Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Nisan '08

 
Kategori
Felsefe
 

Kimin eli nerede?

El. Kökü beş parmak kadar el. İnsanın aklının işçisi el. Evrenin kim bilir kaçıncı gebeliğinin sonu, insanın doğumgünü, insanlığın göbek bağı, varlığının en önemli simgelerinden beş parmağın anası babası el.

Antropolojik araştırmalar sonucu varılan verilere göre aşağı yukarı yüz altmış bin yaşında el. Yani insana ait olduğu düşünülen en eski fosil yüz altmış bin yaşında. Acaba bu yüz altmış bin sene, insanın zamanî ve mekânî realitelerinden ileri gidilerek bakıldığında, bir elin ‘giriş bölümü’ müdür, ‘gelişme bölümü’ müdür, yoksa ‘sonuç bölümü’ müdür? El ‘çocuk’ mudur, ‘yetişkin’ midir, yoksa ‘ihtiyar’ mıdır? Bilinmez. Bilinemez. Çünkü ‘el’ ‘insanlık’ gibidir. Bir ‘el’in yaşından öte içinde bulunduğu ‘oluşum evrimi’nin adını doğru koymak için ‘el’in mutlak sonunu bilmek gerekir. Bu da mümkün değildir. Bu yüzden de ‘el’in ‘çocuk’ mu, ‘yetişkin’ mi, yoksa ‘ihtiyar’ mı olduğu sorusuna kesin bir cevap vermek mümkün değildir.

Peki, ‘el’in ‘oluşumu’ süresince sarfettiği evrimsel eforun grafiğini bezeyen ivmeye bir göz atarak ‘gelecek’ için akla yatar bir tahminde bulunmak mümkün müdür? Belli bir zaman dilimine kadar ‘evet’, ondan sonra ‘hayır’. Yani ‘evet’ ya da ‘hayır’, ‘yarın’ın hangi zaman dilimini kapsadığına bağlıdır. Yani yarının yaşını kaç bildiğimize bağlıdır. Yarının yaşını da sınırlı, sonlu insan aklıyla koymaya kalkışmak, hayatını birkaç ana sıkıştırmaya çalışmak gibidir. Yarın insanın aklında doğduğu gibi ölür. Kısacıktır ömrü. Hem de korkunç kısa. Bu yüzden tanrıların aklına emanet ederiz ya zaten yarınımızı. Korkunç kısalıktaki yarınımız uzasın diye. Kısacası, hem tahminlerimizin inandırıcılığının sınırının, hem de ne kadar ilahi aleme sığınarak bu sınırın ötesine taşabileceğimize inansak da o sonsuzluğa sınır yarınımızın ne olacağı hakkında pek de bir şey bilmediğimizin bilincindeyiz.

Peki, ‘el’in hem bebeğini uykulara, rüyalara okşayan bir anne, hem de gözümüzü uzay’ın astronomik derinliklerine dikebilmemize icatlarıyla imkan sağlayabilen bir bilim adamı olabildiği ‘esnek’ gerçeğinin hiç mi bugünden yarına yetişebilmiş satırları yok? Satırları var! ‘El’ ile ilgili dünden bugüne uzanabilmiş bazı ‘esnek gerçekler’ hatırımızdaki sarsılmaz yerini savunmasını öğrenebilmiştir. Bu yüzden ‘’el’ ‘el’den üstündür’ ya! Bu yüzden kimimiz ‘el’ini sıcak sudan soğuk suya sokmamak için yerinden bile oynatmazken, kimimiz susuzluğunu giderecek bir yudum damla su için ateşte yakmaya hazır ya!

Bu durumda hangi insan ‘el’ini ‘suçsuz’luğun temiz sularında akladığını iddia edebilir ki? Hem, temiz su kirlendikten sonra ‘ak el’le ne eylenir ki? Su kirlenmiş bir kere. İnanılanların sözde sahibi ilahi güç ile ‘el altından’ pazarlığa oturabilmeyi bile düşünecek kadar kokuşmak var bu ‘kir’liliğin sonunda. Ama insanın kendi ‘yarını’nın ‘el’inden kaçması mümkün müdür? Hayır! ‘Bir elin nesi var, iki elin sesi var’ deyiminden ileri giderek insanın bir eli dünü, diğer eli de yarını ise, ikisini birbirine vurduğu an da bugünüdür, yani birebir kendisidir. Dolaysıyla, yarın bir gün kopacak olan alkışın sesi, insanın kulaklarına kendi yarınının başarıyla üstesinden gelebildiği iyi haberini taşımalıdır. Ama iki ‘el’in sahibi biz insanlar bu tür değerlerin artık kalem bile tutabilen elimizle yazdığımız insanlık kitabımızdan kaybolmasının sonuçlarının üstesinden gelebileceğimiz yalanıyla avunuyoruz. Üstelik bu ‘yalan’ımıza da ‘gerçek’miş gibi davranıyoruz. Kısacası, ‘kir’ gerçeğinin de korkunç bir yanı kalmadı artık. Artık aklı ve ruhu kirlenmiş bazı pis ‘el’ler başkalarının ceplerinde şişkolaşıp şişerken, birçok temiz ‘el’ de o ceplere kumaş yetiştirmekten kırılmakta. Yani hemen hemen her şeyde ‘el’in parmakları, ‘taş teker’den ‘şamriyel’e, ‘şamar’dan ‘tokalaşma’ya kadar hemen hemen her şeyin altında, ‘el’in imzası var. Bunlar ‘el’ gerçeğinin hemen hemen herkesin aklına ve/veya gözüne ilişen satırlarıdır. Ama tercüme edilen satırlar da (yani esnek gerçekler de) düne ait dökümanlarda rastlanılan kelimelerden oluştuğu için ‘el’ ile ilgli gerçekler ne kadar bir hikâyede toparlanmaya çalışılsa da ‘el’ ile ilgili söylenilenler ve yazılanlar, sonu meçhul hikâyeye ‘satır’ olmaktan öte gidemiyor. Çünkü daha ‘hikâye’ye çook ‘satır’ var. Oysa ‘el’in ‘yarını’ndan dinleyerek ‘bugünü’nü anlatmak gerekir. ‘El’ in ‘dünü’nden ve ‘bugünü’nden insanın aklına ışıyan ‘esnek gerçekler’in ışığı doğrultusunda bürünebileceği ‘yarını’ hakkında zaten dünden çok ‘doğru’ şeyler söylenilmiş. Bu yüzden yarınımız ‘uzun ince bir yol’dur ya! Bilen bilir.

Peki, ‘el’in ‘yarını’ndan insanın aklına ışıyan ‘esnek gerçekler’in ışığı doğrultusunda ‘bugünü’yle ilgili bir şeyler söylemek mümkün müdür? Mümkün olması durumunda ‘el’in bugünkü tanımı nasıl bir şekil alırdı? İşte bu sorunun cevabını bulabilmek için ‘kazmak’ gerekir. Yarına yönelik tarihi kazılar gerekir. Futurolojik kazılar gerekir. Arkeolojik kazıların tersine, ‘kazarak eskiyi’ değil, ‘istifleyerek yeniyi’ bulmak gerekir. Zor iş. Ama insan ‘el’inin hep ‘zor işler’in üstesinden gelebilecek güçte olduğuna inanmıyor muydu? Evet! Yalnızca ‘insan’ değil, ‘el’ de kendisini ‘zor işler’in üstesinden gelebilecek güçte görüyor. ‘El’ yalnızca insanın dokunma duyusunun anteni ya da şunu bunu tutmaya yarayan bir ‘kavragaç’ değil, aynı zamanda ‘gücün’, ‘hakimiyet’in, ‘bolluğun’ ve ‘zenginliğin’ sembolüdür. El hesaptır, paradır, namustur. El şeytandır, melektir. El yasaktır. El özgürlüktür. El hem halktır, hem de padişah. El günahtır, sevaptır. El zevktir, kederdir.

İnsanın aklındakilerinin göze gelebilmesinin dili ‘el’inin birçok işin içinde parmağı vardır. İnsanlığın her ama her şeyinde elinin parmakları vardır. Demek ki insanlığın ‘yarını’ bir yerde ‘el’ini ne kadar eller üstünde taşıyabileceğine bağlıdır.

Peki, insanlık hiç mi elinin kıymetini bilemedi? Sorusu kötü bir cevabın kendisi iyi olamaz. Soru kötüdür çünkü ‘kötülüğü’ ‘varlığı’ndandır. Bu ve buna benzer soruların kökünün çoktan kurumuş olması gerekirdi. İşte bu yüzden cevap da kötüdür, hem de çook kötü, çünkü çok iyi bildiği, yani ‘el’ine ‘hekim’ diyebildiği, hiç bilmediği, yani ‘el’ine ‘katil’ demek zorunda kaldığı zamanlar olmuştur. Ama artık önemli olan bugünden itibaren kayıtsız şartsız ‘her zaman’ çok iyi bilmesi gerektiğidir. Önemli olan insanın, ‘el’ini aklamak için başına gittiği kaynağın suyunu aklamasının zamanının geldiğini bilmesi gerektiğidir. Öyle ya, önemli olan ‘el’imizi ‘bir şey’ için oynatmadan önce avucumuza adreslediğimiz ruhî tükürüğün temizliği değil midir? Eee, bu tükürük nereden geliyor? Tabiî ki insanın ‘el’ini yıkamak için gittiği ‘suçsuzluk’ kaynağının kendi kirinden pislenmiş suyundan! İnsanın kendisi temiz sular içip, ‘el’ine her seferinde kirli su içtirerek bir yere varamayacağını görmesi gerekir. Yoksa tükürüğünün temizliğinden söz edemez. ‘El’i temiz tutan yalnızca ‘suçsuzluk’ kaynağının temiz suyu değildir. Aynı zamanda beslendiği su kadar temiz olabilecek olan tükürüğünün temizliğidir.

Bu yüzden insanlığın ‘el’ini daima temiz tutması gerekir. Çünkü uzattığı ‘el’ini bekleyen avuç, kendi ‘yarınının’ içidir... Bu da böyle biline...!

 
Toplam blog
: 47
: 537
Kayıt tarihi
: 09.04.08
 
 

Freiburg Üniversitesi Nörolengüistik ve Felsefe bölümü mezunuyum. H..