Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Nisan '13

 
Kategori
Sosyoloji
 

Kapitalist sistemin hasta insanı

Kapitalist sistemin hasta insanı
 

Kapitalist sistem insanı


Marx’a göre insanlık tarihi, insan varlığının giderek gelişmesi, ama aynı zamanda giderek yabancılaşması anlamına gelmektedir. Yabancılaşmış insan dış dünyayı ve kendi varlığını, nesnesinden farklılaşmış özne gibi pasif olarak seyretmekle yetinmektedir. Bunalım meta toplumunun kapitalist sistem içerisinde hızla evrimleşmesiyle değişim değerinin kullanım değeri üzerinde giderek büyüyen bir egemenlik kurmasından ve bunun sonucunda, insanın ürününe, emeğine, topluma ve kendi varlığına yabancılaşması, bunları kontrol etme gücünü yitirmesinden kaynaklanmaktadır. Marx’ın yabancılaşma kuramı içinde üzerinde durulması gereken “emeğin yabancılaşması” olgusudur.

Marx’dan sonra da yabancılaşmanın üzerinde durulduğunu görürüz. Marx, en yabancılaşmış toplumsal sınıfın işçi sınıfı olduğunu savunmuş, yabancılaşmanın, insanların büyük çoğunluğunun ortak yazgısı haline gelecek ölçüde yaygınlaşacağını öngörmemişti kuşkusuz.

XX. yüzyıla gelindiğinde oranı giderek artan bir insan kitlesi, makinalardan çok simgeleri ve insanları kullanmaya, onlarla uğraşmaya başladı. Erich Fromm’a göre, “küçük veya büyük memur, satıcı, esnaf veya tüccar, özellikle hizmetler sektöründe çalışanların hemen tümüne yakını, bugün nitelikli işçiden çok daha büyük bir yabancılaşma içinde yaşamaktadır. Nitelikli işçinin işlevleri bugün dahi yetenek, beceri ve iş ahlakı gibi kişisel niteliklere bağımlıdır; “kişiliğini”, gülümseyişini ve hele hele inançlarını satmak zorunda değildir. Diğerlerinin varlığı ise becerilerinin yanı sıra, uysal, ılımlı ve istenilen doğrultuda kullanılabilir olmalarından ileri gelmektedir. Ancak tüketim açısından, özellikle bürokrasinin çeşitli kesimleri ile el emeğiyle çalışan düz işçiler arasında pek büyük bir fark bulunmamaktadır.”

Günümüzde her toplum ödenmesi gereken insani bedele bakmazsızın, maddi gereksinimleri ön plana çıkarmış ve bu amaçla mümkün olan en fazla maddi zenginliği gerçekleştirmeyi amaç edinmiştir. Ancak bu maddi varlığın insan ilişkileri ve insanların ruhsal yapısı üzerindeki etkilerine baktığımızda, suçluluk, alkolizm, ruh hastalıkları, uyuşturucu madde kullanımı, çeşitli psikolojik ve sosyo-psikolojik rahatsızlıkların yanı sıra, sınıfsal farklılaşma ve refahtan pay alma alanlarındaki toplumsal rahatsızlıların ne kadar yoğun olduğu görülmektedir. İnsanların artan yalnızlığı, aşırı atomlaşma ve tecrit duygusu, birbirlerine olan güvenin yok olması ve bunun sonucu gelişen bireycilik, kısacası insanların toplumsal yaşama ilişkin olarak geliştirdikleri tüm tinsel ve insani değerlerin yitirilmesi ile maddi refahın koşut olarak geliştiği bir gerçekliktir. Sonuçta maddi değerler maddi olamayan değerleri aşarak tümüyle egemen olmaktadır.

İnsan, kendisini diğer canlılardan ayırt eden temel özellik olan yaratıcılığına ve bununla birlikte toplumsal yaşamına ve oluşturduğu insani değerlere giderek tümüyle ters düşen ve yabancılaştıran bu maddi refaha ve onun kaynaklandığı rasyonalizm ve prodüktivizm ideolojisine baş kaldırıp eleştirmekten geri kalmamaktadır. Buna karşı çıkma, toplumsal zamanın artan hızından dolayı yeni kurallar ve değerler oluşturmayı engeller ve anomik (toplumsal sapma) ortamı hızlandırır. Yaşamın her alanında kalıcılık ölüp, geçicilik egemen olmaya başlar. Diğer yandan bu aşamada, insanın ürettiği nesneyle, diğer insanlarla, kendi emeği ve doğa ile bütünleşmesinin koşulları, artan işbölümü, teknokratik örgütlenme ve örgütsel karmaşıklık ortamında gerçekleşememekte, yabancılaşma giderek kalıcı ve yoğun bir hale dönüşmektedir. Refahın çok tüketebilmekle özdeşleştiği ileri kapitalist ülkelerde amaç, mümkün olan en fazla metayı pazara sürebilmek ve tüketilmesini sağlamaktır.

Artan tüketimin amacı, insanların insani özünü geliştirmeye yönelik olmaktan çok, onları düşünmekten, yaratmaktan alıkoyan ve yabancılaştıran bir kısırdöngü haline gelmektedir. Rasyonalizm ve prodüktivizm ideolojisi, pazar koşulları içerisinde en fazla üretmeyi amaçlayan bir toplumsal örgütlenme biçimi geliştirirken, bu örgütlenme içerisinde insanlar, yalnızca makinaların bir parçası ya da doğrudan bir üretim ama çoğunlukla tüketim aracı niteliğine dönüşürler. Bir insanın en fazla tüketebilmek için her şeyi yapmasının olağan olduğu bir toplumsal yapıda sınır, yalnızca diğer insanların bu özgürlüğünü yani tüketme özgürlüğünü sınırlamamaktır. Böyle bir toplumda her şey tüketim boyutunda anlam kazanır.

Zaman, mekan, eğlence ve hatta cinsellik bile metalaşıp tüketilirken, bunların insani içeriklerinden soyutlanarak pazarda satılan nesnelere ve anlamını yitirmiş etkinliklere dönüştüğünü görülmektedir.” Bu anlamda ileri kapitalist toplumun bireyi, her türlü yaratıcılıktan uzak, tüm toplumsal değerlere yabancılaşmış ve tek kuralın daha fazla tüketmek olduğu ortamda, temel hedef olarak tekdüzeliği içselleştirmek ve benimsemek durumunda kalmaktadır.

“Tekdüzeliğin dışındaki eylemler, yine özünden soyutlanmış arayışlardan ibaret olmaktadır.”Örneğin spor, artık insanın fiziksel gelişmesini ve sağlıklı yaşamasını sağlayan bir eylem değil, onu oyalamak ve vakit geçirtmek için dev örgütlerin tekeline aldığı bir meta alanı olmuştur. Sanatsal yaratı, anca pazardaki değişim değerine bağlı olarak bir anlam taşımaktadır. Müzik, dev şirketlerin tek merkezde oluşturduğu beğeni standartlarını aşamazken, dinleyicinin duygulanmasının derecesi aldığı uyuşturucu maddenin dozuna bağlı olabilmektedir.

Kadınlığın veya erkekliğin ölçütleri ve nitelikleri, tekelleşmiş moda evlerinin ve kozmetik sanayinin Pazar savaşımında belirlenirken, değişimin hızı da yüksek bir tüketim sağlamayı amaçlamaktadır. Toplumsal başarı, her alanda yüksek tüketim ile özdeşleşirken, tüm insani ilişkiler, sevgi, aşk, dostluk ticareti yapılabilen birer nesne olmuşlardır. Kapitalist toplum tinsel hazları vurgulayarak, sonuçta aşkı, estetiği ve diğer duyguları da metalaştırmıştır. Belki de cinsel özgürlük maskesi altında yapılmak istenen de budur.

Kapitalist pazarda bolluk ve tüketim, insanın doğa ve toplumla uyumlu yaşaması yerine, kaynakların kötü kullanımına ve israfa yol açan bir kaosa neden olmaktadır. Böylece, önlenemez hale gelen ruhsal yorgunluk ve gerilim, giderek amaçsızlığı ve anlamsızlığı egemen kılmaktadır. Maddi doyum sağlanmakta fakat ruhsal doyumda büyük bir boşluk yaşanmaktadır. Yok, olan birincil ilişkiler, yani aile, akrabalık, komşuluk... ilişkileri başka biçimlerde oluşturulan, tarikatlar, cemaatlar, dernekler, klüpler, kurslar gibi kurumlarla dengelenmeye çalışılırken ikili bir yabancılaşmaya düşülmektedir. Kişisel ilişkiler ve etkileşimin sıcak ve içten geleneksel yapıları çözülürken, yerine konmaya çalışılanlar da etkili, yönlendirici ve kalıcı olmamaktadır. Sonuçta bireylerin büyük bir bölümü için, rol sistemleri düzeyinde bir kopukluk söz konusu olmaktadır. Bu kopukluk, kişiliğin neredeyse şizofrenik bir biçimde parçalanmasına yol açmaktadır.

Yabancılaşmış gereksinmelerin öznesi, hatta kölesi durumuna indirgenen insan, artık zihinsel ve fiziksel bakımdan tüm insani yeteneklerinden yoksun kılınmıştır. Kendi bilincinde ve kendi kendine etkin olan bir metadan farksızlaşmıştır. Bu meta-insanın dış dünya ile ilişki kurması, ancak ona veya onun öğelerine sahip olması, onu kullanması, onu “tüketmesi” yoluyla gerçekleşebilmektedir. Yabancılaşmanın ölçeği büyüdüğü oranda, insanın dış dünya ile kurduğu ilişki giderek daha yüksek bir düzeyde ondan yararlanma amacına yönelik olmaktadır. Marx bunu şöyle açıklamaktadır: “Ne kadar az yer içer, kitap okursan, tiyatroya, dansa, meyhaneye ne kadar az gidersen, ne kadar az düşünür, sever, kuram yaratır, şarkı söyler, resim ve eskrim yaparsan, o kadar fazla sermaye biriktirirsin; güvelerin ve tozun yok edemeyeceği hazinen o kadar büyür. Kendin ne kadar azalırsan, o kadar çoğa sahip olursun; kendi öz yaşamını dile getirmenle dışsallaşmış yaşamını dile getirmen ters orantılıdır; yabancılaşmış varlığın gitgide büyür.”

Marx’ın amacı sadece işçi sınıfının kurtuluşu ile sınırlı değildir. Temelde onun için önemli olan, genel olarak insan varlığının kendisini çerçeveleyen yapay koşulları kırarak kurtuluşa ulaşmasıdır. İnsan varlığı özgür ve yabancılaşmamış üreticiliğine dönmeli ve nihai amacı, nesne üretimi değil, bütün yönleriyle gelişmiş ve kendini bulmuş bir insan olan yeni bir toplum yaratmalıdır.

Toplumsal yapı içerisinde özellikle de kalabalık gruplarda sadece elinde din kitabı bulunduran, bir sayfasını bile okumayan, dudaklarını sürekli oynatarak dua eden, otomatik tespih aleti ile her yerde zikir yapan insanın ruh halini normal karşılamak mümkün müdür? Özellikle bu ruh hali içerisindeki kapitalist toplum insanı, ruhunu dinginleştirmek, ruhsal sorunlarını çözümlemek üzere medite etkisi de olan din olgusuna sıkı sıkı sarılmakta orada da var olan kapitalist toplumsal örüntü ve din baronları aracılığı ile, saf inanç ve ibadet amacı ile dine yönelmiş insanları da sarmalamakta, anlamsız bir trajedinin kollarında insan ve insanlık can çekişmektedir. Çelişik, parçalanmış, şizofrenik kişilikli bireylerden oluşmuş bir toplumda yaşamanın zorluğu ise tüm çağın sorunlarını bilimsel analizini yapmış ve bu sorunların çözümlerini de bilen insanlara; yani bizlere ve sizlere düşmektedir.

Nizamettin BİBER

Uzman İnşaat Mühendisi

 
Toplam blog
: 887
: 2743
Kayıt tarihi
: 06.06.12
 
 

Yeni dünya düzensizliğinde insan olmaya çalışan ve okuyarak ne kadar cahil olduğunu gören, olayla..