Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Haziran '17

 
Kategori
Öykü
 

Kirpi

Kirpi
 

Çiftçi çukurdadır,

Çiftçi çukurdadır,

Haydi, peri kızı çiftçi çukurdadır.

 

Çiftçi hanımını aldı,

Çiftçi hanımını aldı,

Haydi, peri kızı,

Çiftçi hanımını aldı.

Kız, erkek bir gurup çocuk, el ele tutuşmuş dönüyoruz, Bahçelievler Lisesi'nin arka bahçesinde. Ekim ayının kuru sarılığı içinde neredeyse diz boyu pisi, pisi otları arasında dönüp duruyoruz. Anneme o kadar söylemiştim kısa pantolon giymek istemiyorum diye. Döndükçe otlar bacaklarımı çiziyor. İlkokul kısmından, Gölbaşı istikametinde göz alabildiğine sapsarı tarlalar. Okula en yakın ev en az iki kilometre uzakta. Şeref, zorla ittirdiği bir çocuğu halkada benim yerime soktu.

-Hadi koş bak sana ne göstereceğim.

Beraber, sarı tarlalara doğru, öğretmene gözükmemeye çalışarak, nefes nefese koşuyoruz.

Allah kahretsin bu kısa pantolonu. Isırgan otları bacağımı dalıyor. Üst sınıflardan üç beş çocuk yere çömelmiş, ters yüz ettikleri bir kirpiyi, ellerindeki çomaklarla dürtüklüyorlar.

Kirpicik dikenli bir top halinde, dikenleri kıpır, kıpır oynaşıyor. Birkaç dikeni de dürtüklemelerden kırılmış. Şeref, birden kirpiyi kapıp bana atıyor. İkimizde delicesine kaçıyoruz. Çocuklar arkamızdan koşturarak bizi taşlıyorlar. Dikenler ellerime batmış, ellerim kanıyor. Okula doğru var gücümüzle kaçıyoruz.

Çiftçi oğlunu aldı,

Çiftçi oğlunu aldı,

Haydi, peri kızı,

Çiftçi oğlunu aldı.

Düşürmeyeyim diye kirpiyi sıkıca göğsüme bastırıyorum. Göğsümde dayanılmaz bir acı var. Bizim sınıfın olduğu kısma koşuyorum. Çocuklar hala dönüyor, dönüyor, dönüyor, dönüyor, dönüyor.

—Attila bey, Attila bey!

Göğsüm feci acıyor.

Ovuşturmak istiyorum.

Bir el, kolumu tutuyor.

—Lütfen Atila Bey.

Yapmayın.

Elektrotlar çıkacak.

Serum iğnesini de kolunuzdan çıkartmışsınız.

Oldu mu şimdi?

Doktor Beyden azar işiteceğim sizin yüzünüzden.

Gözlerimi zorlukla açıyorum.

Haydarpaşa Numune Hastanesi, koroner yoğun bakımda, her tarafım bir sürü telle kaplı. Başucumda, kalbimle stereo bipleyen bir alet, göğsümde hala kirpi dikenlerinin acısı ile gerçeğe dönüyorum.

Göğsüm ağrıyor diyorum hemşireye. Nabzımı tutuyor bir eliyle. Eskisine nazaran daha düzenli atıyor diyor. Size bir hap vereceğim şimdi. Merak etmeyin, hem rahatlatır hem de ağrınız geçer. Tamam diyorum acıdan buruşmuş bir yüz ile.

-Ne hapı bu?

-Ativan.

Çok tesirli bir ilaç. Yarım bardak su ile hapı yutuyorum. 5 dakika sonra, bayağı rahatlattı. Göğüs ağrım ve acı geçti. Oldukça da mayhoşladım. Derin derin soluyarak huzurlu bir uykuya dalıyorum.

-Ati, Attila ….

Hadi eve gel artık.

Çorba yaptım çok güzel oldu.

Koşarak 2. Kata çıkıyorum.

Üç katlı bir apartman bu. Altımızda Ersin ağabeyler, üst katımızda da ev sahibemiz Sabiha Hanımlar oturuyor. Kocası Trakyalı emekli bir paşa imiş. İki sene önce ölmüş zatürreden. Babam hem subay, hem de Edirneli olduğundan birazda torpilli bulmuşuz bu evi. Ankara da böyle apartmanlar, bilhassa Bahçeli evler ve yöresinde çok az. Çoğunluk, tek katlı evler. Biz de Kırıkkale'den Ankara'ya ilk taşındığımızda, böyle tek katlı bir evde oturmuştuk. Naciye Teyzenin evi.

Oğlunun Niğde'den Ankara’ya tayini çıkınca da bu eve taşındık bizde. Babamı bir tek Pazar günleri doğru dürüst görebiliyorum. Hafta içi geç saatlere kadar Genel Kurmay da çalışıyor. Hafta sonlarında çoğunluk Sıtkı dayım bize geliyor. Annemin teyze oğlu. Büyük dayım benim. O da subay ama o genelkurmayın karşısında bulunan piyade alayında çalışıyor. Yeğenim Asuman’ı da yanında getirdiğinden, pazar günlerini iple çekiyorum. Asuman bize geldiğinde ya bir bez bebek veya da tahta takalarını getirir oynayalım diye. Bu hafta da yanında bir itfaiye arabası getirmiş. Tenekeden yapılmış kıpkırmızı renkli bir kamyon bu. Ön tarafta yan yana oturmuş, şoförü ile birde itfaiyeci var. Sağ kapı üstünde de bir kampana bulunuyor. Sağlı solluda merdiven var boyunca. Tabi bunlar hep resim. Bu tarihlerde Ankara da oyuncak hemen hemen hiç yok. Özellikle oyuncak satan dükkân da yok. Belki atılmış eski bir oyuncak buluruz diye sokağa çıktığımızda, Asuman ile evlerin çöplüklerini karıştırıyoruz. Arada sırada eski bir top, kolu kopmuş bir bebek, kuru boya renkli kalem falan da bulduğumuz oluyor. Bahçeye çıkarken annem tembih ediyor.

-Çöplük karıştırmak yok ha!

Bak Ati söylerim babana.

Gerisini sen düşün.

Çöplük horozlarına döndünüz be.

Sıtkı Dayım İstanbul da kapalı çarşıdan almış itfaiye arabasını. Bazen Cuma günleri yokuşun aşağısında kurulan pazara oyuncak getirirler İstanbul’dan. Tahta araba ve kamyonlar, sen yürüdükçe çın çın öten tahta çemberler, çeşitli takalar, mantar patlatan teneke tabancalar ve kızlar içinde bez bebekler. Ama bu itfaiye arabası gibi böylesine güzel bir oyuncak hiç görmemiştim. Ön tarafına annemden aldığım yorgan kaplama ipliğini bağladık. Akşam geç saatlere kadar bir ben, bir Asuman, yorgan ipliğiyle kamyonu çekerken, Eeeeee diye bağırarak koşturduk durduk bahçede.

Annem,

-Hadi Ati akşam oldu, gelin yukarı.

Sıtkı dayı gidiyor diye bağırınca, koştura koştura yukarı çıktık. 

E üzüldüm tabi.

Üzüldüm hem Asuman’ın, hem de itfaiye kamyonunun gidecek olmasına. Asuman anlamış ki üzüldüğümü, kapıdan çıkmadan boynuma sarılıp öptü beni.

-Üzülme Ati.

Yarın sabah erkenden gelirim dedi. İtfaiye kamyonunu da getiririm. Sen merak etme..

Ertesi sabah bize geldiğinde, bir baktım her iki elinde de bir kamyon var. 

-Merhaba Asuman nerden çıktı bu iki kamyon?

-Mümin abiye yalvardım bu kamyonu ikiye ayır diye.

Kız, Binbaşım bir anlarsa, öldürür beni dedi.

Mümin abi dayımlarda kalan hizmet eri.

(O tarihlerde subaylara, bir nevi uşak vazifesi görsün diye, askere gelen erlerden hizmetli verirlerdi.) İşte Mümin abi de onlardan biri idi.  

Neticede Asuman'ın yalvarmalarına dayanamamış ve keserle vura vura, teneke kamyonu ikiye kesmişti Mümin Abi. Asuman, ona da bir yorgan ipliği bağlamış ve bana hediye getirmişti. O kadar sevindim ki, hoplaya zıplaya ikimizde bahçeye koşturduk. O kamyonu hiç unutmadım. Sevginin sembolü iki tekerlekli kamyonlarımız. Herhalde aldığım en güzel hediye idi o kamyon.

Ankara Tıp Fakültesi'nde okuyan küçük dayım Mete Tan'da bizim evde kalıyor.

Annemin erkek kardeşi Mete dayım.

Dedem Afyon'da oturuyor. Anne annem 3-4 sene önce İstanbul'da kanserden öldü.

Yeni kurulan Demokrat partiden milletvekili adayı olacakmış dedem. Onun için Ankara’ya taşınamadı.

Geçen sabah erkenden, dayımın Afyon lisesinden sınıf arkadaşı olan Erhan abi geldi.

Kucağında tahta bavula benzer bir kutuyu masanın üzerine bıraktı.

-Ati, nerede Mete?

Kalkmadı mı daha?

-Daha çok erken Erhan abi herkes yatakta.

Hemen dayımın odasına koştum.

-Kalk, kalk dayı, Erhan abi geldi Afyon'dan.

Gözlerini ovuştura ovuştura salona geldi.

Erhan abi ile sarılıp öpüştükten sonra,

-Hayrola Erhan ne bu yahu?

Yoksa çeyiz sandığını mı getirdin yanında?

-Bak bakalım Mete beğenecek misin?

Amcam yeni döndü Fransa'dan geçen hafta. O getirdi bana bunu hediye. Küçük bir tahta bavul büyüklüğünde, deri kaplı bir kutu bu.

-Paris’ten almış amcam.

Cebinden çıkardığı küçücük bir anahtar ile kapağını açtı. İçinde, üstü yeşil renkli çuha örtülü, düz bir diske benzer bir şey var. Diskin sağ tarafında da, ucuna çaydanlık kapağı gibi bir şey takılmış, dirsekli bir kol bulunuyor. Çuha kaplı diskin tam ortasında, serçe parmağım boyunda demir bir mil var.

-Gramofon deniyormuş buna.

Müzik ve şarkı çalınıyormuş bu aletle.

Şarkı çalmak için 4 tanede plak almış amcam. Dayım, kapaktaki cepkenden plakları çıkardı. Açık kahverengi, büyük bir kâğıt zarfa benzeyen birer cepkenin içinde bunlar. Zarfın sol köşesinde şarkı söyleyen sanatkârın resmi ve ismi yazılı. Tam ortada da, boydan boya koca bir “VİCTOROLA” yazısı. Yazının altında, bir gramofon ve ona bakan bir köpek resmi var. Bu resmin altında da “His masters voice” (Sahibinin sesi) yazıyor.  Bu resimdeki alet Erhan abininki gibi değil. Alete, bir ucu sarmaşık çiçeği gibi açmış, büyükcene bir boru (megafon) takılı. Köpekte, kulağını yaklaştırmış bu megafondan dinliyor sahibinin sesini. Dayım, plakların üzerindeki etiketleri okuyor. Jealousy, Whistling Samba, Hernandos Hideaway, Jambalaya. Erhan abi kutunun yan tarafındaki kolu 30-40 kere çevirdi. 

-İşte makine böyle kuruluyor. 

Kağıt kaplardan birini aldı ve içinden plağı çıkardı. Simsiyah renkte ip ince düz bir tabağa benziyor bu plak denen şey. Tam ortasında da küçük bir delik var. Alet deki kadife kaplı tabağın üzerine yerleştirdi plağı. Diskin ortasında bulunan mili de plağın ortasındaki küçük deliğe geçirdi.

-İlk önce Whistling Samba’yı (Düdüklü samba) dinleyelim.

En çok onu sevdim Mete. Bir kutuda gramofon iğnesi getirmiş amcam. Sesi bu iğne çıkartıyor. Ses bozulunca da, yeni iğne takıyorsun gramofon koluna. Kolun ucundaki cıvatayı gevşetip bu iğnelerde birini taktı. Sonra da kolu çevirip iğneyi plağın dış ucu üzerine koydu. Hemen yandaki küçük elciği “marşe” yazan kısıma itince de disk ve üzerindeki plak dönmeğe başladı Enfes bir müzik sesi etrafı kapladı. Dat dat dat. Dattat dara dat, Dat dat dat. Dattat dara dat. Bongo sesleri, polis düdükleri, trompetler. İnsanı hoplatan, zıplatan bir müzik bu. Müzik sesini duyan Annem, kız kardeşim, ablam herkes salona geldi. Ne oluyor Mete diyor annem.

-Hoş geldin Erhan.

Gramofonu gösteriyorlar anneme.

Tabi bayılıyor.

Tek tek plakları çalıyoruz. Annem, en çok ta “Jealousy “ (kıskançlık) isimli şarkıyı seviyor.

“ Jealousy"

Oh how wrong can you be?

Oh to fall in love was my very first mistake

How was I to know ,

I was far too much in love to see?

Oh jealousy, look at me now

Jealousy, you got me somehow

You gave me no warning

Took me by surprise.

 

İşte Türkçesini de sizin için yazıverdim.

“Kıskançlık”

Ah ne kadarda yanılmışım?

İlk hatam, böylesine âşık olmaktı.

Bu kadar aşıkken sana,

Gerçeği nasıl görebilirdim ki?

Ah be kıskançlık,

bak ne hallere düşürdün beni.

Ah be kıskançlık,

en nihayet kanıma girdin.

Beni, hiç ikaz etmeden.

Birden bire ele geçirdin…..

O gece Erhan abi bizim evde kaldı. Sabah da dayım ile Tıp fakültesine gittiler.

Gitmeden Erhan abinin kulağına fısıldadım.

-Abi gidince söyle dayıma, sana o ölü dolu salonu göstersin. Merak ediyorum hakikaten var mı öyle bir yer.

Dün gece annem salona yer yatakları serdi. Ben de tutturdum ille dayımla yatacağım diye. Yataklardan birine Erhan abi diğerine de dayımla ben uzandık.

-Mete be,

Tıp öğrencileri ölüleri doğruyormuş derste diye duydum.

Doğru mu bu?

-Tabi be Erhan.

Keyfine kesip biçmiyoruz ki mevtaları

Ders çalışıyoruz onlarla.

-Korkmuyor musun lan?

Vallahi ben olsam çarpılırım diye ödüm bokuma karışırdı.

-Hoş, ilk başlarda benim de başıma geldi böyle bir korku.

Her halde sen olsan, kalpden giderdin inan ki.

Derslere başlayalı bir ay olmuş.

Morgda 40 – 45 masa var üstlerinde cesetlerin durduğu.

Üç saattir çalışıyorum İyice dalmışım yaptığım işe. Masada yatan cesedin kolunda bulunan sinirleri inceliyorum. Notlar aldım, resimler çizdim defterime. Kolda kaç sinir var diye saymam lazım. Meğerse ders bitmiş, her kez kantine gitmiş. Birden çok sessiz geldi morg bana. Sağa sola baktım kimse kalmamış. Bütün salon bomboş. Bir tek ben varım. Vallahi içim titredi. Üç Kuluvallah okudum ve Bismillah da çektikten sonra, elimdeki neşterin ucu ile ayıra ayıra sinirleri saymağa başladım. İşte ne olduysa üçüncü sinire dokunduğumda oldu. Bu sinire dokunduğumda birden kol havaya kalktı ve şırrak diye suratımda cesedin tokadı patladı. Allah diye bağırıp defter, neşter falan her şeyi yere fırlattıktan sonra dışarı koştum. Tam kapıdan çıktıydım ki hocam Doktor Şadan Bey’e şiddetle çarptım.

-Ne oldu Mete, yangın mı var?

Nereye kaçıyorsun böyle?

Nefes nefese, elim ayağım titreyerekten hocama olan biteni anlattım. Başladı gülmeye Şadan Hoca. Olan normalmiş. Sinirler böyle azizlik yaparmış bazen. Bana çocukluğunda tavuk ayakları ile oynadıkları oyunu anlattı. Evlerinde tavuk kestiklerinde, oynarlarmış bu oyunu. Annesinden, kesik tavuk ayaklarını alıp, bacaktaki sinirleri çektikçe ayak parmaklarını açıp kapayarak kızları korkutup kovalarmışlar.

-Sen hiç oynamadın mı böyle?

-Yok, be hocam iyi ki sana rastlamışım.

Yoksa vallahi bir daha adım atmayacaktım Morga.

İşte böyle Erhan çığım. Bazen oluyor böyle olaylar.

Dayımlar gittikten sonra bende bahçeye çıktım. Önümüzden geçen cadde de, bir sürü insan ve çocuk koşturarak Camiye doğru gidiyorlar. Ne oluyor acaba merak etim. Bir baktım alt komşumuz Ersin abi de aralarında. Koşup yanına gidiyorum.

-Ne oluyor be Ersin abi?

Nereye gidiyor her kez böyle acele acele?

-Caddenin bitimindeki tarlalara bir tayyare düşmüş.

Ona bakmaya gidiyoruz.

-Ne olur bende geleyim Ersin Abi.

Hiç tayyare görmedim yakından.

Çok merak ediyorum.

-Peki, gel bakalım.

Ama sakın Bedia teyzeye söyleme bak. Çok kızar bana.

-Tamam, abi, vallahi söylemem.

Bizde karıştık yürüyen kalabalığın arasına. İleri yıllarda yapılan Arı sinemasının olduğu araziye geldik zannediyorum. Gri renkli küçük bir tayyare bu. Sol kanadı kırılmış 20-30 metre ileride, ucu toprağa saplanmış duruyor. Yanına gidip baktım. Hayret ettim. Ben uçakları demir zannediyordum. Ama gri boyanmış bez kaplı bunlar. Pervane kopmuş, iki parçaya ayrılmış. Biraz ileride yerde yatıyor. Motorda yerinden fırlamış ve adeta toprakta bir çukur açmış. Tayyarenin başında bir jandarma bekliyor.

Jandarma anlatıyor.

Eğitim uçuşu yapıyorlarmış. Önde oturan talebe imiş. Onun tam arkasında da hocası varmış. Talebenin kolu kırılmış. Ama hocası göğsünden yaralanmış. İki bacağında da kırık ve kesikler varmış Piyade alayından cip geldi diyor jandarma. Dışkapı'daki hastaneye gittiler.

Sonraki yıllarda Türk Hava kurumunda 65 saat uçtum bu uçaklarla. Motor hariç Türkiye de yapılmış bunlar. Miles Magister tipi uçak motorlarıymış hatırladığım kadar. Bir tesadüf bu uçakların resimlerini gördüğüm her seferinde, hala içim ve burnum sızlar hasretle. Eve döndüğümde kapı önünde Annem ile karşılaştım sokak kapısında.

-Sana seslendim ama herhalde beni duymadın.

Ekmeğimiz bitmiş.

Bakkaldan 2 ekmek alsana.

Al şu 25 kuruşu.

Ekmekler için. Fırıncıya da borcum kalmıştı 20 kuruş. Halit Efendi'ye verirsin annem gönderdi diye. Neredeyse baban eve gelir. Sağda solda oyalanma.

-Tamam anne.

Merak etme hemen gelirim.

Fırının önüne geldiğimde, fırından yeni çıkmış mis gibi kokan ekmekler, ekmek arabasına dolduruluyordu. Bu tarihlerde Ankara da işler büyük bir çoğunlukla at arabaları ile halledilirdi. Ekmek arabaları, kapalı tahta kasalı tek atlı arabalardı. Fırından çıkan ekmekler, bakkallara bu arabalar ile dağıtılırdı. Yeşil boyalı bu arabalar. Yanınızdan geçerken mis gibi ekmek kokuları salar ve bu güzel rayihaya at ve saman kokuları da karışırdı. Ankara ile ilgili hatıralarımda, bu kokular bayağı yer kaplar.

1950 senesindeyiz. Eve geldiğimde, ablamın hararetle Anneme bir şeyler anlattığını görüyorum. Ablam da benim gibi Cumhuriyet lisesinde okuyor. Ama o orta sonda. Benim gibi ilkokulda değil. Kore isminde bir ülkede harp çıkmış. Çin’in yakınında bir ülke imiş Kore. Komünistlerle, milliyetçiler savaşıyormuş.

1945 Ağustos 'unda, Rusya Japonya 'ya savaş ilan etmiş. Sonra da, Kore yarım adasının kuzey tarafını istila ederek 38’inci paralelden itibaren Kuzey Kore’yi, ABD de Güneyde,  Hür Güney Kore’yi yaratmış. Ruslar kuzeyde komünist bir idare kurup çekilmişler ve böylece 1948'de Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti adını alan komünist devlet ortaya çıkmış. Neticede, iki ülke arasında 38. paralel boyunca, çeşitli sınır çatışmaları başlamış. 25 Haziran 1950 tarihinde Kuzey Kore, Güney Kore'ye saldırmış. Bunun üzerine Güney Kore, Birleşmiş Milletler Teşkilatına başvurarak yardım istemiş.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra SSCB’nin yayılmacı politikalarına karşılık oluşabilecek tehlikelere karşı önlem almak amacıyla 4 Nisan 1949 yılında başta ABD olmak üzere İngiltere, Belçika, Fransa, Hollanda, İtalya, İzlanda, Danimarka, Lüksemburg, Norveç, Portekiz ve Kanada gibi Batılı devletlerin (Batı Bloğu) bir araya gelmesiyle NATO paktı kurulmuştu.

SSCB nin kuzey Anadoluyu istila etmesinden endişe eden Türkiye, belki ABD ye yaranırım ve beni de NATO’ ya alırlar ümidi ile Kore Savaşına 17 Ekim 1950 tarihinde General Tahsin Yazıcı komutasında 5090 kişilik bir tugay gönderdi.

Türk tugayı, Kore’de 900’den fazla şehit vermiş, 2000 kişi de yaralanmıştı.

Daha sonra, Temmuz 1953'de, iki taraf arasında 38. paralel civarında mütareke imzalanmış ve Kore, Kuzey ve Güney olarak ikiye ayrılmıştı.

Kore harbinin özeti işte böyle.

Öğretmen söyledi diyor Sevgi ablam.

-Bu arada Rusya da bize saldırmak istiyormuş.

Kars şehrini ve oradaki topraklarımızı istemiş. Ayrıca boğazları da ele geçirmek istiyormuş. Amerika, Ruslara yani komünistlere engel olmak için NATO diye bir birlik kurmuş.Bizde girmek istemişiz bu birliğe, ama bizi almamışlar.

Herhalde Müslüman olduğumuz ve de Osmanlıdan olan kuyruk acıları olduğu için dedi tarih öğretmenim. Bizi de NATO’ya alsınlar diye, belki bizde Kore’ye asker gönderecekmişiz. Bizde harbe giriyormuşuz anne diyor ablam. Annem bayağı endişeli.

-İnşallah babanı da göndermezler diyor.

Garip hatıralarım var bu seneye ait.

Öğretmenimiz okulda bize, Atatürk ün daha çok insan okuma yazma öğrensin, ilimde ilerleyelim, medeniyete kavuşalım diye Arap harfleri ile eski Türkçe öğreten mahalle mekteplerini kapatıp devlet okulları kurduğunu anlattı.

Arapça harflerin kaldırılıp yerine Avrupalılar gibi Latin harfleri ile eğitim başlattığını

söyledi.

1932 senesinden itibaren de insanlar ne dendiğini anlasınlar diye, Arapça Ezan yerine Türkçe ezan okunmaya başladı camilerde.

"Tanrı uludur;

"Tanrı uludur;

Tanrı'dan başka yoktur tapacak,

Şüphesiz bilirim, bildiririm

Tanrı'nın elçisidir Muhammed

Haydin namaza,

Haydin felaha

Namaz uykudan hayırlıdır."  

İşte benim bu yaşlarda duymaya alıştığım ezan böyle idi.

1950 senesindeki seçimlerde Demokrat parti iktidara gelince Ezan'ın Türkçe okunmasını kaldırmış ve Ezan tekrar Arapça okunmaya başlanmıştı.

Allahü Ekber, Allahü Ekber

Allahü Ekber, Allahü Ekber

Eşhedü en lâ ilâhe illallah

Eşhedü en lâ ilâhe illallah

Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah

Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah

Hayye ales-salâh

Hayye ales-salâh

Hayye alel-felâh

Hayye alel-felâh

Allahü ekber

Allahü ekber

Lâ ilâhe illallah

Arapça ezanı ilk duyduğum sabah, korku ile annemlerin yatak odasına koştum.

-Annecim kalk.

Kalk hadi annecim.

-Ne oldu Ati?

Kötü rüyamı gördün.

-Hayır, bak dinle.

Galiba Araplar Ankara’yı ele geçirdi. Bak imam ezanı Arapça söylüyor. Annem biraz da garip bir şekilde gülümsedi.

-Hani dedenin partisi seçildi ya hükümete? İşte onlar istemiş Arapça olmasını.

-Peki de anne, Atatürk kızmaz mı, üzülmez mi böyle olduğuna?

Başını aşağı yukarı salladı hafiften ve iki damla yaş süzüldü mavi gözlerinden.

Dün gece Babam hepimiz sofrada yemek yerken söyledi.

-Hükümet karar vermiş.

Biz de Kore harbine katılıyormuşuz.

Kore’ye toplam 16 ülke, ABD, İngiltere, Yeni Zelanda, Belçika, Filipinler, Kanada, Yunanistan, Lüksemburg, Habeşistan, Avustralya, Fransa, Güney Afrika Birliği, Hollanda ile Kolombiya da asker gönderiyormuş.

NATO teşkilatına sempatik görünüp, bizi de teşkilata almaları için, bu harbe katılmamız gerekli imiş. Çok yakında herhâlde bana da görev vereceklerdir dedi babam.

İşte neticede, Türkiye, Kore Savaşına 17 Ekim 1950 tarihinde harbe katıldı. Bizde katıldıktan sonra, evde en gözde oyunumuz Kore’de harp etmek oldu. Ablama yalvardım. O da bize resim defterinden koparttığı bir sayfa ile Türk bayrağı yaptı. Bahçeden getirdiğim uzunca bir ağaç dalına da kola ile yapıştırıp bana teslim etti.

Asuman'da hafta sonu bize misafirliğe geldiğinde, küçük kız kardeşim elinde bayrağımız en önde, arkasında da bizler, misafir odasında sıraya girmiş, rap rap yürüyoruz.

Hep bir ağızdan da uydurduğumuz marşımızı söylüyoruz.

Kore'ye, Kore'ye, haydi Kore'ye

Aslan Türk askeri haydi Kore'ye.

Rap, rap, rap. rap.

Sonra birden bağırıyor Asuman.

Düşman geliyor.

Yat.

Hemen yere uzanıyoruz ve elimizi sanki tüfek varmış gibi ileri uzatıp başlıyoruz ateş etmeğe.

Cıv, cıv , cıv….

Sonra ben ayağa kalkıp bağırıyorum,

Hücum…..

Başlıyoruz koşturmaya.

Allah, Allah, Allah.

O sırada birimiz vuruluyor.

Ah….

Vuruldum!

Yere düşerken başlıyor okumağa..

Eşhedu en lâ ilâhe illellâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlühu.

Sonra da beş karış yere uzanıyor. İşte bizimde Kore harbi oyunumuz böyle sürüp gidiyordu.

1951 senesi ortalarında babamın da Kore ye görev emri geldi.

İskenderun Limanı'ndan gemilerle uğurlanan Türk askerleri, 7 bin kilometre ötedeki Kore’ye yola çıktı. 21 günde de Kore'nin güney doğusunda bulunan, Pusan Limanı'na ulaştı.

Hatırladığım kadar, Babamın Kore de kaldığı bir sene süresince Ankara Radyosu'nda okunan şehit isimlerini ve savaş haberlerini heyecanla ve dua ederek dinledik.

Babamın Kore’ye gönderildiğinin dördüncü ayında, ev sahibinin kızı evlendiğinden oturduğumuz kattan taşınmamız istenmişti. Annem ile birlikte bütçemize göre bir ev bulmak için Bahçelievler'de çark çevirdik. Babamın Kore de olduğunu öğrenen insanlar, bize çok yakınlık gösterdi. En nihayet Beşevler'de bize ve bütçemize uygun 3 odalı bir ev bulduk.

Mete Dayım'ın ve emir eri Mümin Abi’nin de yardımıyla 2-3 gün içinde taşındık. Hiç unutmam; taşınma esnasında kazaen tel dolabımız arabadan düşüp parçalandı. O tarihlerde buzdolabı falan yok. Buzdolabının ne olduğunu pek bilen de yok. Bazı zenginlerin evinde bulunduğunu duymuştum. Yiyecekler sıcaktan bozulmasın diye bu dolaplara konurmuş. Fişini de elektrik prizine taktın mı, hem yemekleri soğuk tutarak bozulmasını önler hem de istersen buzluklarında buz ve dondurmada yapabilirmişsin.

Buzdolabı denen aletin Ankara'da bulunmadığından, hem de bulunsa da satın almağa paramız yetmeyeceğinden buzdolabı görevini çoğu evlerde buz yapma hariç tel dolapları görüyordu.

O cumartesi günü pazara gittik annem ile.

Hırdavatçıdan 2 metre sinek teli, çivi ve meyveciden de 4 tanede boş portakal sandığı satın aldım. Eve gidince, babamın aletleri ve kırılan dolabında menteşe ve kapak topuzlarını kullanarak çok güzel bir tel dolap yaptım. Annem bayıldı dolaba. Her eve gelen misafire de gururla gösterdi. Dayım da alnımdan öptü, tebrik etti beni. Demek ki imalatçılık ta o küçük yaşlardan beri kanımda varmış.

Allaha şükür babam, bir sene sonra salimen geri geldi.

Neticede Türkiye, ödül olarak NATO’ya 13 Şubat 1952'de kabul edildi.

Kabulün ardından, NATO’nun 3. maddesine dayandırılarak birçok ABD üs ve tesisleri, Türkiye’de de kurulmaya başlanmıştı. Hatırladığım kadarı ile Ankara da Balgat, Esenboğa, Kavaklıdere, Elmadağ, Maltepe, Sıhhiye, Çankaya gibi mahallerde birçok tesis ve ofisleri vardı. Bu tesislerde görevlendirilen ABD askerlerinin büyük çoğunluğu da aileleri ile birlikte Ankara ya gelmişti. Bu aileler, Beşevler, Mebus evleri ve daha sonraları da Kavaklıdere, Küçük Esat gibi mahallelerde ev kiralamıştı.

Bahçeli, villa tipi evlerdi bunlar.

Çoğunlukla ön bahçede envaiçeşit çiçek ve bitkiler, arka tarafta da meyve ağaçları bulunurdu. Amerikalı ailelerin bu evlere yerleşmelerinden sonra Ankaralılar, ilk defa değişik birçok eşya ile tanıştı. Çocuklar için; plastik, metal oyuncaklar, bez ve taş bebekler. Dört tekerli, içine binebildiğin römork tipi, çekme kolundan dümenli oyuncak arabalar. Kovboy, Kızılderili kıyafetleri. Yay kurgulu kendi giden oyuncak araba ve kamyonlar, trenler. Oyun çadırları, kovboy tabancaları, yay ve ucu lastik vantuzlu oklar.

Kızlar için irili ufaklı bebekler, mutfak eşyaları salıncaklar, toplar, vs. vs. vs. İbadullah oyuncak çeşidi.

Kadınlar için; naylon don, bluz, çorap, etek vs. giyim eşyası.

Askılı, askısız sütyenler, korseler, kürk manto, ceket ve çeşit çeşit şapkalar, ojeler, rujlar, pudralar, esanslar. Çeşitli mutfak eşyası ve en önemlisi de düdüklü tencere. Bu gibi evlerden bir düdüklü edinen hanımlar,

-Ay benimki 10 dakika içinde kuru fasulyeyi pamuk gibi yaptı.

-Ay benimki de 5 dakikada 8 tane patatesi kusursuz pişirdi, gibi methiyelerle birbirine hava atardı.

Erkekler için; içi muflonlu mont, blue jean pantolon, ceket, gömlek. Zippo çakmak, pipo, sigar vs.

Hoş kokulu Amerikan sigaraları, viski, votka, cin vs. içkiler.

Tuhaf bir açacak ile üçgen delik delinip öyle içilen kutu biralar. Bunlar ilk aklıma gelenler.

Görev süresi dolan aileler memleketlerine dönmeden önce evlerinde ne var ne yoksa satar öyle giderlerdi.

Bütün bu yukarıda saydığım eşyaları PX (askeri kantinlerinden) çok ucuza aldıklarından, üç dört misli daha pahalıya satar ve iyi de kar ederlerdi.

Gitmeden 1 ay önceden, evlerinde satılık eşya olduğunu sağa sola yayar, kulaktan kulağa bu haber mahalleye yayılırdı. Çoğunluk cumartesi günleri bu evlere, sanki bir mağazaya gider gibi, komşular birbiri ile sözleşir giderlerdi. Babam çok kızardı bu olaya.

Elin Amerikalısının eskilerini kullanmaktan ne anlıyorsunuz bilmem ki diye çatardı anneme. Hatta bir seferinde, babam için don, atlet takımı almıştı da, az daha babamdan dayak yiyecekti annem. O kadar sinirlenmişti ki babam;

Elin Amerikalı astsubayın kıçından çıkardığı donumu giydirmek istiyorsun bana diye bar bar bağırmıştı.

Bana gelince;

Amerikalının eski oyuncaklarına bayılıyordum. Bazen bende gidiyordum annem ile bu eski eşya satışlarına.

-Anneciğim, nolur şu kovboy tabancasını bana al.

Nolur, şu mum boyaları bana al.

Ne güzel resim yaparım bunlarla.

Nolur şu kurgulu yarış arabasını bana al.

Annem de benim yalvarmalarıma kıyamaz, alırdı.

-Aman Ati.

Baban varken sakın ortaya çıkarma bu oyuncakları. Çöpe atar vallahi.

Bayağı moda olmuştu bu Amerikan eskilerinin satışı.

Hatırladığım kadar o tarihte, en ünlü komedi oyuncumuz rahmetli Muammer Karaca'da sahneye koymuştu bu konu ile ilgili bir kaç oyunu.

Cibali Karakolu, Etnan Bey duymasın isimli oyunlarında, bu durumu da işlemiş ve kırılmıştı herkes gülmekten.

Bu sabah Okan ağabeyim geldi bize. Okan ağabey annemin kız kardeşinin, yani Teyzemin oğlu. Teyzem gelmek istiyormuş bize öğleden sonra. Annem evde mi diye öğrenmek istemiş.

 - Bak bakalım Ati beğenecek misin?

Bez bir torba çıkardı cebinden. Torbanın içi rengârenk cam bilye dolu. Pırıl, pırıl. O kadar güzeller ki?

-Nerden buldun Okan abi bu misketleri?

-Amerikalı çocuklardan aldım.

-Kaç para peki?

Parayla almadım.

İki tane simite aldım.

-Nasıl olur be?

-İstersen sana da öğretirim.

Akşam simitçi gelince mahalleye, 4 tane simit aldır teyzeme.

İkisi sana, ikisi de benim için.

Yarın sabah gelir seni alırım evden.

-Tamam mı?

-Tamam abi.

Bak unutma ha!

Akşam yalvar yakar simit paralarını kopardım annemden.

-Napıcan 4 tane simidi?

-Anne valla Okan abim istedi.

Canı çok çekmiş ama teyzem inat etmiş almamış.

Üç tanesini o istedi.

Okan abime vereceğim.

Tabi sonraları çözdüm olayı.

Amerikalılar biz Türklere kıyasla daha hijyenik bir ortamda yaşadıklarından, Ankara'ya gelenler ilk 10 gün içinde mutlaka ishal oluyormuş. İshal vakaları çok artınca, karargâhlarından emir çıkmış. Mecbur kalmadıkça Türk bakkal, kasap ve manavlarından alış veriş etmeyin diye. Hatta gırgırda geçiyorlardı aralarında ve bilhassa Ankara'ya yeni gelenlerle. Amman, Türk lokantalarında yemek yemeyin diye. Yoksa Turkish Trot (tırıs, tırıs Türk ishali) olursunuz ve bir ay tuvaletten çıkamazsınız. Babalar da çocuklarına, eşlerine tembih etmiş. Sakın sokak satıcılarından bir şey almayın, sonra hasta olursunuz diye. İşte Okan ağabeyim tesadüfen keşfetmiş bu işi.

Bakmış ki villalarının bahçelerinde oynayan Amerikalı çocukların, caddeden simitçi, macuncu, koz helvacı, ahlatçı geçtikçe içi gidiyor. Bakıp, bakıp yutkunuyorlar. İlk önce işe simit ile başlamış. Fırından yeni çıkmış Ankara simitlerinin kokusuna da doyum olmaz vallahi. İki sokak aşağı gittik. Simitlerden birini aldı benden. Pembe renkli ilk villanın önünde durduk. Beyaz boyalı demir parmaklık çevrili bahçede 8-9 yaşlarında iki erkek çocuğu oyun oynuyordu. Okan abi simitlerden birini ağzına götürdü ve oh, oh ne güzel diyerek bir ısırık aldı. Çocukların gözlerinin içine bakıp yavaş yavaş oh çekerek çiğniyor. Çocuklardan biri yutkunarak soruyor.

-Very good eh?

-Good, good.

-You give me one toy, I give you one simit ha?

(sen bana bir oyuncak ver bende sana bir simit vereyim)

-Okey, okey.

Çocuk, Okan ağabeyim beğenene kadar değişik oyuncaklarını gösteriyor. En nihayet bir kovboy kemerini beğenip çocuğa simidi uzatıyor. Çocuktan kemeri de aldıktan sonra oradan ayrılıyoruz.

-Thank you!

-Good By.

-By by.

Ulan iyi iş be.

Alan memnun, veren memnun.

Sonra sırası ile kestane kebap, ahlat elması, iğde gibi şeyleri kovboy tabancaları, kovboy şapkası ile değiş tokuş ettik. Bu yol ile Ankara'da tanıdığım hiçbir çocukta olmayan oyuncakların sahibi oldum.

O eylül ayı, Annemin de yardımı ile ilk defa bir sebze bahçem oldu. Kuru fasulye, kabak, karpuz, domates, sivri biber ve mısır diktik. İlk mahsulü aldığımda sevinçten ve gururdan ağladım. Bu bahçe hiç unutamadığım bir hatıram oldu.

Beşevler'de kiraladığımız ev 3 katlı bir apartmanın giriş katı.

O tarihlerde Ankara'da evler, bir buçuk metre yüksekliğinde taş su basmanları üzerine inşa ediliyordu. Dolayısı ile giriş katı olmamıza rağmen evin ön yüzünde balkonumuzda vardı. Bizim sokakta; sokağın ilk girişinde rahmetli İhsan Doğramacı'nın oturduğu beş katlı beyaz boyalı lüks bir apartman, ortasında da bizim sarı boyalı üç katlı mütevazı apartmanımız bulunuyordu. Sokaktaki geri kalan evler bahçeli villalardı. Oturduğumuz apartmanın sağ tarafında boş bir arsa ve ondan sonrada yeşil boyalı iki katlı bir villa vardı. Bizim sokaktaki villaların bahçeleri yemyeşil çim ekili ve arka bahçelerinde de, çoğunluk içinde kırmızı balıklar yüzen yuvarlak süs havuzları ve meyve ağaçları olurdu. En çok da armut, ayva, kiraz ve erik ağaçları bulunuyordu. 

Yeşil villanın da arka bahçesinde, sarı renkli, iri ve çok sulu, tatlı armut ağaçları olduğunu keşfetmiştim. Yeşil renkli Ankara armutları gibi sert değildi bunlar. İki sefer armut çalmak için bahçeye girmiş ve bu armutların tadına doyamamıştım. Hoş; sahibi Amerikalı kiracı aradığından 5-6 aydır da boştu bu villa. Havuzun sağındaki ilk ağaca tırmanmış ve iki tane iri armut koparmıştım. Sonrada havuz kenarında oturmuş, hem armutları afiyetle yemiş ve hem de cebimde kalan küçük bir simit parçasını parmaklarım arasında ovalayarak kırmızı balıkları doyurmuştum. Simidi ovaladığım kenara en az 10-15 balık toplanmıştı. Güzellerim. Sürekli ağızlarını açıp kapıyorlar, birbirinin ağzından simit parçaları kaparak oynaşıyorlardı. Küçük bir erkek çocuğu için bundan daha zevkli bir hayat var mıydı acaba?

Hafta sonu, acaba ayvalarda oldu mu diye kontrol etmek için yavaşça demir parmaklık kapıyı açtım ve yeşil villanın bahçesine girdim. Villada kimse yok diye gayet rahat adımlarla arka bahçeye yürüdüm. Tam köşeyi döndüm ki zınk diye donup kaldım.

Havuzu çevreleyen turkuaz renkli fayans çemberin hemen kenarına serilmiş büyük bej bir havlu üzerine uzanmış, beyaz şortlu, yastığının üç bir tarafını kaplayan altın renkli gür ve uzun saçlar arasında, kalkık küçük bir burun, nazar boncuğu mavisi iri gözler, kiraz kırmızı rujlu dudakları ile enfes bir varlık yatmış güneşleniyor.

Üst tarafı tamamen çıplak. Süt beyazı bir vücut ve gökyüzüne dimdik bakan pembe uçları ile iri iri memeler. Yedi sekiz yaşlarındayım. Nedense bayağı heyecanlandım. Nefesim sıklaştı ve sertleştiğimi hayretle fark ettim. Ayaklarımın ucuna basarak ön bahçeye yürümeye çalışıyorum.

- Hi there! (Merhaba).

Zınk diye dona kaldım.

-Do you live here? (Buralarda mı oturuyorsun)?

- I no speak English ( İngilizce bilmiyorum).

Okan abimden öğrendiğim gibi söylüyorum.

Eliyle bizim apartmanı gösteriyor.

-Do you live here?

Heyecan ile evet, yes, yes diyorum.

Parmağı ile kendini işaret ediyor.

-My name is Jennifer.

Sonra da beni gösteriyor.

What is your name?

Attila diyorum.

Gülüyor.

-Yes, yes Attila the Hun. (evet, evet Hun Attila.)

Yanına oturmamı işaret ediyor.

Havlusunun üst ucu yanına oturuyorum. Bana sürekli bir şeyler anlatıyor. Bende sanki anlıyormuş gibi yes yes diye başımı sallıyor ve gülümsüyorum. Arada kaçamak bakışlarla Jennifer in memelerine bakıyorum. Gittikçe heyecanlanıyorum. Kalbim güm güm atıyor. Jennifer acaba duyuyor mu diye de utanıyorum. Hiç böyle bir şey başıma gelmedi idi. Birden kafamda bir şimşek çakıyor. Belki değiş tokuş imkânı olur diye cebimde sakladığım simit parçası aklıma geliyor. Simidi çıkarıyorum cebimden.

-Jennifer?

-Yes?

Elimi memesine uzatıp değmeden;

-Please give me deyip memesini okşar gibi yapıyorum.

 I give you one simit,

Sonrada simit parçasını uzatıyorum.

Kahkahalarla gülmeye başlıyor.

-Yes, yes.

 Why not Attila?

Elimi tutup memesine götürüyor,

Bende okşamağa başlıyorum yavaş yavaş. Kalbim deli gibi atıyor. Birden göğsüm feci acımaya başladı. Jennifer in memeleri yok artık ellerimde. Kirpi var göğsümde. Düşmesin diye sıkıca tuttum ve göğsüme yasladım. Canım acıyor. Canım acıyor. Acıyla gözlerimi yumuyorum.

-Attila Bey, Attila Bey.

Nasılsınız?

Başucumda hemşire durmuş merakla yüzüme bakıyor.

-Öldüm mü diyorum?

Neredeyim?

-Unuttunuz mu?

Haydarpaşa Numunede'siniz.

Sizi uyuttuktan sonra ameliyathaneye aldık.

Sten takıldı size.

Geçmiş olsun….

 

 
Toplam blog
: 54
: 141
Kayıt tarihi
: 17.03.17
 
 

1944 İstanbul doğumluyum. İlk ve ortaokulu Napoli İtalya'da, Lise TED Ankara Maarif Koleji, Yükse..