Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Kasım '08

 
Kategori
Anılar
 

Kırşehir: Kendi insanını topraklarının dışına savuran şehir - 1

Kırşehir: Kendi insanını topraklarının dışına savuran şehir - 1
 

Asma Karadam Köyü-Kapadokya Bölgesinde Bir Köy ve Köyün Vadiden Görünümü


Kırşehir bir yayla, bir plato şehridir. Bu bozkır şehrinde, sevinç ve kederlerinde hep ölçülü olan gözü tok, gönlü zengin insanlar yaşar.

Ancak şehir, 1960’lı yıllar ve sonrasında kendi insanının çoğunu topraklarının dışına savurdu. Değişik yerlere serpti. İnsanlar; iş için, aş için kahırlı, üzüntülü olarak doğdukları toprakları terk ettiler.

Toprakları terk edenlerin çoğu gencecik insanlardı. Yaşadıkları topraklardan acıklı ve hüzünlü ayrılıyorlardı. Doğdukları topraklara yüreklerinin yarısını bırakarak gidiyorlardı. Daha yola çıkmadan hasretlik başlıyordu. Çok sevdiği analarından, babalarından, kardeşlerinden, eşlerinden, sevgililerinden uzaklaşıyorlardı. Taşına, toprağına sinmiş çocukluk, gençlik anılarını gerilerde bırakıyorlardı. Bir daha dönüp dönmeyecekleri belli olmayan adeta bir meçhule doğru gidiyorlardı.

Bozkır şehrinin insanları sırtlarında yorganları, ellerinde bavulları ile önceden gözlerine kestirdikleri belli şehirlere, ülkelere gidiyorlardı. Kader onları Ankara, İstanbul gibi büyük şehirlere; Almanya, Fransa, İsveç gibi ülkelere çekmiş götürüyordu. Önüne kattığı bozkır insanına kader “nerede iş, aş varsa oraya kadar gideceksin” diyerek onları çok uzaklara ta Avustralya’ ya kadar alıp götürmüştü.

İstanbul, Ankara bizim şehirlerimizdi. Sokaklarında dolaşan insanlar bizdendi. Hasretlik vardı ama pek yabancılık çekilmezdi. Dağlar, tepeler, ovalar, ülkeler, okyanuslar aşılarak gidilen uzak ülkelerde gel gör ki durum böyle miydi? Dillerini, dinlerini, kültürlerini bilmedikleri insanlar arasında yaşamak öyle çok kolay mı sanırsın? Caddeleri, sokakları, evleri, kiliseleri, paraları her şeyleri onlara yabancı… Ekmek almak için bile bir iki kelimelik dil bilmek gerek. Ancak giden insanlarda bunların hiç birisi yok.

Yabancıların içerisinde kaçarcasına sığınılan tek yer adına hayım denilen işçi evleridir. Derin maden ocaklarından, fabrikalardan çıktıktan sonra gidilen tek yerdir. Bir taraftan ağır çalışma koşuları ve yorgunluk, bir taraftan sıla hasreti.

İşçi evlerinin ranzalarında buğulu gözlerle memlekete mektuplar yazılır. Mektup yazarken sigara üstüne sigara yakılır. Her çekişte sigaranın dumanı tavana doğru kıvrıla, kıvrıla çıkar. Artık gurbetçi yiğit, yazdığı mektubun içine gömülmüştür. Yazarken memleket hayali, sevdiği insanların hayali gözlerinin önünde dolaşır durur. Sılaya yazılacak, sorulacak pek çok şey vardır. Mektuptaki her kelimeye kaldıramayacağı kadar hüzün, hasret yüklenir. Aralarına küçük sitemlerde yerleştirilir. Kalem kâğıdı daha iyi yazsın diye daha da bastırılır. Kâğıt yırtılacak gibi olur. Ancak yırtılmaz. Alaman kâğıdı da Alaman insanı gibi kalın ve sağlamdır. Bir şey olmaz.

Yazılar mektuba düz sıralar halinde değil de eğri büğrü yazılmış, okunaklı değilmiş kimin umurunda... Bunların hiçbirisi önemli değil. Önemli olan o andaki düşüncelerin tam olarak kâğıda dökülmesidir. Önü, arkası dolu birkaç sayfa mektup yazılır. Mektup katlanır. Kimse farkına varmasın diye mektuptaki katlarının içine beş, on mark konur. Ağzı sıkıca kapatılır. Pul, dilin ucuyla ıslatılır, yapıştırılır. Mektup işçi evlerinin posta kutusuna atılır. Ne zaman nasıl gider bilinmez. Ancak gönderilen mektubun karşılığı olarak gelecek mektup dört gözle beklenir.

Doğduğu topraklarda bıraktığı insanların gözü yaşlıdır. Yiğitlerini uzaklara göndermişlerdir. Yiğitleri ne yaparlar, ne yerler, ne içerler, hasta sayır mıdırlar? Merakları hasrete, hasretleri meraka karışır.

Mektupları postacı getirir. Postacının motosikleti var, onunla gelir gider. Analar, babalar, eşler, çocuklar, postacının geleceği günü sabırsızlıkla beklerler. O gün zorunlu olmadıkça hiçbir tarafa tarlaya, bağa, bahçeye, bostana gidilmez. O gün postacının günüdür. Nihayet postacının motosikleti tepenin ardında gelen yolda görülür. Herkes postacı geliyor diye birbirine haber verir. Sevinç çığlıkları atılır. Çok hızlı yol alan motosiklet ve postacı göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sürede insanların yanına gelmiştir bile…

İnsanlar, meraklı gözlerle postacının etrafında halkalar oluşturur. Yürekleri dışarı çıkacak gibi atmaya başlar. Acep postacının mektupları arasında oğlunun mektubu çıkacak mı? Ya yazmamışsa ya gelen mektuplar arasında yiğidinin mektup çıkmazsa...

Postacı gideceği köylere göre daha önceden desteleyip, demetlediği mektupları paket haline getirmiş, dağılmasın diye de iple sıkı sıkıya bağlanmıştır. Çantadan önceden paketlenmiş mektuplar arasında o köye ait mektuplar çıkartılır.. İpler çözülür. Mektup da gönderenin adını okur.

Gönderen: Hacı TURAN, Mustafa YÜKSEL, ……..

Mektup, postacının elinde kaparcasına alınır. Önce derince bir koklanır. Zira mektuba yiğidinin gül kokusu sinmiştir. O kokuyu derince içine çekmelidir. Bir nebze olsun hasreti dindirmek için mektup öpülür, kalbin üzerine bastırılır. Parmaklar mektup üzerinde mektubu okşarcasına sevgi ile gezinmeye başlar. Mektup evde okuma yazması olan ilkokula giden çocuk varsa ona götürülür. Götürülürken de cebe konmaz. Elde götürülmez. Vücudun en değerli yerine koyuna sokulur. Mektupla sarmaş, dolaş olunur. Sevinçle evin yolu tutulur. Evde okuyan çocuk yoksa hemen oracıkta açılır, orada okuma yazması olan birsine okutulur. Mektup:

“Kıymetli anam, babam

Mektubuma başlamadan önce hal ve hatırlarınızı sual eder, hasretle ellerinizden öperim. Nasılsınız? İyi misiniz? İyi olmanızı Cenabı Allahtan dilerim. Beni sorarsanız ben iyim. Tek düşüncem sizlerdiniz “ diye başlar, uzar giderdi.

Her bir satırına üzüntü, hasret, hüzün yüklenmiş olan mektup bitiğinde gözlerdeki yaşlar iki elin başparmaktan sonra gelen parmağın dış yüzü ile silinirdi. Silinmesine rağmen gözlerinin ıslaklığı daha gitmemiş olan ananın babanın ağzında: “Oğlumuzun canı sağ olsun iyimiş, iyi haberini aldık” diye sözler dökülürdü.

Mektup evde anaya, babaya hitaben yazılırdı. İstense bile eşe, çocuklara sevgiliye yazılamazdı. Yazılsa bile ayıp olurdu.. Anneyi babayı geçerek kardeşe, eşe, çocuğa mektup yazmak çok ayıptı. Eş dost ayıplardı.. Hem mektubun eşin, dostun yanında okunmasında da bir sakınca yoktu.

Mektupta eşe dosta, konu komşuya da selam gönderilir, hal hatır sorulurdu. Komşuya selam gönderilmemişse; hal, hatırı sorulmamışsa kırgınlık olurdu. “Durmuş’ un hacının mektubu geldi de bize bir kuru selamı dahi gelmedi.” diye lafı, sözü olurdu.

Mehmet TURAN

Yukarıda “Kırşehir:Kendi İnsanını Topraklarının Dışına Savuran Şehir-1” başlığı altında anlattıklarım, 1970 yıllarının ve o günün şartlarında, Anadolu şehirleri arasında en çok insanını dışarı, gurbete gönderen Kırşehir’in yabancı yerlere gönderdiği insanlarla, ana topraklarında kalan yakınlarının yaşadıklarına ilişkin bir gözlemlerden sadece biridir. Yapılan gözlem, o günleri yaşamış nice insanların davranışlarına, düşüncelerine ve duygularına ayna tutulmuş bir gözlemdir. Anlattıklarım sadece aynadaki yansımalarıdır.

 
Toplam blog
: 47
: 2386
Kayıt tarihi
: 28.10.08
 
 

Mucur / Kırşehir doğumluyum. Uzun süre Maliye Bakanlığı'nda çalıştım. Kabul etmek gerekir ki, Mal..