliği hallice olan bir yerdi Göreme. Odamıza yerleşmemizin ardından soluğu Göreme’nin çarşısında aldık. Restaurantlar doluydu. Yer bulmanın mesele olduğu bir yer. Kıskandım pek tabiki. Zira bir turizmci olarak her şey dahil sistemin turizmi nasıl turizm olmaktan çıkardığına tanık olan şahsım için Kapadokya bölgesi turizm adına göz alıcı bir nefes alanı gibi. Kapadokya bölgesine gelen turistlerden bütün bir esnaf ve yöre halkı sonuna kadar yararlanıyor. Bölgenin pastasından o yörenin halkının cebine bir şeyler kalması çok güzel. Kapadokya bölgesinde otellerin büyük bir oranı oda+kahvaltı şeklinde hizmet veriyor. Bazı ender otellerde ise yarım pansiyon uygulaması var. Yarım pansiyon uygulamasını yapan otel sayısının da çok az olduğu söyleniyor. Ne varki oteller küçük. Genellikle yirmi ila otuz oda civarında ve bir hayli lüks dizayn edilmiş odalar. Odalar genel anlamda otantik bir havayı yansıtıyor. Kaya içlerine yapılmış olan bu otel odalarının geceleme fiyatları oda+kahvaltı 140 TL’den başlıyor. Bölgeyi ziyarete gelen turistler günün diğer saatlerinde bölgeyi geziyor ve bölgede bulunan esnaftan alış veriş yapıyor. Bu turizm karakteristiğinin bölgeye önemli katkıları olduğu belli. Zira Kapadokya bölgesindeki konutların kalitesi dikkat çekici. Konut kalitelerindeki durum bölge halkının turizmden iyi bir gelir elde ettiğini gösteriyor. 

Kapadokya Milli Parkı olarak da adlandırılan bölge 6 Aralık 1985 tarihinde doğal ve kültürel varlık olarak Dünya Miras Listesi içerisinde yer almış. Bölge hakkında söylenebilecek tek bir gerçeklik var… Büyüleyici bir görsel zenginlik… 

Kaldığımız otelin terasından Peri Bacaları nefis bir görsel şölen yaratıyordu. Kayaların içleri oyulmuş, sığınak haline getirilmiş. Putperestlerden kaçan Hıristiyanların sığınak noktası olmuş Kapadokya. 

Sabahın erken saatlerinden itibaren Kapadokya semaları uçan balonların mantar gibi bittiği sema haline dönüşüyor . Gökyüzü rengârenk balonlarla kaplanıyor. Turistler bölgeyi gökyüzünden izliyor. Ve balon turları bölgeye hatırı sayılır bir gelir getiriyor. Ama bence kaldığımız otelin terasındaki manzara hepsine bedeldi. Sabah erkenden yapılan kahvaltı esnasında Kapadokya’nın o uhrevi görüntüsüne takılıp kalıyorsunuz. Demli bir çayın eşliğinde sadece o doğal güzelliği izlemek bile yeterlidir diye düşünüyorum. Kaya içlerine yapılmış olan kiliseler, tapınma yerleri, ibadet alanları bölgenin kültürel alandaki zenginliğine işaret ediyor. Bir tarafta doğal bir harika, diğer bir tarafta o doğal harikanın içerisinde yaşamlarını sürdürmek zorunda kalmış olan insanların yaşam biçimlerine ilişkin hayli kapsamlı veriler. Her yerde binlerce yıl önceden kalma kiliseler var. Kiliselerde İsa’nın ve havarilerinin, Meryem Ana’nın resimleri mevcut. Yüzyıllar öncesinden yapılmış resimler. Turist sayısının bir hayli çok olması bölgeyi sıkı bir şekilde incelemenin önünde engel oluşturuyor. Her tarafta turistler var. En çok da Japon turistler. Bayramın ikinci günü kahvaltı sonrasında Açık hava Müzesini gezdik. Kiliseleri, sığınakları, ibadet alanlarını ve yerleşim yerlerini. Lakin dediğim gibi sadece gezdik. Yamaçlardan bölgeyi izledik. Bol bol fotoğraf çektik. Ve sonra soluğu Ürgüp’te aldık. Güzelim Ürgüp… Bir kasaba ancak bu kadar güzel olabilir. Şirin ve düzenli. 

Öğle yemeğini Ürgüp’te yedik. Yörenin en önemli yemeği hiç şüphesizki “Testi Kebap”. Ne varki servisin hızlı yapılması sebebi ile Testi Kebap hakkı ile yapılamıyormuş. Dolayısı ile yapılan Testi Kebapların paravan olduğunu söylüyor yörenin esnafları. Aksi halde hakkı ile yapılmış olan bir Testi Kebap yemek için yaklaşık dört saatinizi feda etmeniz gerekiyor ki sanırım kimsenin bu kadar fazla bir zamanı ayırmak lüksü yoktur. Ürgüp’te şarap evleri en fazla dikkatimi çeken şey oldu. Sanırım şarap seviyor olmamdan kaynaklı bir neden olsa gerek. Girdiğimiz bir şarap evinde birbirinden farklı dört şişe şarap aldık. Önce şarabı tattırıyorlar ve sonra beğendiğinizden paket yapıp veriyorlar. Şarapları aldığımız şarap evi genellikle şarapları telefonla aldığı sipariş üzerine satışını yapıyormuş. Türkiye’nin farklı noktalarından birçok tüketici müşterileri varmış ve restoranlara satış yapmıyorlarmış. Şarapları tadarken, şarabı yapan beyfendinin şaraplara ilişkin verdiği bilgileri dinlemek durumunda kaldık. Bize yaptığı en önemli tavsiye 2010 yılı üretim tarihli şarapları tercih etmememiz yönündeydi. Nedenini sorduğumuzda, iklimin çok inişli çıkışlı olduğu bir yıl olduğu için ve sıcaklık oranının geçtiğimiz yıllara oranla daha yüksek oluşunun 2010 yılındaki üretilen şarapların kalitesinde sorun yarattığını ifade etti. 2010 yılı üretim tarihli şaraplara ilişkin başkaca teknik detaylarda anlattı beyefendi ama o teknik detaylardan fazlaca aklımda bir şey kalmadı. Aynı gün Uçhisar’a geçtik ve kaleden bütün bir Kapadokya bölgesini izledik. Nefis bir manzara vardı. Masmavi ve pürüzsüz bir gökyüzü altında bölge bütün güzelliklerini bizim gözlerimizin önüne sermişti. Pek tabiki bu gezinti bizi bir hayli yordu. Akşam saatlerinde otele döndüğümüzde yerimizden hareket edecek halimiz kalmamıştı. Ama illede yemek yememiz gerekiyordu. O akşam yemeklerinin belkide en güzel yanı şarap içmekti. Yörenin sofra şaraplarını çok beğendiğimi ilave etmek istiyorum. Kapadokya’ya gidecek olanlara sofra şarabı tatmalarını tavsiye ederim. 

Kapadokya bölgesinde en çok merak ettiğim yerlerden biriside Avanos’tu. Çömlekçilik hususunda hayli ilerlemiş olan bu küçük ve şirin kasaba tamda Kızılırmak nehrinin üzerine kurulmuş. Ürgüp ile Göreme arası mesafesi 10 km. Bayramın ikinci günü gittiğimiz Avanos’ta girdiğimiz bir çömlekçiden çömlek yapımını izledik. Teknik bir takım detaylar anlattı çömlekçi ustası. Birkaç dakika içerisinde istediği şekilde bir çömlek yapıyor ve kurumaya bırakıyor. Daha sonra pişirmeye gönderiyor. Altıyüz ila yediyüz derecelik fırınlarda pişiriliyormuş çömlekler. Çömlek yapımında kullanılan çamurlar Kızılırmak’tan toplanıyormuş. Bu kısa bilgilerden sonra usta kızımada bir çömlek yatırdı. Giydirdiği şalvarın içerisinde kaybolan bizim ufaklık bir türlü çömlek yapım aletinin önünden ayrılmadı ve uzunca bir süre o aletin üzerine koyduğu çamura türlü şekiller vermek için çabaladı. En nihayetinde ortaya küçük ve şirin kâse çıktı. Anı niyetine aldık ol kâseyi. 

Avanos’ta gezdiğimiz birçok çömlek atölyesi kaya içlerine yapılmış. Labirent gibi yerler. Aslında en fazla ilgimi çeken yanlardan birisi o kayaların içerisindeki labirent misali satış mağazalarıydı. Atölye olarakta kullanılan bu yerlere için daha çok kültür evi tanımlaması yapılıyor. Zira girmiş olduğumuz bir çömlekçi mağazasının duvarlarında Nazım Hikmet’ten, Yaşar Kemal’e birçok edebiyatçının resimleri, şiirleri, özlü sözleri sergilenmişti. Çömleklerin üzerinde şiirler, özlü sözler yapılmıştı. Hoşuma gitmedi dersem yalan olur. 

Aynı gün Kapadokya bölgesine 70 km mesafede bulunan Kayseri istikametine yönümüzü çevirdik. Yaklaşık kırk dakikalık bir yolculuk sonrasında ulaştığımız Kayseri’de aynı Konya gibi Orta Anadolu’nun büyük kentlerinden birisiydi. Geniş yollar, düzenlik bir yapılaşma ve her halinden güçlü bir ekonomisi olduğu belli olan bir kentti. Kayseri kent merkezi hayli ilgi çekiciydi. Hareketli ve renkli… Bir an için kendimi İstanbul’un Taksim Meydanında hissettim. Zira oldukça geniş bir kent meydanı vardı Kayseri’de. Meydan etrafında tarihi yapılar, Kapalı Çarşı ve bir sokağı sadece sucuk ve pastırma satıcıları ile doluydu. Bir başka caddede birbirinden renkli markalaşmış giyim mağazaları vardı ve insanlar mağazalarda sıkı bir şekilde alış veriş yapıyordu. Pek tabiki Kayseri deyince ilk akla gelen mantısıdır. Bir yemek kaşığı içerisinde yirmi adet mantı tanesi girmez ise ona Kayseri mantısı denmezmiş. Kayserili bir arkadaşım anlatmıştı… Kayserili kızların mahareti yaptıkları mantıda gizliymiş. Şayet bir kızın yaptığı mantı, yemek kaşığına yirmi adet olarak girmiyorsa o kız pek maharetli kabul edilmezmiş. Girdiğimiz bir restauranta yediğimiz mantı hakikaten Antalya’da yediğimiz mantılardan farklıydı. Aslın şahsım adına mantı yemekten pek hazetmesemde, yöresel yemeklere ilgim dolayısı ile Kayseri’nin mantısını tatmadan dönmek gibi bir davranışım olamazdı. En nihayetinde mantı, benim için hamurdan ibaret bir yiyecek. Yani bir nevi makarna… Ama her yöre kendi yemeğine bir anlam yüklemiş ve o yemeğini en iyi şekilde hazırlayıp, sunumunu yapıyor. Yemiş olduğum o Kayseri mantısından hayli memnun kaldığımı söyleyebilirim. Mantı, kızımın en fazla tercih ettiği yemeklerden birisi. Antalya’da sık sık kendisine mantı ısmarlamak durumunda kalıyorum. Haftanın bir günü kesin mantı yer bizim ufaklık. O gün akşama kadar Kayseri’de dolaştık. Caddelerini, sokaklarını gezdik. Muhafazakâr yönleri ağır basan bir kent Kayseri ama bahsi geçtiği kadar bir muhafazakârlık yoktu kentte. İnsanlar gayet rahat ve keyfince gündelik yaşamlarını sürdürüyorlar. Pek tabiki bu gibi kentlerde muhafazkârlığın dozundaki vaziyet oruç ayında ortaya çıkar. 

Akşam saatlerinde döndük Göreme’ye. Ve yine güzel bir akşam yemeği sonrasında devrisi günün planını yaptık. Hacıbektaş’a gitmeye karar verdik. Hacıbektaş Göreme’ye 40 km mesafede. Sabah kahvaltısından sonra Hacıbektaş istikametine doğru yola koyulduk. Avanos’tan devam edip yaklaşık yarım saatlik bir yolculuk sonrasında Hacıbektaş ilçesine ulaştık. Sade, kendi halinde bir kasaba…Hacıbektaş Dergâhı’nın bulunduğu bölge hediyelik eşyacılarla dolu. Türlü türlü hediyelik eşyalar tezgâhları süslüyor. Hacıbektaş Dergâhı bakımlı ve güzel bir dergâh… Yüzlerce yıl öncesinden bu günlere kadar taşınmış. Dergâhın hemen yanı başında Hacıbetaş-ı Veli Kültür Derneği… Etrafı gezerken yapılan bir anons ile kültür merkezinde saat 11.00’de başlayacak olan semah gösterisine ziyaretçiler davet ediliyordu. Saat 11.00’de kültür merkezi salonundaki yerimizi aldık ve tam saatinde semah gösterisi başladı. Yarım saatlik bu mini semah gösterisinde birkaç semah göstersinden örnek sundu semah ekibi. Daha sonrasında “Çilehane” olarak adlandırılmış olan bölgeye geçtik. Çilehane denen yer Hacıbektaş ilçesini tepeden gören bir yerlere kondurulmuş. İçerisinde bir delikli taşın bulunduğu ve bu delikli taştan geçenin günahlarının affolacağına dair rivayetler var. İnanç bağlamında kendisini koşullandırmış olan insanlar için önemli rivayetler bunlar. Çilehane’nin bir yerinde ziyaretçiler yemek yapıyor ve gelenlere dağıtıyor. Yine Çilehane olarak adlandırılan yerde Hacı Bektaş-ı Veli, Pir Sultan Abdal, Aşık Veysel gibi halk ozan ve düşünürlerinin büstleri var. Aşık Mahzuni Şerif’in mezarıda yine Çilehanenin bir noktasına konmuş. Sivas katliamında yaşamını yitirenlerin isimlerinin yazılı olduğu bir mermer taş aynı şekilde Mahzuni Şerif’in mezarının tamda yanına konmuştu. Ve bir başka noktada büstü yapılmış olan dört kişilik bir semah ekibi vardı. Çilehanenin en fazla ziyaret edilen yerlerinden biriside İlhan Selçuk ve Turhan Selçuk’un mezarları. Bir tepe üzerine yan yana konmuş olan İlhan Selçuk ve Turhan Selçuk’un mezarları sanırım o Çilehane denen yerin en müstesna yeriydi. Mazuni Şerif’in mezarının hemen önünde yine kendisinin büyükçe bir büstü vardı. Elinde bağlaması ile birlikte. İlhan Selçuk’un mezar taşında “Pencere” , Turhan Selçuk’un mezar taşında ise “Abdülcambaz” resmedilmişti. 

Hacıbektaş’tan akşama doğru Göreme’ye döndüğümüzde hayli yorulmuştuk. 

Ve Cumartesi sabah erkenden yeniden Antalya yolculuğumuz başladı. Saat tam 16.00 sıralarında Antalya’da evimizin içerisindeydik. 

Değişik, ve birbirinden farklı yerler görmenin tadı bir başka oluyor. Her ne kadar fiziksel olarak hayli yorucu olsada, değiyor. 

 
Toplam blog
: 1509
: 1145
Kayıt tarihi
: 07.08.07
 
 

Yazarım... Okurum... Öğrencilik yıllarımda çok yazdım... Kompozisyon derslerinde yazdım... Duvar ..