Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Mart '22

 
Kategori
Öykü
 

Kapıcılık şans işi

Maksut çöpleri atmış, servise çıkmıştı. Servisten geldikten sonra, yöneticiyle birlikte yapı markete boya almaya gideceklerdi. İşi çoktu yani… Merdiven ve girişin temizliği Havva’ya kalmıştı o gün.

Maksut, süzgeçli kovasıyla, saplı paspasıyla yapardı apartman temizliğini. Havva bir türlü alışamamıştı bu alengirli alet edevata. Kovadaki suyu güzelce köpürtüp, bezi kovada iyi bir döndürüp bileğine kuvvet sıkmadan, temizlik bezinin temizlendiğine inanmazdı.

O gün de merdiven sildiği bezi girişteki taşlığa attı. Kovadaki kirli suyu kapının önüne savurdu. Kovayı oracığa bıraktı. Naylon terliklerini şipildeterek içeri koştu. Hortumu musluğa takıp, musluğu açtı. Beli lastikli, uzun, basma eteğinin belini, etekleri ıslanmasın diye göğsüne kadar çekiştirdi.

Ağzında gevelediği çiklet çiğnenmekten çürümüş, takma dişlerine yapışıyordu. Takma dişle de çiklet çiğnenmiyordu ki! Çikleti fırlattı attı yolun ortasına. Kimin ayağına yapışırsa yapışsındı. O kadar ince fikirli değildi Havva. Yoksa boy boy beş çocuk nasıl büyütülürdü?

Terliklerini çıkarıp hortumu ayaklarına tuttu. Suyun sabunun içinde akşama kadar didinmekten ayakları akça pakçaydı. Terliklerine de su tuttu. Evden getirdiği, eskilikten küçülmüş süpürgeyi taşlığa çarpa çarpa yıkadı. Sonra da becerikli el hareketleriyle girişteki taşlığı yıkadı. İşi bitince hortumu yüzüne tuttu; terli suratını yıkadı. Sabah ezanından beri koşuşturuyordu.

“Zehra çorbayı yapmış olsa bari… Maksut aç gelir şimdi, yemek hazır değilse aksileşir!” diye düşündü.

Zehra, beş çocuğun en büyükleriydi. On üç yaşına yeni basmıştı ama hem evi çekip çeviriyor, hem de kardeşlerine bakıyordu. On yaşındaki Semra okula gidiyor, okuldan gelince bulaşıkta ablasına yardım ediyordu. O da ablası gibi zorunlu eğitimden sonra okumayacaktı. Sekiz yaşındaki Ferhat’la ikizi Nihat da okulluydular. Bir de en küçükleri, üç yaşındaki Kadriye vardı.

Maksut, ailesini köyden getirmeden önce oldukça zor günler geçirmişti. Köyleri kıraç, toprakları verimsizdi. Zaten, ufacık bir tarladan, iki inekten, dededen kalma yıkık dökük bir evden başka bir şeyleri de yoktu. Maksut, çareyi ailesini köyde bırakıp İstanbul’a iş aramaya gelmekte bulmuştu. Havva’nın, muhtarın pancar tarlasında ırgatlık yaparak kazandığı parayla aldığı bileziği satıp, yollara düşmüştü.

İlk zamanlar, İstanbul’da boyacılıktan lağımcılığa kadar denemediği iş kalmamıştı. Aldığı para yemesine içmesine, köpek bağlansa durmaz yerlerde barınmasına bile zor yetiyordu.

Sonunda, badanasını yaptığı bir okulun müdürü ön ayak olmuştu da Maksut, müdürün oturduğu apartmanda bir kapıcılık işi bulabilmişti.

Ailesini İstanbul’a getirdikten sonra ufak bir sorun çıkmıştı. Maksut, yöneticiye iki çocuğu olduğunu söylemişti. Beş çocukla gelince, Maksut’tan hesap sormuştu yönetici. Maksut:

“Ama beyim, iki çocuk işte… Ötekiler gız!” diye kendini savunmuştu.

Müdür, yöneticiyi bir kenara çekip Maksut’un çalışkanlığından söz etmiş, işe devam etmesi için onu ikna etmişti. Maksut’u işten çıkarmamışlar ama çocukları bahane edip verecekleri paradan kısmışlardı.

Havva bir koşu dördüncü kata çıkıp zile bastı. Sevil, söylene söylene kapıyı açtı:

“Kaç kere söyledim sana! Alarm zili gibi basma şu zile, dedim! Telefondaydım, kapadım. Ayıp oldu arkadaşıma.”

Havva, mahcup olup, başını öne eğdi; Sevil’e sigara paketiyle para üstünü uzattı. Merdivenlerden başı önde inerken Sevil seslendi ardından:

“Bana bak! Yarın sabah geç kalma sakın! Saat onda gelirsin. Öğleye kadar camlar, öğleden sonra koltuklar silinecek.”

Havva, merdiven sahanlığında durdu, yukarı baktı. Utana sıkıla:

“Yarın öğleden sonra Lerzan Hanım çağırmıştı. Çarşıda bir işi varmış galiba. Çocuklara bakacaktım o yokken. Sizde öğleye kadar çalışsam olmaz mı?”

Sevil’in suratı asıldı:

“Ben onu bunu anlamam. Yarın bütün gün bendesin. Madem gündelik veriyorum, bahane, kaytarma istemem. Lerzan Hanım başka zaman çıkıversin çarşıya!”

Havva, ikiletmedi. Merdivenden yorgun argın indi. İkinci kata gelince, 4 numaranın önünde biraz dikildi, cesaretini toplayıp zile bastı.

Kapının yakınında önce bir terlik tıkırtısı, arkasından bir şamar sesi duydu. Ardından Lerzan’ın beş yaşındaki yaygaracı oğlu Arda’nın ağlaması… Lerzan kapıyı açarken oğluna çıkışıyordu:

“Her zil çaldığında kapıya koşarsan, yersin işte böyle şamarı, aklın başına gelir! İn midir, cin midir, kimdir gelen! Sus! Ağlama!”

Havva, Lerzan’ın oğlanı dövmesinden ötürü kendini suçladı; Lerzan’ın karşısında ezilip büzüldü. Kapıda öfkeyle kendisine bakan bir çift yeşil göz karşısında ne söyleyeceğini büsbütün unuttu.

İki buçuk yaşındaki Beril, elinde biberon, çıplak ayaklarıyla badi badi koşarak geldi; annesinin kahverengi taytlı bacağına dolanıp gözlerini Havva’ya dikti. Bir yandan da biberonunun lastik memesini dişleriyle çekiştirip duruyordu. Arda, içini çeke çeke gözlerini ovuşturarak geriye döndü, koşarak çocuk odasına yollandı. Havva, kendini toparlayıp meramını söyledi:

“Af buyrun Lerzan Hanım, rahatsız ettim. Yarın çocuklara bakamayacağım. Sevil hanımlarda iş çokmuş.”

Lerzan bu işe çok bozuldu. Mutlaka çarşıya çıkması gerekiyordu.

“Öyleyse Zehra’yı yolla, o baksın çocuklara!” dedi.

Havva boynunu büküp aşağıya indi.

Sofrada Maksut’la çocuklar, çorbalarını kaşıklıyorlardı. Analarının geldiğini gören Zehra’yla Semra kenara çekilip, oturması için ona yer açtılar. Havva, eteklerini toparlayıp yere bağdaş kurdu. Sofra bezini dizlerine çekti. Sessizce çorbasını kaşıklamaya başladı. Bir ara kaşığı bıraktı elinden, konuyu açtı:

“Ben yarın bütün gün Sevil hanımlardayım. 4 numaradaki Lerzan Hanım da öğleden sonra çarşıya çıkacakmış. Çocuklara bakmamı istediydi. Artık Zehra bakıversin çocuklara. Ben zaten Zehra bakar, dedim!”

Zehra’nın suratı asıldı. Hiç hoşlanmamıştı bu işten. Annesine karşı çıktı:

“Ama anne… O çocuklar çok yaramaz! Benim lafımı dinlemezler ki… Düşüp bir yerlerini incitseler, benim başıma kalır!”

Maksut kıza ters ters baktı:

“Sus kız! Daha dünkü velet, utanmadan anaya babaya laf yetiştiriyor! Sana ne söyleniyorsa onu yapacaksın! Çok konuşma da git, tuzluğu getir!”

Zehra, sesini çıkarmadı. Annesiyle babası haklıydı. Koskoca apartmanın temizliği, alışverişi, çeri çöpü babasının üzerindeydi. Üstelik erkek kardeşleri okuyordu. Annesi de apartmandakilere temizliğe gidip evin geçimine, oğlanların okumasına yardımcı oluyordu. Kendisine de oturdukları kapıcı dairesinin temizliği, yemeği, çamaşırı falan kalıyordu. Annesi boş kalırsa çamaşıra, yemeğe de yardım ediyordu. On üç yaşında koca kız olmuştu Zehra. Elbette, annesinin yetişemediği işlere o koşacaktı. Köyde olsalardı; ya köyden birine vereceklerdi onu, ya da dam kürüyecekti, sığır güdecekti. Ayrıca babası bu kapıcılık işini çok zor bulmuştu. İş beğenmemek, nankörlük olurdu.

Hemen toparlandı, tuzluğu getirmeye koştu. Köydeyken tuzlukları bile yoktu. Çay tabağına koydukları kalın sofra tuzundan, tuzu çimdikle alıp serperlerdi tabaklarına.

Kapıcı kızı olduğu için gurur duydu.  Bu devirde kapıcı olmak şans işiydi.

 
Toplam blog
: 142
: 969
Kayıt tarihi
: 04.07.08
 
 

Yaşam, sorulardan ve yanıtlardan oluşmuş. Her soru, aynı zamanda kendinin yanıtı... Çift yumurta ..