Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Şubat '19

 
Kategori
Deneme
 

Kişisel Yazmakla İlintili

47 yaşındayım ve halen sevdiğim ritmik bir parça dinlediğimde dans etmekten geri alamıyorum. Göbek havasında dans ettiğim gibi, bir rock müziğinde de dans edebilirim. Ya Artvin havasında eski bir halk dansçısı olarak horon tepebilirim. Veyahuttu dans etmeyip güzel dans eden bir kuğuyu( bir Amazon dansçısını) hiç yüksünmeden saatlerce izleyebilirim. Hayatın içinde sadece hüzünler olmayacak ya!

Simge ismini çok severim ve hatta çok sevmemin önemli sebebi bu isimde tanıdığım harika bir kadındır. Bir kadını takdir etmek için illaha da onunla beraber olmak ya da aşık olmak gerekmez. Şimdilerde de şarkıcı Simge’nin peşine düştüm ve tüm şarkılarını büyük keyifle dinlerken bazılarında da dans ediyorum. Dans etmek benim için otonom bir davranış; bu durum çocukluğumdan beri böyle. Diğer Simge’ye gelince, ona her baktığımda Sophia Lauren’i görürüm. Ondaki savaşçı ve küçümseyen ruha aşığımdır. Kendi ruhuna sahip çıkışına, başkaların ruhuyla sevişecek kadar empati yapmasına, kendini ifşa ettiğinde de, bundan pişman olup ahlaki bir yapı alarak, kendini gizleyerek kaçmasına – ne de olsa kadın ve erkeğiz ve evli bir kadın o- ve dolayısıyla bana mesafe koymasına hayranımdır. Bunu öyle güzel yapar ki sanki ben hiç yokmuşum gibi kendine telkinde bulunarak benimle ilişkisini kendi gözünde küçültüp böylelikle kendini iyi hissetmesine bayılırım.

Bazen aynaya baktığımda gazete sütunlarından tanıdığım bir Ertuğrul Özkök olduğumu görüyorum. Ve hayatın içindeki bu mucizevi çekişmeli duygular sanki kendim olmam için bir mucize yaşamlar manzumesi sunuyor bana.

Bu satırlarda yıllarca trajikomik bir biçimde yaşadığım hayal kırıklarından bahsederken aslında yaşadıklarıma haksızlık etmiş olduğumun farkına vardım son günlerde. Aşkın lezzetli duygularını, biçimlerini yaşamış biri olarak bunları sizlerden gizlemek haksızlığını yaptığımı görüyorum. Böylesi duygular sadece romanlarda kurgusal anlatımla yaşanmıyor, yaşatılmıyor ki. Ben ta çocukluğumdan beri bu duygular silsilesine kapı açmış biri olarak, sadece önem sırasına koyarak birkaçını bu satırlarda anlatmam, yaşadığım o güzel anların bütününe yapılmış resmi bir ihanettir oysa ki. Yaşamış olduğum aşkların içinde dünya güzeli veyahuttu dünyaca zeki adledebilecek kadınlar var. Ve her birinin ben olmam konusunda harika yardımları var. Bugün bu kadar sevgiyi yaşayabiliyorsam, her birinin payı yadsınamayacak kadar çok.

Bu yazımın öncelerinde size örnekler verirken -kendimi yazının dışına atmaya özen gösterirken- bu sefer bu ahlaki bakış açısından sıyrılıp hayatın olduğu ritmine  uygun olarak -bugün nedense bilmem- aşktan bahsetmek geldi içimden. Yani bir makalenin yaptığı gibi size doğadan kesin kanıtlar sunup bir mahkemeyi kazanmaktan çok öte, duyguların dansını anlatmak istiyorum. Tabi bunu yaparken her zaman sahici kişilikleri size ifşa etmek yerine, onlar sanki benimmişçesine anlatacağım yaşadıklarımı. Öznel hikayelerin en kötü yanı, filmlerden farklı, o kişiliklerin kendi toplumlarında artık farklı karakterler olarak almış oldukları sorumluluklar çerçevesince belirli roller üstlenmiş olmaları: Bir eş, bir sevgili ya da bir anne. Bu roller onların bulunduğu topluma hesap verme zorunluluklarını doğuruyor. Dolayısıyla hikayelerimde onları gerçekmiş gibi her anlattığımda onların bugününe  birer mayın yerleştirmiş gibi hissediyorum. Bunları yazmamdaki sebep şu; geçmişimle ilgili anlattığım tüm hikayeler “mişli, muşlu” tarihi temsil ediyorlar. O gün için anlattıklarım ne kadar gerçekse, bugün için hepsi bir hayalden öteye gidemiyor. Yazdıklarımı böyle değerlendirmek lazım.

Ne kadar uzun bir girizgah yaptım değil mi? Çünkü bu toplumda insafsızca yargılanmamanın temel koşulu bu ne yazık ki! Bu yüzden tüm tartışma programlarında cevap hakları doğuyor ve böylelikle tartışılan konunun özü kaybolup gümbürtüye gidiyor. Oysa anlatacağım hikayeler benim hayatımdan ve benim!

Aslında biçimsel bir arayışa girip yaşadıklarımı bir öykü, bir romanmış ya da bir fabılmış gibi anlatıp sizi kandırıp yıllarca yaptığım gibi sizi net bir şekilde aldatabilirim. Ya da şiire sokup en anlamayacağınız kelimeler ve betimlemeler kullanarak,  aradan da biri anlayacak olursa, onu takdir de edebilirim. Yazar olmak böyle işte; içinde bir sürü çelişkiler uyandıran bir süreç; dürüst olsan bir türlü, olmasan iki türlü bir yanlış yapmış oluyorsun.

Gördünüz mü? Sizi nasıl da kandırmış oldum. Size aşktan, aşklarımdan bahsedecekken, çaktırmadan bir yaşayan olarak, yazdıklarımın bana yüklediği kişisel sorumluklardan bahsettim. Oysa şöyle bir blog ta yazabilirdim: “Abi ya, üfff öyle hissettim ki, anlatamam sana!”. Bu da bir anlatım tarzı ve son derece blogçu bir davranış biçimi. Ve böylelikle yazdığınız ve cool olduğunuz vakit yıldızlaşabiliyorsunuz. Ve hatta araya parça atıp resimler sıkıştırsam –mesela mavi gözlerimi ön plana çıkartırsam- son derece çekici, yazıcı bir karakter olabilirim. İnanın bana, yapabilirim de bunu. Yüzeysellik yüzeyinde geyikler kopartarak –tıpkı birçok talk-showcu gibi- sizleri  gülmecelerle kandırarak gülmekten yerlere yatırabilirim. Hatta Youtube’da milyonu geçip o ünlüler kervanına katılabilirim. Ama sorunsal şu: O zaman ben, ben olmam!

 İş hayatımda yaptığım gibi gerçek amelden kaçmak için sizi ne kadar çok lafa boğdum, değil mi? Oysa söz vermiştim bugün size aşka dair duygular anlatacaktım hayat bahçemden! Neyse, affedin beni bu seferlik böyle olsun. Belki bir daha ki sefer cesaret bulup da birkaçını anlatabilirim.

Görüşmek üzere...

 
Toplam blog
: 631
: 293
Kayıt tarihi
: 10.04.11
 
 

Eric'i külden yarattım. Tamamıyla benim eserim. Söyleyeceği çok sözü, söylemek istediği az sözü. ..