- Kategori
- Siyaset
Kapitalizme Lanet Okumak

“Hah işte, kapitalizm böyle bir şey” diye bir serzenişte bulundum gece yarısına yakın bir saatte. Elimdeki kumandayı kenara bırakıp alt yazılara göz kabartmıştım. Irak savaşında bulunmuş olan askerleri konuşturuyorlardı. Asker oluşlarını, Irak savaşına katılmalarını, savaş sırasında yaşadıklarını ve sonrasını… Anlatılanlar, insanın içinin ürpermesine neden olan şeylerdi. Ve anlatılanları dinledikçe, kapitalizme karşı bir kez daha ve bir kez daha lanetler okumak durumunda kaldım. Eskiden de az lanet okumamıştım kapitalizme dair. Kapitalizm ortalığa saçtığı pislikleriyle yalın bir şekilde karşımıza dikildiğinde o lanet içeren cümlecikler ister istemez ağzımızdan süzülerek ortalığa dökülüyor. Nasıl lanet okumayacaksınız ki? O gencecik insanların saf halleri ile anlattıklarını dinledikçe, dünyaya egemen olan sermaye güçlerinin çevirdikleri dümenlere insan nasıl lanet okumadan durabilir ki? Ne uğruna olduğunu anlamamış gencecik çocukların tek bildikleri şey ülkeleri adına savaşmak ve her yaptıklarını ülkeleri için yapmış olmaktan övünç duymak… Ama her şey bitip gerisin geri evlerine döndüklerinde sorgulama işte o andan itibaren başlıyor.
O gencecik insanların zihinlerini ölmek ve öldürmek üzerine şekillendirmişler. Ve sebep budur ki, bunca genç insan bir türlü normal yaşama ayak uyduramıyor. En küçük bir sözlü çatışma veya anlaşmazlıkta, şiddetin her türlüsünü hayata geçirmekten çekinmiyorlar. Taa ki bellerinde ki silaha sarılıncaya kadar. Silahını yaşlı adamın kafasına nasıl dayadığını anlatan o genç, yaptığının ne denli normal olduğundan bahsediyordu. “Zor bir şey değildi ki. Kim bilir kaç insan öldürdüm” diyordu. Ya şimdi… “Sivil yaşamada aynı gözlerle bakıyorum” diye ilave ediyor. Gece kâbus görmeler, çevre ile diyalog kuramamak, bazen gün boyu kimse ile konuşmadan durmak… Oysa aileleri bu gençlerle övünç duyuyor. Sözüm ona bütün vatandaşlar bu insanları bağırlarına basıyor. Aslında bunların hiçbir anlamının olmadığını sivil yaşam süreci içerisinde adım adım kavramışlar. Kimisi “Vicdani retçi” dahi olmuş.
Ya diğeri… Ailesinin, akrabalarının kendisiyle nasıl gurur duyduğundan bahsediyordu. Göğsünün her zerresi, savaşta kazanılmış madalyalarla dolu. Ve o her bir madalya ailenin ve efradlarının övüncü olmuş. Oysa o gencin gözlerinden akan birkaç gözyaşı damlası her şeyi fazlasıyla anlatıyordu. Bir ara gülerek “Ailem ve akrabalarım benimle övünç duyuyor. Benim ne kadar masum insan öldürdüğümü bilseler, kırıp, döktüklerimi, talan ettiğim yerleri, insanların yalvarışlarını, insanların karşımda diz çöküşlerini görseler acaba benimle gurur duyarlar mıydı?” Bir diğeri… “Tarifi imkânsız olan bir utancın pençelerinde hissediyorum kendimi. Oysa ben Irak’a giderken her şeyi ülkem adına yapmak için gidiyordum.” İşte tam burada o genç acı bir gülümseme bırakıyor ortaya. “Ya şimdi… Bizlerden önü alınamaz caniler yarattılar” diye ilave ediyor. “Sokakta yürüyemez oldum. Kimseye güvenemez oldum. Gece yatağımda yatamaz oldum. Evime her an birileri girecekmiş gibi hissediyorum. Birilerini paramparça etmek, beynine bir kurşun sıkmak, sevmediğim, gıcık olduğum birisini yerlerde süründürmek benim için hiç de zor olmayan şeyler. Bize cani olmayı öğrettiler. Şimdi geri döndük ve bizi o halimizle ortalığa saldılar. Ne doğru dürüst bir tedavi, ne doğru dürüst bir iş…”
Amerikan savaş filmlerinde en çok işlenen konulardan birisi Vietnam savaşı olmuştur. Amerikan sermayesi, Vietnam’da yaptıklarını dünya kamuoyuna meşru gösterebilmek için, filmlerde kırk parende atarak Vietnamlıların savaş esnasında yaptıkları zulümleri sürekli dile getirdiler. Ama o dünya kamuoyu bir kez olsun Amerika’ya “Senin ne işin vardı Vietnam’da?” diye sormadı. Gerçi sorsaydılar alacakları cevap belliydi, “Demokrasi ve özgürlük getirmek için biz oralara gidip, savaştık”. Bu tuhaf söylemi Amerikan sermayesi her dönem de kullanmaktan imtina etmedi. Vietnam’a, özgürlük ve demokrasi için gittiler, Irak’a aynı kisvelerle gittiler ve gittikleri her yeri kan gölüne çevirdikleri yetmediği gibi, oralara gönderdikleri gencecik insanları da birer cani yaparak kendi toplumlarının içerisine saldılar.
Yıllar önce Ankara’nın karlı, buzlu bir havasında izlemiştim “Doğum Günü 4 Temmuz” isimli filmi. Ülkesi için Vietnam’da savaşmaya giden genç, her şeyi göze alarak bu kararını veriyordu. Arkasında sevdiğini bırakarak orduya katılıp, Vietnam’ın yolunu tuttu. Ölmeler, öldürmeler, yıkımlar, çaresizlikler, sakat kalmalar… Savaş bitip de ülkesine döndüğünde, muhteşem bir karşılama beklerken, hayaller kurarken, tam aksine protestolarla karşılaşması çok daha derin bir travmaya neden olmuştu. Ülkesi adına savaşmaktan gurur duyan genç, kendisine tepki gösterenlere inanılmaz düzeyde bir saldırganlıkla yaklaşıyordu. Bir süre sonra durumun ne olduğunu kavradıktan sonra, savaş karşıtı olan bir karaktere dönüştü. Savaş karşıtı her eylemin öncü aktivisti artık oydu.
Uzun bir zamandan beri bizim de ülkemizde benzer bir sorun var. Doğu, Güneydoğu bölgesinde askerlik yapanlar ve devletin çeşitli kolluk güç birimlerinde görev yapanların durumu yukarıda anlattıklarımızdan pek de farklı değil. Bunca genç insan çatışma bölgesine gönderiliyor ve o bölgede bir şekilde yaşamak zorunda kalışları, yaşayabilmek için çatışmak zorunda oluşları, emirlere itaat edişleri ve tam anlamıyla psikolojik birer travma yaşıyor oluşları, sonraki süreçte birçok sorunu da beraberinde getiriyor. Çatışma bölgesinde askerlik yapmak için yanıp tutuşan gençlerin, o bölgeye gidip de gerçeklerle yüzleştikten sonra yaşadıkları travmayı, geçtiğimiz yıl bir genç son derece ilginç bir şekilde anlatmıştı. Genç, milliyetçi düşüncelerle donatılmış ve askerlik öncesi ille de doğu, güneydoğu bölgesinde askerlik yapmak için yanıp tutuşan birisi. İstediği oluyor ve çatışma bölgesine gönderiliyor. Hem de henüz daha acemilik biter bitmez. Gördükleri karşısında inanılmaz düzeyde şaşkınlığa uğruyor. Hayatta kalabilmek için nasıl da öldürmek zorunda kalışından bahsediyor. Kurşunların nasıl kafasının üzerinden geçtiğini, hemen yanı başındaki arkadaşının yaşamını yitirmesine tanık oluşunu bir bir anlatıyor. Askerlik bitip de evine döndüğünde bir türlü sivil yaşama ayak uyduramıyor. Eşinden ayrılması, ikinci evlilik yapması, şiddete meyilli oluşu…
Dünyanın birçok bölgesi bezer çatışmalarla dolu. Ve gencecik insanlar daha doğru dürüst aşık bile olamadan, ne uğruna olduğunun dahi bilincinde olmadan, kuru bir vatan sevgisi üzerinden ölümün soğuk gölgesini üzerlerinde hissediyorlar. Sistem bu genç insanları birer cani karaktere dönüştürerek, yeniden toplumun içerisine salıyor. Arkalarından hiçbir anlamı olmayan kahramanlık destanı söylemlerini düzüp, çarpık bir toplum yapısının kilometre taşlarını döşüyorlar. Olan fakire, fukaraya, dışlanmışa, hor görülmüşe olurken, insanları caniye çeviren düzenin egemen güçleri magazin dünyasında boy göstererek keyiflerine her dem keyif katıyor. Cüzdanları şiştikçe, düzene daha bir egemen hale geliyorlar. Hadi gelin de kapitalizme lanet okumayın.