Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Eylül '17

 
Kategori
Öykü
 

Kaybolan Çocuklar

Kaybolan Çocuklar
 

Günümüze benzer, günümüzü aratan zamanlardan biri yaşanıyordu. İnsanlar et ve kemikten yaratıldığı, hayatlarının anlamsızlaştığını, daha da kötüsü boş anlamalarla oyalandığı, siyasetin ve dini kurumların gereksiz ticaretin oyuncağı olduğu, dünya ekonomisinin sözde balon gibi şiştiği için sadece para kazanmak, harcamak ve daha fazla harcayabilmek, boş umutlar, anlamsız hedefler,  uğruna hayatların harcandığı insanın çoğu zaman kendini boşlukta hem de koskocaman bir boşlukta yapayalnız hissettiği, kimi insanların hayat ve yaşamaktan aldığı zevkin sigara zevki gibi, kendisine zarar verdiğinin bilincinde olduğu ancak yine de vazgeçemediği, bizzat başkaları tarafından çevresine dışına kesinlikle çıkmayacağı görünmez dikenli tellerden daha acı ve ıstırap verici dairelerin çekildiği, kiminin güneş görmeden dünyadan ayrıldığı, kiminin güneşin altında zamanını bitirdiği, kiminin de her şeye sahip olduğu ancak asla kendini güvende hissetmediği, anlamsızlığın anlam kazandığı, insanların kendilerini modern zindanlara hapsettiği, insan hayatının kedinin kuyruğunu yakalamaya çalışır gibi kendi çevresinde dönüp durduğu gibi şekle büründüğü, çevresine çekilen dairenin farkında olup da çıkmaya çalışanların bizzat daire içindeki dostları hatta en yakınları tarafından tekrar mahkûm olduğu daire içine çekildiği, düşünmenin serbest, söylemenin zararlı,  delilerin akıllı, akıllıların deli, azların büyük ve güçlü çokların küçük ve güçsüz olduğu zamanlardı.

Zamanların anlamsızlaştığı anlarda aslında tüm dünya tarihi göstermiştir ki böyle zamanlar çok kuvvetli değişim veya değişimlerin olacağına dair çok kuvvetli bir belirtidir. Bu değişim insan kökünü kazıyacak bir savaş, bir göktaşı çarpması, sel felaketi gibi doğal bir felaket, medeniyetlerin Sümer gibi, Babil gibi, Mısır gibi neredeyse çok az bir iz bıraktığı, insan hafızasının tamamına yakının sıfırlanacağı olayların olduğu zamanlardır. Bazıları bunun ya farkındaydı, farkında olmayanların emrinde hayatta kalma mücadelesi veriyordu, ya da farkında değildi de durumda bir gariplik olduğunu seziyordu ancak anlamlandıramıyordu. Nasıl böyle olur diye düşüne, düşüne diğerlerinin yaşadığı hayatı onların kuralları ve onların inançları ile yaşamaya bölgesel olarak birbirinden farklı olmak üzere yaşamaya devam ediyordu.  Saatte üç yüz kilometre otobanda yol alan bir araçtan inmek ne kadar zor hatta sağ olarak aşağı inmek zor hatta imkânsızsa, dolmuş trenlere binen insan denilen yolcuların da çevresinden ayrılması mümkün değildi. Yanlışı, yanlışı doğrusu ise yine doğrusu olmak zorunda olan tek tip insan modeli vagonlarla birbirinden ayrılsa da aralarındaki fark sadece ilk vagonla son vagon arasındaki fark kadardı.

Böyle bir vagonu kendisine önder seçtiği kişilerin yaptırtan insan, vagonun yapım maliyetlerini, işçiliğini kendisi üstlenmişti.  Vagonlar bir noktada duracak işte ne zaman nerde, nasıl duracağından kimsenin emin olamadığı ve de düşünmek de istemediği, anını değerlendirmek ve dikkatini vagonlarla ilgili sorunlara vermemek için her türlü meşguliyet, mücadele zevk sefa âlemine dalan insan denilen bu varlık vagonlar raydan çıktığından ya raylar sona erdiğinde ne yapacağı konusunda pek kafa yormasına gerek yoktu. Çünkü vagonlarda insan öyle meşgul ediliyordu ki, dini kurallar, örf adetler, insanlar arası mücadeleler, savaşlar,  kısacası insanı düşünmemek üzere meşgul edebilecek her türlü acı ve neşe mevcuttu. Dolayısıyla insanlar ne olup bittiğini anlamak şöyle dursun doğuyorlar, yaşıyorlar ve ölüyorlar ancak tren yoluna hız kesmeden devam ediyordu. Bazıları bir gün bu tren durursa veya raylar sona ererse, tren saldırıya uğrarsa gibi ihtimali düşünmek istemiyordu.

Bilmemek; en büyük mutluluk kaynağıydı. Her zaman öyle olmamış mıdır? Bilen hemen herkes bildiği eğer değerli ya da sır bir bilgi ise bu bilgi zaman içinde insanın içini kemiren kurdu olmuştur.  İnsanı gam, ağacı nem çürütür denir. Bilgi kıskançlık malzemesi de olabilir.  Daireler içinde dönen insan kendi ekseni etrafında spin atar durur. Bu durum onun belki de farklı olabilmesinin önünde en büyük engeldir. Farklı düşünce sistemleri, bilimsel keşifler de ya zorunluluktan yani var olan bir soruna çözüm arama ve bulma zorunluluğundan ya yaşanan zamana göre cazip ödüller verilmesinden, daha da iyisi insan özgürce düşünmeyi düşünebildiği ve kendini hiçbir tehdit altında hissetmediği zamanlarda aynı zamanda yaşadığı devlet idaresi güçlü olduğu zamanlarda yapmıştır. Paranın dini imanı olmaz, diye bir inanış vardır. Aynı şekilde ilim adamları bilim adamları nerede değer görüyorlarsa oraya gitmişler eserlerini oraya vakfetmişler, güçlü ve hoşgörülü ülkeden damıtılanlar, lütuf şeklinde damıtılanlarla ya da suyunun suyu ile idare etmek zorunda kalmışlardır. Bu durum para, ilim adamı, bilim adamı için geçerli bir kural değildir. Aynı zamanda tüm havyamlar âlemi de el üstünde tutulduğu yerlere yuvalar kurmuş, kovalandıkları yerden kaçmışlar, inekler kendilerine en fazla değer veren, en iyi şekilde kendilerinin bakımını yapan, ihtiyaçlarını en iyi şekilde algılayıp ona göre çözüm üreten kişilere daha fazla süt vermişler, köpekler kendilerini besleyen insanlara bekçilik yapmışlardır ki, bu seçim sadece insanlara mahsus bir özellik şeklinde sunulamazdı zaten de sunmayı düşünmüyorum.

Bilgi niteliğine göre; kişiye sultan unvanına eş bir unvan sağlarken, sultanla uyum içinde çalıştığı sürece hayatı garantide olan bilgin, bilim adamı, ilim adamı yani bilgiye sahip ve bilgi taşıyan kişi ne zaman ki sultan, kral veya mevcut mitleri yöneten elitlerle ters düşmemek kaydıyla rahat yaşayabilir. Bu durum aslında çoğu zaman böyle oldu. İbn Sina’nın başına gelenler, köşe bucak kaçması, üzerine atılan onca suçlamaları hak etmiş midir? Yoksa benden olmayan, yok olsun mantığı o zaman da aynıydı. Günümüz yarı aydının sorunu bugün neyse, dün de aslında aynıydı. Dünyaya fikirleriyle nizam veren nice filozoflar dahi çoğu zaman kendi düzenleri, patronları olan kralların emirlerine amade yaşamışlardır. Büyük İskender’den günümüze filozoflar, bilginler yaşadıkları toplumların esas karar vericileri ile çoğunlukla aynı fikirde olmuşlar nadiren de olsa Fransa’da olduğu gibi Cezayir’in işgaline karşı çıkabilenler olmuştur ki bunlar da bir elin parmaklarını geçmez. Bilginler, düşünürler, filozoflar dogmalara karşı fikirler ileri sürdüklerinde en ağır cezalara çarptırılmış ve yaptıklarını, bilgilerini hayatlarıyla ödemişlerdir. Dünya dönüyor demenin cezasının ölüm olduğu zamanlar çok uzak zamanlarda gerçekleşmedi. Tesla gibi bir bilgin birçok kurum ve kuruluşun hedefi oldu ve mutlu yaşayıp mutlu ölemeden insanların arasından göçüp ebediyete intikal ettiler. Kuraldır; karışma, konuşma- bu kuralı hayatında rehber edinenlerin mutlu mesut olacağını söylerler. Kuralı koyanların haklılık payı elbette, filozofların başına gelenler görüldüğünde bu kuralı koyanlar haksız da sayılmazlar.

 

***

Henüz iki yaşında bir çocuk Rumlardan veya Ermenilerden kalma eski bir köy evinde dışarıya çıkıp kaybolmaması için evin dışarıya açılan asma kapısı kilitlendiği için ağlayıp duruyordu. Çocuk sürekli ağlıyor, bağırıyordu.

Evin camları küçücük, tabanı özel kesim dikdörtgen taşlarla örülmüş, özel olarak yapıldığı belli bir evdi.  Camları son derece eski ve şekli itibariyle yapım şekli ve kesiminden özel kesim metodundan çok yığma, belki de tıpkı demircinin çekiçle döverek sıkılaştırdığı ancak yine de düzleyemediği şekilde daha doğrusu şekilsiz ve son derece kirli bir görüntüye sahip olduğu için dışarıdan geçenlerin siluetlerinin ancak pencere açıldığı zaman kim olduğunun seçilebildiği, duvar tahtalarının bir kütüğün iki taraflı olarak baltayla yontularak yapıldığı, yapım tarihini köyde yaşayanların hiçbirinin bilmediği bir evdi. Köy dağ köyü olduğu için ağaç bulmak evi yapanlar için sorun olmamıştır. Yine de her bir ağacın balta ile yontularak duvar tahtası, döşeme tahtası yapılması zor olsa gerek. Duvarlarda kullanılan tahtaların en az on santimetre kalınlığında olması herhalde günümüzün ısı yalıtımı mantığının bir parçası olsa gerekti. Yaşı kesinlikle bilinmeyen evin en yeni kısmı elbette kıpkırmızı tuğlalarla kaplı çatısıydı. Her odanın içinde banyo yapmak için günümüz ebeveyn banyosu gibi kapalı bir dolap şeklinde kısmı olması buralarda yaşayanların daha önce birden çok gelinin ve oğlun aynı evde farklı odalarda yaşadıklarının da tabi göstergesiydi.

Köyde evlerin tamamının yapılma mantığı aşağı yukarı aynıydı. Evlerin çoğunun çatısı örtü tahtalarıyla kaplıydı. Yağmur sularının eve girmemesi için özel olarak çatıya dizilmiş tahtalar, yağmurlu havalarda pek sağlıklı olmuyordu. Genellikle aşırı yağmurlarda evin içine çeşitli kaplar konur yere düşen damlaların yerdeki tahtaları da çürütmelerinin önüne ancak bu şekilde geçilmesi hedefleniyordu. Basılan tahtaların da çürümesi demek, insanın bastığı yerin çöküp ev ahalisinin veya misafirin kendini hangi hayvan denk gelirse onun yanında bulması içten bile değildi. İki katlı olarak tasarlanan evde bir dışarı açılan ana kapı, diğer iki kapı da alt kattaki kapı ahıra giderken, diğer kapı içerinden ve tahtadan yapılmış bir merdivenle üst kata bağlanıyordu. Hemen her ev iki katlıydı ve alt katları evin inek, öküz, eşek veya atının bağlı olduğu ahırdı.

Bazı evlerin bacalarında şişeler dikkati çekiyordu. Bunun manası evde bekâr kız olduğunu ve evlenecek çağda olduğunu taliplilerin, başkalarının buna göre davranması gerektiğine dair önemli bir işaretti.

Evler işte böyle son derece ilkel ve zamanımıza göre çok da uzak olmayan bir zamanda, devletin köyün yerini belki de hiçbir zaman hatırlamadığı, köyde ebe veya sağlıkla ilgili herhangi bir hizmetin akla bile gelmediği zamanlarda, askerlik, okul, vergi ve resmi işler için devlet gerekliydi. Onun haricinde devletin onları tanıdığı, onların da devletin varlığından haberleri yoktu.

Köyde ebe namına sadece köy ebeleri bulunur, doktor yerine genellikle derin hocalara giden köylüler, tütsü ve muska gibi özel yöntemlerle tedavi olurlar, köyde kanser kalp gibi günümüz hastalıkları asla bilinmezdi. Doğanlar ya yaşar ya da ölürdü. Ölen çocuğa ahırdaki inek kadar üzülmenin olmadığı, ineğin ölümünden çocuk ölümünden değersiz olduğu zamanlar çok da uzak zamanlar değildi. Günümüzde de değerli olup olmadığı tartışılır.

Ölen birine usulen “neyi vardı” diye sorulduğunda, cevaben “hık, hık etti, gitti” derlerdi. Veya “ince hastalık” denirdi. Ölüm burada yaşamaktan daha normaldi ve şaşıracak bir şey yoktu. Bu ve bu gibi köylerde, ölmek kolay yaşamak zor, ölmek ödül yaşamak cezaydı. Ölene kurtuldu denir, yaşayana sabır dilenirdi de yaşadığı için.

Annesi ve evin tüm büyükleri evden tarlaya çalışmak için gitmişlerdi.  Bir çocuk ağlıyordu. Evin yanından geçmekte olan iki arkadaş bu arada köyün aşağısında bulunan ırmakta hem balık tutmak, hem de yüzmek üzere yola çıkmışlar aheste adımlarla tam evin yanından geçmek üzereyken, bir çocuğun ağladığını duydular. Kulak kabarttılar çocuk hala ağlıyordu. Evde yalnız olduğundan şüphelendikleri evin gayri ihtiyari kapısına yöneldiler. Kapı dışarıdan asma kilitle sağlam bir şekilde kilitlenmişti. Çocuğa seslendiler:

“Niye ağlıyorsun?  “Annen baban ya da senden başka kimse yok mu evde?”

Çocuk biraz çekindi, ama yine de cevap verdi: “yok”

Gençlerden biri tekrar sordu: “annen baban nerde?”

Çocuk: “tarlaya gitti”

Diğer genç: “Evde senden başka kimse var mı?”

Çocuk: “Bir pisik var” dedi.

Genç sordu tekrar: “pisik ne?”

Çocuk: “Kedi, kedi” diye tekrar cevap verdi.

Delikanlılar ne yapacaklarını birbirlerinin gözüne bakarak karar vermeye çalışıyorlardı.

Gençlerden biri: “ya şimdi çocuğu dışarı çıkarsak çocuk ne yer ne içer, evde yiyecek içeceği vardır, bana sorarsan çıkarmayalım derim ben”

Diğer genç: “Ya peki evde ateşle falan oynamaya kalkarsa, küçücük bir çocuk o. Ev zaten ahşap, ev de yanar çocuk da bence çıkaralım derim.”

Diğer genç ısrar etti: “ya biz karışmayalım, kaybolur falan. Dışarıda hem yılan falan sokar. Köpek ısırır, küçücük çocuk o”

Diğer genç: “Ya bunlar bizim uzaktan akrabamız olur, göz göre göre onun ağlamasına için dayanamıyor. İçim çok acıyor”

Diğer genç: “Peki, aşağı dış kapının yanına gelebilecek mi bakalım. Ya iç kapı da kilitliyse.”

Bu arada çocuk aşağıya inmişti bile kapının hafifçe aralanan kısmından küçücük elini uzatmış, gençlere bakıyor bir yandan da ağlıyordu. Sarışın kırmızı yanaklı en fazla iki yaşlarında bir bebekti daha. Kapı aralığından çocuğun eline yiyecek bir şeyler uzattılar. Çocuk açlıktan ölmüş gibi iştahla yiyordu. Kapının arasından çocuğun çıkarılması oldukça zor bir işti. Ama denemeye değerdi, dışarıda oynardı, oyalanırdı. Yine de karar vermek zordu. Vakit öğleyi biraz geçmişti. Evin sahipleri ancak akşam evde olurlardı. Nasıl bir vicdan bu çocuğu evde bırakmaya, akşama kadar ağlatmaya dayanırdı. Ama işte buraların kaderi buydu, sözün bittiği yerde bu köy ve bunun gibi kim bilir başka hangi köyler vardı?

Gençlerden biri orada bulunan baltayı aldı. Baltanın sapını kapının arasına sokarak, çocuğun çıkabilmesi için kapının kanadını hafifçe açmaya çalıştı, kale kapısı gibi olan evin dış kapısı açılacağa benzemiyordu. Çocuk ise umutla kafasını kapının arasına sokmaya çalışıyor ve üç can birden canla başla çocuğu dışarı çıkarmaya çalışıyordu. Çocuk nihayet kafasını kapının arasından çıkarmayı başardı. Kendisinden beklenemeyecek ölçüde kendilerine güveniyor ve gençler ne derse harfiyen yapıyordu. Ne de sonunda dışarıda olmak, özgürlük vardı. Oyun oynamak vardı. Zorlu bir uğraştan sonra gençler çocuğu dışarıya çıkarmayı başardılar. Yanlarında getirdikleri yiyeceklerden çocuğa ikram ettiler. Çocuk yıllar sonra bile o gün kendisini çıkaran nurlu yüzlü, güleç, sevecen, merhametli delikanlıyı hatırlar. Hele ki aile sohbetlerinde o gencin bu olaydan birkaç ay sonra bir trafik kazasında öldüğünü anlattıklarında zihnine kazındığından mıdır nedir o anı ve o özellikle de kendisini dışarı çıkaran kendisine leblebi, kuru üzüm somun ekmek veren genci ölümüne kadar unutmaz. İyiliğin unutulduğu sık sık insanlar tarafından tekrar edilse ve iyiliğe cevabın genellikle kötülük olduğuna dair bir yanlış inanış topluma yerleştirenler bu olaydan kısa süre sonra ölen hem de hayatı boyunca o merhametli gence minnettar olan, arkasından dua eden insan olmayı dilemeliler. İki yaşında bir çocuk hatırlamaz derler ki, bu çocuktan çocuğa göre değişen bir özellik olsa da on aylıkken dahi özel çocuklar birçok şeyi hatırlayabilirler, dolayısıyla her çocuk, çocuktur ve özeldir.  Yanlışı çocuklarının yanında yapan her ebeveyn şunu kesinlikle bilmelidir ki, yeni doğan bir fidanı hem de kendi fidanını kendi eliyle kesiveriyor…

Gençler biraz çocuğu sevdikten sonra çocuğun başını okşayıp ayrıldılar. Çocuksa gençlerin arkasından gözden kaybolana kadar bakıp sonra yeniden oyunlarına döndüler.

Akşama kadar toz toprak içinde oynayan çocuk evin önünde oturuyor, bekliyordu. Hava kararmaya başlamışken evin büyükleri geldiler. Anne, abla tarladan mısır kazmadan gelmişler, çocuktan büyük olsa da o da çocuk olan sekiz yaşlarında olan ağabey de evin ineklerini getiriyordu. Karanlık olmuş ve evde daha doğrusu köyde elektrik yoktu. Gazlı lambalarla işlerini gören insanlar, zaten gün boyu yoruldukları için hemen uykuya dalarlardı. Hepsi akşam yattığı yeri beğenir ve hemen uykuya dalardı.

Eve dönen ahali derhal işlere koyuldular. İneklerin derhal sağılması gerekiyordu. Evin kızının yemek yapması ya da varsa yemekleri ısıtması gerekiyordu. Hızlıca evin önündeki baltayla odunluktan birkaç odun alıp parçaladı eve götürüp ateşi yaktı hızlıca yemek yapmaya koyuldu. Büyük olan çocuk ise, sabahtan beri ahırda olan atı alıp hızlıca evin beş yüz metre uzağında olan köy çeşmesinde bulunan yalağa götürüp, atı sulamak üzere yola çıktı. Hızlıca herkes işine gücüne bakıyordu. İki yaşında olan evin en küçük çocuğunu ise hatırlayan yoktu.  Evde yoktu, evde olup olmadığının da kimse farkında olamayacak kadar yoğundu. Anne inek sağıyor, abla yemek yapıyor, ağabey atı suluyor hemen herkes aynı zamanda çok acıktığından ve ortalık da iyice karanlık olduğundan bir an önce sofraya oturmak istiyordu.

Herkes işlerini bitirmiş, abla da yemeği hazırlamıştı. Herkes sofraya oturmuştu, yemeklerinden birkaç kaşık almışlardı ki, akıllarına evin küçük çocuğu geldi.

Abla sordu: “.’ gören oldu mu, nerede?”

Hepsinin elinden kaşıklar bir anda sofraya düştü. Bir anda ellerinde fenerlerle odaları, odaların her tarafını yatak altlarını, tuvaleti, banyoyu, tavan arasını evde hemen her noktayı ahır dâhil aradılar. Yok, çocuk evde yoktu. Evde olması lazımdı. Kapı kapalıydı, dışarıdan kilitliydi o halde dışarı çıkamazdı. Ya camdan aşağı atlamışsa evin kenarlarına baktılar. Yok, çocuk hiçbir yerde yoktu. Evin yakınından başlamak üzere tüm komşulara sordular. Gören, duyan yoktu umutlar azalmıştı. Herkes telaş içinde çocuğu aramaya koyuldu, konu komşu da aileye destek olmak için el ele verip düşünmeye sorup soruşturmaya başladılarsa da nafile çocuk ortalarda yoktu.

Neden sonra köyden gelip, geçenler olmuş muydu araştırıp soruşturdular. Herkes, tarlada olduğu için evler genellikle gündüzleri kapalı olduğundan kimse kimseyi görememişti. Bir kişi hariç; köyün ebesi yaşlı bir kadın köyden öğleden sonra iki gencin köyün içinden geçerek gittiklerini gördüğünü ancak gidenlerin kimlerden olduğunu uzaktan gördüğü için seçemediğini söyledi. Bilinen tek ipucu bu ancak gençlerin kim olduğu, nerden gelip nereye gittiklerini de kimse bilmiyordu.

Çocuk adeta kuş olup uçuvermişti. Çocuk yoktu.

***

Gençler küçük bir çocuğu mutlu etmenin verdiği mutluluk ve coşkuyla, köyün hemen alt kısmında bulunan ırmağa gittiler. Dere boyu kâh balık tuttular, kâh serin sularda yüzdüler. Sırt çantalarında bulunan ekipmanlarla balıkları güzelce pişirip günün keyfini çıkardılar.

Dere boyu suyun akış yönüne göre gittiklerinden başka bir mahalleden evlerine giden gençler sabah saat altıda buluşup büyük bir şehre gitmek üzere sözleştiler. Sözleştikleri gibi sabahın altısında buluştular. Yola çıktılar, yürüyerek yolları üzerinde başka bir köye uğradılar ve onları bekleyen arkadaşlarının arabasına atlayıp yola çıktılar. Yeni bir hayata yelken açmak üzere çıktıkları hayat yolculuğunda tam hedefledikleri şehre girmek üzereyken, yorulan arkadaşlardan şoförlük yapan arkadaşları hariç uykuya dalmışlardı ki, büyük bir gürültü koptu. Arabaları bir kamyonun altına giren üç arkadaş ertesi günü gazetelerin üçüncü sayfasındaydı. “Üç arkadaşın hazin, sonu. Umuda giden üç arkadaşın sonu acı bitti” Haberin altında küçük bir açıklama yazısı, ölenlerin adları soyadları ve hangi il ve ilçenin nüfusuna kayıtlı olduğuna dair bilgiler ve bir fotoğraf karesi; kırmızı bir kamyonun altına giren bembeyaz ve ezilmiş bir otomobil ve yerde kıpkırmızı kan gölünün hemen yanında üzeri gazetelerle ötülmüş üç ceset…

***

Çocuk bulunamamış, sabah oluyordu.  İnekleri dışarı çıkarmamak lazımdı. Kaybolan çocuk aranmalı ve bulunmalıydı. Birkaç saat uyuyan ev halkı sabah ezanı okunmadan ayaktaydı. Gün ağarınca çocuğu tekrar kaldıkları yerden aramaya başlayacaklardı. Ölü ya da diri çocuğun bulunması gerekiyordu. Babaya haber verseler gelmesi bir hafta sürerdi. Zaten çocuk ölmüşse ertesi gün cesedi bulunacak olursa da cenazeye yetişemezdi. Telgraf çekmek için kasabaya gitmek, gelmek bile bir gün sürerdi. Mecburen eğer çocuk ölü bulunursa babaya haber vermeden derhal gömülecekti.

Ertesi gün, daha gün ışımadan evin ahalisi, tüm evin çevresini yine yeniden aramaya koyuldular ama çocuk yer yarılmış içine girmiş, bulunamamıştı.

Mahalleden komşular da günün ilerleyen saatlerinde çevreyi aramaya başladılar. Ancak mısırlarla birlikte ekenekler büyümüş olduğundan küçücük bir çocuğu bulmayı neredeyse imkânsız hale getiriyordu. Akşama kadar küçük çocuğu arayan köylü akşam saatlerinde köye gelen iki gencin cenazesiyle sarsıldı. Köyde salalar veriliyor, ertesi gün öğle namazına müteakip gençlerin defnedileceği bildiriliyordu.

Çocuğu son kez gören iki kişi de böylece, çocuğu en son görenlerin olduğu bilinmeden onlar da bu dünyadan göçüyorlardı…

Köylülerden birisi çocuğun babasına telgraf çekmeyi akıl etmişti, etmesine ama aile belki de kendisinden önce davranmış olacağını düşünerek bu düşüncesinden önce vazgeçti, sonra da aileye fikrini açmanın daha uygun olduğunu düşündü ve derhal ailenin onayını aldıktan sonra evin babasına; küçük çocuğun iki gündür kayıp olduğunu ve bulunmadığını acele olarak gelmesi gerektiğini bildiren bir telgraf gönderdi. Telgrafı ertesi günü alan baba, ancak iki gün sonra eve gelebildi. Eve geldiğinde ise çocuk halen bulunamamıştı.

Birkaç gün daha çocuğu arayan aile kasaba hoparlörlerinden duyurular yaptı. Jandarmaya gitti. Ancak çocuk daha nüfusa kaydettirilmediğinden zaten resmi olarak böyle bir çocuk dünyaya gelmemiş görünüyordu. Bu yüzden ilçe jandarma komutanından okkalı bir azar işiten evin reisi jandarmadan da umudunu kesmek zorunda kalmıştı.

En son umut ki; hiçbir bilimselliği olmayan bir yöntem ise; müneccim veya falcılara müracaat etmekti ki onun da maddi bir bedeli olmak ve herhangi somut bir bilgi olmamasına rağmen denize düşen yılana sarılır misali bir umut kapısı olarak son seçenek olarak falcı seçeneği kalmıştı.

Ertesi gün sabahtan yola çıkan baba falcının kapısındaydı. Kapıyı çaldı. Kapıyı yaşlıca bir adam açtı. Falcı kadına kaybolan çocuğunu soracaklarını, daha önce giydiği kıyafetlerinin olduğu bohçayı gösterdi. Bohçayı özenle açan yaşlı adam küçücük bir pijama ve el dokuması bir kazağı açtı, evirip çevirdikten sonra; “bunlar giyildikten sonra yıkandı mı?” diye sordu. Baba ise; henüz yıkanmadığını ancak bu kıyafetleri henüz bir yaşında iken ölen hastalanarak ölen*  abisinden küçük kardeşine kaldığını ve ağabeyinin ölümüyle küçük kardeşinin bu kıyafetleri kullanmaya başladığını onun da bir gün ansızın evden kaybolduğunu söyleyiverdi.

Adam bu duyduklarına pek sevinmişe benzemiyordu.

Yaşlı kapıcı sordu; “Abi ne zaman öldü?”

Baba: “Üç sene önce yazın öldü. Ondan sonra da kardeşi doğmuştu, ölmeden önce bu kıyafetleri o da giydiydi. Ağabeyi ölünce kıyafetlerini saklamıştık. Kardeşi doğunca kardeşi de bir müddet giymiş, doğrusu ben pek hatırlamıyorum. Muhanete muhtaç olmamak için yaz kış gurbet ellerdeyim. Çocuğun kayıp haberini alınca apar topar geri geldim

Yaşlı kapıcı babanın lafı uzatmasından pek hoşlanmamıştı. Baba ise bir umut olarak kendini savunmak, durumla ilgili bir an önce sonuç alabilmek için hiçbir ayrıntıyı atlamak istemiyordu. Ama yaşlı kapıcının adamı dinlemeye tahammülü yoktu. O kısa ve öz şeylerden bir de gelenlerin getirdiklerinden anlardı. Sordu yeniden;

“Buraya gelirken getirmen gereken diğer şeyleri de getirdin herhalde?”

Baba; “Getirmez olur muyum?”  derken cebinden daha önce hazırlamış olduğu parayı yaşlı kapıcıya uzattı.

Yaşlı kapıcı soran gözlerle: “Başka?”

Baba diğer elindeki çantadan tereyağı ve pekmez çıkardı: “bunlar da bizim tereyağımız ve kendi meyvelerimizin pekmezi”

Yaşlı kapıcı, adamcağızın elinden kendinden beklenmeyen bir hızla, kaparcasına onları aldı, bir yandan elindekileri içeri götürürken içerisi loş olan kapıdan içeri girdi ve “sen burada bekle, kabul edileceğin zamana kadar sessizce burada dur, sakın bir yere de ayrılma!” diye komut vermeyi ihmal etmedi.

Yaklaşık on beş dakika kadar bir zaman geçtikten sonra yaşlı kapıcı kapıyı açtı ve babaya içeri gelmesini söyledi. On beş dakikalık zaman ise adamcağıza bir gün kadar uzun gelmiş, buram buram terlemişti. Ama yine de loş evin içine gözlerini iyice açarak girdi. İçerisi oldukça karanlıktı. İçerde tütsüler yanmış olmalıydı. Koridoru geçerken hafifçe bir ışık sızan odadan oldukça kötü kokular geliyordu. İçerde engelli olduğu belli orada duran bir genç adam vardı. Ağzından salyalar akıyor, yavaşça hırlıyor ve garip dairesel hareketler yaptırdığı kafasını bir türlü dik tutamıyordu. Bu haliyle bir yılan gibi kıvrılıp duruyor, adeta kendisine talimat vererek oynatan bir yılan oynatıcısı varmış da yılan oynatıcının talimatıyla hareket ediyormuşçasına hareketlerini devam ettiriyor, arada bir durup gözlerini iyice açıp bir noktaya odaklanıyor ve boynu tekrar kıvrılıyordu. Tıbbi olarak boyun eklemleri süngerimsi dokudan oluşan bir canlıya benziyordu…

Umut olanların umutsuz vaka olmaları, buradaki en büyük çelişkiydi. Umut olanların umutsuz durumu elbette yanıltıcı olabilirdi. Tıpkı umut olarak görülmeyenlerin umut olması gibi umutsuzluk ve umut her zaman beklendiği sonucu vermemiş, beklenmeyen şey gerçekleşmiş beklenen şeyleri ise çoğu zaman ise gerçekleşmemiştir. Yanılgının özü, çelişki buradadır.

Koridorda dört tane kapıyı tam karşıdan görüyordu. En sağdaki kapıya yönelen yaşlı kapıcı usulca kapıyı açtı. Karşıda genişçe bir masanın başına oturmuş yaşlıca bir kadın bu masanın tek hâkimiydi.  Ellerini önünde birleştiren baba kapıcının önünde kadının şimdi tam karşısındaydı. Kadının yüzü pek net görülmüyordu.  Belirgin olansa görüp görmediği kesinlikle belli olmayan kadının gözleriydi. Gözlerinin görüp, görmediği kesinlikle belli olmadığı gibi, kanlı ve kocaman gözlerin beyazı ürkütücüydü. Ürkütücü olan gözleriyle aşağıdan yukarı doğru bakan, adam ürktüyse de sessizce bekledi.

Kadın ellerinde bebeğine ait örme kazağı eline almış, bir yandan da kadına bakıyordu.

Bu kazak dört yıl önce örülmüş, ören kadın yarısına kadar ördüğü kazağı tamamlayamadan, başkası tamamlamış. Kazağı ilk örmeye başlayan kişi ile bitiren kişi arasında kan bağı var. İlk kez bundan üç yaz önce giyilmiş, ilk giyen çocuk altı ay yaşadıktan sonra kazağı ilk örmeye başlayan kişinin yaptığı bir kaza sonucu ölmüş, hatta öldükten epey sonra anlaşılmış. Kazağı örenlerin kazak üzerinde göz yaşarları var bu da ilk kez giyenin kazağı örenlerin kazağa göz yaşı akıtmaları kazağı birinci giyenin ölümüne oldukça üzüldükleri bir kaza sonucu ilk giyenin bir yaz gününün akşamında öldüğünü söylüyorum. İkinci bir kişi bu el dokuması kazağı daha yakın bir zamanda giymiş, kazağı giyen kazağı örenle bağı var, senin ise daha zayıf bir bağın var. Hatta çok zayıf bir bağın var. Bu kazağı son giyen ise birincisinden daha canlı, bu da onun hayatta olduğuna halen hareket halinde koşar adım bir şeylerden kaçtığı görülüyor. Hatta şu anda hareket ediyor ama çevresinde kimse yok. İki tepe aşmış, bir tepenin yamacında ağaçların altında yürüyor. Yerden suların çıktığı bir yer var. Çamurlara bulanmış bir şekilde ilerliyor. Ayaklarının biri çıplak, üzerinde yatay çizgili, yeşil gri renkli bir kıyafet kazak var. Bir görünüyor, bir kayboluyor ama hala gidiyor. Kazağı örenlerden bayağı uzakta, uzaklaşıyor. Bu bebek geri dönüp, dönüp bakıyor ama hep ileri doğru gidiyor. Uzaklaşıyor. Belki de yaklaşayım derken uzağa çok daha uzağa bir daha gelmemek üzere gidiyor.  Benim diyeceklerim bu kadar başka bir şey göremiyorum.

Hiçbir şey anlamayan baba soru sormaya fırsat bulamadan yaşlı bekçinin koluna girmesiyle çıkması gerektiğini anlamış oldu. Kapıdan derhal çıktı, nefesi daralmıştı. Kendini dışarı attı ve derin bir nefes aldı.

Kapıcı adam; “sen bir şey sormadan o gördüğünü söyler, kendisine sorulması hoşuna giden bir şey değildir, gördüğünü zaten anlatır” dedi. Adam onaylarcasına sessizce başını salladı. Bu arada bir karı koca oldukları anlaşılan bir yakın köylerden olmadıkları kıyafetlerinden, ten renklerinden hatta kokularından anlaşılan iki kişi bekliyordu.

Yaşlı bekçiden ayrılan baba ayrılırken göz ucuyla bakarken demek ki “bu adamın da çocuğu kaybolmuş” diye içinden geçirirken aynı anda karısının önüne geçmiş ve ellerini saygı ifadesi gereği önünde birleştiren adam ise “herhalde bu adam da çocuk sahibi olamıyor ama nedense hanımıyla gelmesi gerekliyken yalnız gelmiş, hiç çocuk yapmak isteyen bir baba çocuğunu da almadan gelir mi” diye içinden geçirirken, içeriden çıkan adam ise aynı anda: “girin içeri de kendine evindeki boynunu dik tutamayan bir adama faydası olmayan kocakarıdan medet umun benim gibi elinizdeki avucunuzu da verin bakalım o zaman açılır gözleriniz” diye içinden geçirirken yaşlı kapıcı içeriden çıkan umutsuz babaya; “içinden geçenleri biliyorum. O kocakarı dediğin yüce insan sana gerekli tüm ipuçlarını verdi, ama sen anlamadın be cahil, iyice düşün ve git yoluna hadi bekleme buralarda çarpılmayasın sonra” adam düşüncelerinin bu şekilde yaşlı kapıcı adamca bu şekilde okunmasından hayrete düştü ve ardına bakmadan falcıların evi gözden kaybolana kadar koşar adım uzaklaştı. Yeterince uzaklaştığını anlayınca durdu ve bir sigara yaktı ve yavaşladı, düşünceli düşünceli yürümeye başladı. Hayallere dalmıştı…

Bir çocuk dünyaya geliyor, bir insan oluyor. Büyüyor ve büyüyene kadar oldukça zaman geçmesi gerekiyor

Kaybolan çocuğun babası uzun bir yolculuktan sonra, evine ulaşmayı başarabilmeyi umuyordu. Elleri boş, sırtı bükülmüş, umutları sönmüştü. Zaten çıktığı yol da yol değildi ancak bunu anlaması için buralara kadar gelmesi gerekmişti.            

 

 
Toplam blog
: 2271
: 163
Kayıt tarihi
: 15.10.14
 
 

Bugünün doğrusu yarının eğrisi, dost görünenler düşman ve herşey aslında zıddı olabilir. Büyük ih..