Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Mart '10

 
Kategori
Mizah
 

Kolbastı

Kolbastı
 

Zaman geçmiş, memleket her türlü sosyal çıta da çağ atlamış. Çağın başında İlk Cumhuriyeti kurmuşuz. Şimdi maşallah saat gibi çalışıyor! Sonra Cumhuriyetin içinde demokrasiyi kurduk ki, dünyada benzer bir örneği yok. Cumhuriyetle aydın bir nesil derken, demokrasi ile her mahalleye bir milyoner dedik; Bilet, kupon, fiş, alım-satım, sanal alım-satım gibi kelimeler günlük hayatta, önce zihinlerimize sonra dillerimize bellendi. O kadar bellendi ki kazı kazıyabidiğin kadar! Bu arada Komunizmin babası Karl Marksın '' Önce aş sonra ahlak'' sözüyle, komunizmin yeniden hortladığını bildermek istemiyorum ama yazmış bulundum bir kez.


Demokrasili Cumhuriyetimiz de maaşlar, marşlardan önce gelir. Tarihimiz bunun örnekleriyle dolu; İktidardaki Millet tıka basa $, sonra askerler bunları marşlarla koşturur. Milliyetçi arkadaşlarada bir müjdem var; az yakında piyasa üzerinde 'TL' tuşlu yeni klavyeler çıkıyor. Klavyelerde bile para birimimiz var ki artık ekonomide kimse bizi tuş edemez. Bir dalgınlıkla sırt üstü kendimiz düşmessek.


Türkçemiz de ekonomimiz gibi çağın ötesine atladı. Hem de o kadar öteye atladı ki, o günden sonra gören olmadı.

Aramaya da çıkmadık ve gerek görmedik; Dediler hele dereye bir görek*. Dereleri görebilmek için gecekonduları yıkmaya karar verdiler. Herkesin alıp başını gittiği bir dönemde, ben de yerimde duramazdım.

Allah uzun ömür versin, anamı da daha fazla üzemezdim. Az çekmedi canım benim yüzümden. Millet cep telefonlarına geçerken, ben hala telefon kartlarıyla iletisim kuruyordum. Yaşıtlarım arabalara binerken ben bisiklet pedalına basıyordum. Alem internetlerde evlenirken, ben evde turşu yapımı üzeri gugulluyordum. Hem anama hem babama yaranmak için çağ atlamaya karar verdim. Çağın ne tarafından atlasam diye düşünürken, daldım yine ekrandaki 'Hayvanlar Alemi' programa. Uzunca bir süre ekran arkasında doktora yaparken *Yahudi Süleyman'ın Polanyalısı gibi ayıkdım bir anda; TrtTürk Trtİnt diye yazılırken, daha az internasyonal program yapıyordu. Adını TRT Türk koyduktan
sonra daha internasyonal olan kurumun başındaki kesin karadenizlidir. Tabiri caiz ise!


Çağ atlamama az kalmışken, sabah yürüyüşlerime bir de egzersiz hareketleri eklemekde yarar gördüm. Olur ya atlamam gereken mesafe çaydan geniş olabilir. En son yürüyüşümde, baktım abiler yol yapımı için dünden barikatlar kurmuşlar; sabahın o vakti etrafta kimse yok... işçi ağabeyler gelmemiş, dedim bir deneme yapalım. Koştum...tam çıtayı geçmiştim ki, kıl kadar değmem beni alaşağı etti ve kolum kırıldı. İlk yardımdan sonra isvereni aradım ve
hastalığımı bildirdim. Tabiki bisikletden düştüğümü söyledim. İşbaşı yaptıktan sonra çıkışımı verdiler. Çağ atlamak, için uygun bir çağ beklemeye koyulmuşken arkadaşın ikisi geldi ve dediler -Sülo, sen yazmayı seversin, zaten işçiliği de beceremiyorsun. YYBK diye yazarlara yazı ve yazı isteyenlere de yazar bulma kuruluşu kurulmuş.

Dedim -git arkadaş işine. Tutuşturdu elime bir buroşür.Baktım eline...Yeyebeka yazıyor.


Ertesi sabah buroşürdeki adrese gittim. 'Gayet dantelli' adında bir şahıs bana yazarlık geçmişimle ilgili sorular sordu. Kıyamete şimdiden hazırlık yaptığım için sorulara olabildiğim kadar dürüstce cevap verdim.

Tecrübemin olup olmadığı sorusuna 'evet var' dedim. İlk yazımı sorunca, düşünmeden söyledim-Babama bir kartpostal yazmıştım. Gayet bey tebessüm ettikten sonra başka diye sordu.

-'Efendim lise de komposizyon yazardım.' dedim.

Ben soracak diye beklerken, aldığım notları sormadı.'Demek daha profosyonel değilsiniz' dedi.

Kafamı yere eğerek tasdikledim. Bana bunun sorum olmadığını söyledi. Test maksadıyla bir yazımı istediler.

Konu olarak da 'Halk dansı'nı seçtiler. Gayet beyefendi olan Gayet bey yazımda tamamen özgür olduğumu söyledi ve bir hafta sonraya randevu verdi. Aradan altı gün geçmiş, ben yine hayvanlar aleminde kendimi pasife ederken, karnımda bir sancı başladı. Ovaladım, zıpladım, ıkıladım; geçmedi. Sıcak süt içtim çare etmedi. Sonunda nöbetçi doktorda aldım havayı. Muayaneden sonra doktor paniğe gerek kalmadığını daha bir günüm olduğunu söyleyince, bembeyaz kesildim. 'Demek bir günüm kalmış ha doktor' dedim. 'Evet, yarın yazınızı bitirmek için son gün' dedi. İtfaiyenin sireniyle uyandım. Televizyon açık ben uykuya dalmışım. Kalktım, Dedem den kalma ansiklopedilere baktım; Kolbastı hakkında bir yazı yok. O kadar yıl, o kadar kupon boşunaymış derken Yahudi Süleyman'ın Polanyalısı gibi ayıkdım bir an...En iyisi gugullamak. 'Kolbastı' nedir, nasıl oynanır, kökeni nedir diye aradım. Kolbastı nokta org diye bir site bile buldum.

Kolbastının 1930'larda Trabzon mağaralarında gizlice alem yapanların kolluk kuvvetlerinin baskınları yüzünden bu dansa bu adı verdikleri versiyonun internetde kabul gördüğünü okudum. Dansın şekli üzeri de şu rivayet rağbet görüyor : 'Kolbastı da, yöreye uygun kürek çekme, yüzme, ağ atma, olta atma, ağ çekme, balık tutma gibi yerli insanların uğraşlarını simgeleyen hareketlerin bulunduğudur'.


Ben bu bilgileri bir güzel *bitledikten sonra yaslandım sandalyeye ve alim bir maymun gibi düşüncelere daldım.

Demek Karadenizli kardeşler o dönem mağaralarda çakır keyf olup yeni bir dans yaratmışlar. Arada bir kolluk kuvvetlerine yakalanmalarından dolayı bu dansa kısaca 'kolbastı' demişler. Kafamdaki saçları kaşırken birden ayıkdım. Ayrıntılar detaylarıyla gözönüme geldi. Evet bu uşaklar zilzurna horon teperken kolluk kuvvetleri basıyor...Kendimide kolluk kuvvetler arasında esmer, kaytan bıyıklı tam yeşilçam üretimi bir zabit olarak görüyorum.

Bu uşakları yanyana, elleri havada dizdirmişim ve karşılarında ben...Bunlara bir fırça çekiyorum...kızgınlıkdan tabancayı alıp, ayaklarına doğru, yere ateş ediyorum habire...Bir yandan da ha zıplayın da uşağım diye emir veriyorum.

Arada bir duran olursa, kıçlarına okkalı bir tekme indiriyoruz...sekeleye sekeleye zıplamaya devam ediyorlar.

Bazıları yorgunlukdan ellerini indiriyor...Onların kıçlarına veya suratlarına birer tokat atıyoruz ve bir yandan da habire bağırıyoruz. Baktım garipler yavaşdan yavaşdan sallanıyorlar. Daha asabiyetim tam yatışmamış ki, dedim durmak yok. Yorulan yavaş tempoyla dinlenebilir. On dakika zıp zıp sıçrayacaklar, bir dakika kollar havada sallanacaklar.

Yarım saate yakın bunları oynattık ve geri karakola gittik. Bu uşaklardan biri, Trabzonun sayılı beyefendilerinden birinin oğluymuş. Ertesi gün amirlerin önünde hesap veriyordum. Benden olayı anlatmamı istedler.

-'Efendim biz o gençleri alem yaparken bastık. Ders olsun diye de, horon teptirdik' dedim.

Komutan zaten karadeniz fıkralarımdan gıcık olurdu bana, bir tokat aksatıp bir daha ki sefere sadece tevkifle mükellef olduğumu hatırlattı ve ben odadan kapıyı kapatarak çıkıp, yazımı sonlandırdım.

*Görek : İç Anadolunun bazı kırsal bölgelerinde görmek veya beklemek manasında kullanılır

*Bitlemek: Herhangi bir yazımı, sesi veya görüntüyü bilgasayara hafızalamak

*Yahudi Süleyman'ın Polanyalısı : Aslen adı 'Salomon' olan İstanbullu Yahudi Süleyman amca bogaz dönüşü, Polanyalı

Jan'a rastlar. Selam alıp verdikten sonra Yahudi Süleyman sorar, -Hayırdır Jan, İstanbula niçin gittin ?

-Papazı görmeye gittim.

-Günah çıkarmak için mi ?

-Hayır, zenginlik dilemek için.

-Papaz kendi cebinden verse olmaz mıymış ?

Süleyman amcanın bu sözlerine Jan saf saf bakar. Yahudi Süleyman torbasından, boğazdan aldığı, gazete kağıdına sarılmış, kızarmış balıkları çıkarıp yemeye başlar. Jan'a ikram etmez. Balıkları kafalarından ayırıp, gövdelerini yer ve kafaları geri gazete kağıdına sarar. Meraklanan Jan sorar : Kafaları neden atmıyorsun ?

Süleyman amca gayet sakin tavırlarla, gazete kağıdına sarılı balık kafalarını torbasına koyar.

-Bu balıkları hanıma almıştım ama dayanamadım yedim. Kafalarıda hanıma verecem. Bilirsin, bu balıkların kafasını yemek zihne iyi gelirmiş.

Bunu bilmeyen Jan yine de doğru diye tasdikler ve yere bakarak yürümeye devam eder.

Belli bir zaman sonra Jan heyacanla, Süleyman amcaya dönerek : 'Balıkların kafasını bana satsana' der.

Biraz nazlandıktan sonra tanesini elli kuruşa vermeye razı olur ve beş balık kafasını ikibuçuk liraya satar.

Jan balıkların kafalarını afiyetle yer. Bunlar tam Polonezköye varmışken jan döner Yahudi Süleyman'a :

-Yav Salomon, sen bana balıkların kafasını, tanesini elli kuruşdan verip, ikibuçuk liramı aldın. Ben kilosuna boğazda bir lira verseydim, bir kilo eden beş balığı gövdeleriyle yerdim. Sen benden hem fazladan birbuçuk liramı aldın hemde gövdelerini yedin.

Yahudi Süleyman : Nankörlük etme! Bak balık zihnini nasıl hemen açtı.

 
Toplam blog
: 82
: 437
Kayıt tarihi
: 11.08.09
 
 

İlgi alanlarım muzik. İlk kez Milliyet Blog'da yazı yazmayı deniyorum, daha doğrusu düşüncelerimi..