Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Ağustos '14

 
Kategori
Fotoğraf
 

Konfüçyüs, sünnet düğünü ve Osmanlı Bankası

Konfüçyüs, sünnet düğünü ve Osmanlı Bankası
 

Kırkpınar Güzelleri


İnsanın ruhsal olgunluğa ulaşabilmesinin yolunun; bilgiden geçtiğini söyler bilge Konfüçyüs.
 
Bilgiyi arttırmak için, eşyayı ve çevreyi incelemek gereklidir.

Böylece elde edilen güçlü bilgi ile de, önce doğru bir düşünceye, ardından da 'kalp temizliği'ne varılır der.
 
Konfüçyüs neredeyse tüm hayatı boyunca sahip olduğu bilgiyi çevresiyle paylaşırken, doğal olarak kendi dünya görüşünü ve ahlaki doğrularını da iktidara taşımayı hedefliyordu.
 
Ne var ki umduğunu bulamamaktan doğan bir keder içerisinde, ''Beni kendisine üstad yapabilecek kadar yükselebilen bir hükümdar yetiştiremedim, o halde ölmenin de zamanı gelmiştir'' diyerek  bu dünyadan göçüp gitmiştir. 

                                                                                                    *****
 
Fotoğraf makinesindeki ayna, odaklandığımız objelerin gözümüze yansımasını ve onları görmemizi sağlar. Ancak şunu da bilmemiz gerekir ki, bir fotoğraf makinesinin aynası kirli ise, bu fotoğrafa asla yansımaz.

Demem o ki; aynanın kiri, yansıttığı objenin özünü kirletemez. Güzeli, iyiyi, doğruyu yansıtacak bir ayna, mutlaka bulunur ve ayna da kiri ile kalakalır. 

Aynalar; zaman ve mekan sınırlaması olmaksızın objelerin, insanların, hatta onların duygu ve düşüncelerinin evrende taşınmasının araçlarıdırlar.

Sözden yazıya ve ardından da görüntülere geçildiğinden bu yansımalar, insanın hayal gücünün zamanla daha az çalışmasına neden olmuş ve onu tembelliğe itmiştir.
 
Bilgi birikimi, kuşaklar arasında önce 'söylenceler', masallar ve efsaneler ile sözlü olarak aktarılırken, yazının bulunması ile anılar, öyküler, romanlar, felsefi kitaplar, ansiklopediler vb. şekillerde kuşaktan kuşağa aktarılagelmiştir.
 
Fotoğraf ve ardından gelen akan fotoğraflar (sinema) ; insanların yaşayarak, görerek, okuyarak, araştırarak, düşünerek elde ettikleri bilgilerin, kolayca sahip olunabilir hale gelmesine neden olmuştur.

Bu değişimler sırasında paraya dönüşemeyen bilginin itibarsızlaşması neticesinde de, bilgi edinmek için zorluklara katlanan insan sayısı da gittikçe daha da azalmıştır.
 
İnternet bu 'yıkım'da son vuruşu yapmış, copy-paste ile kaynağı belirsiz ve bir tık ile elde edilebilir 'şaibeli bilgi' ler paylaşıldıkça ucuzlamış, ucuzladıkça da itibarsızlaşmış ve hiç kimsenin artık bilgi sahibi olmak için en ufak da olsa bir çaba göstermemesine yolaçmıştır.
                                       
                                                                                                   *****
 
Bir otomobilde ya da uçakta, eğer yanınızda ölçüm aletleriniz yoksa, zaman ve mesafe hislerinizi yitirirsiniz.. Buna karşılık, yürüyerek bir tepeye tırmandığınız zaman ise, oranın ne kadar yüksek, bir kilometrenin de ne kadar uzun olduğunu bilir ve bunu hayatınız boyunca bir daha hiç ama hiç unutmazsınız.
 
Bilgi, öğrenme zorluğuyla paralel bir şekilde kalıcı olur.

Zorluklar yaşayarak, güç deneyimlerden geçerek elde edilen bilgi, bir daha kolay kolay akıldan çıkmaz.
 
Bu deneyimlerinizi çevrenizdeki, öğrenmeye aç 'akıllı' insanlara aktarırken, onlar da hayatı kendi hatalarından değil sizin deneyimlerinizden dersler çıkartarak öğrenebilirlerse, bu insanlığın daha büyük adımlar atmasına katkı sağlayacaktır.
 
                                                     *****
 
Eski fotoğraflar aslında, zaman içinde yapılan yürüyüşlerdir ve yürüyüş, insan sağlığı için her zaman çok gereklidir.
 
O fotoğraflara bakıp alacağınız tüm notlar hayata dairdir.

Objeler, yüzler, eşyalar, yollar, binalar, bir hareket, bakış, mekan ve zamanı ortadan kaldıran adımlardır.
 
Şimdilerde bazı facebook sitelerinde, tam bir beyaz dizi duygusallığı içerisinde 'eski' fotoğraflar paylaşılıyor. ''Ahhhh ne güzeldi o günler. Ama ya şimdi, herkes kötü, her yer çirkin''...
 
Yüzeysellik, basmakalıpçılık ve nedense her şeyi ya siyah ya da beyaz görme kolaycılığı.
 
Kimse fotoğraflara değer katmayı, onlarla ilgili sahip olduğu bilgileri paylaşmayı ve böylece ileride birikim oluşturabilecek bilgi kırıntıları ortaya koymayı düşünmüyor bile.
 
İşte belki de bu yüzden, bir kaç yüzyıllık Amerika Birleşik Devletleri dünyaya kendi 'kültür'ünü sunarken bizler, bu bombardıman altında ya hergün vuruluyor ya da saklandığımız sığınaklarda yok olup gidiyoruz.
  
                                                   *****
 
Konfüçyüs, bilgisinin kendi ömrü ile sınırlı olduğunu varsaymak yerine, aynaların yakın ya da uzaklığına bağlı olarak, ama eninde sonunda bir gün paylaşılan bilginin mutlaka  'geri dönüşü'nün olacağını, kendisinin bunu göremediğini ama er ya da geç yansımaları olacağını bilebilse, acaba dünyaya daha mutlu veda edebilir miydi?
 
Dünyanın genel hayatının doğrultusunu, her yüzyılda gelen bir kaç kişinin belirlediği, geri kalan her şeyin boş olduğu anlamsız düşüncesini aklımızdan atmadıkça, hayatın asıl detaylarda ve o detayların da sıradan insanlarda olduğu gerçeğini görmedikçe, dere tepe aşıp sahip olduğumuz bilgileri insanlarla paylaşmadıkça, damlaya damlaya göl olmaz, sadece su faturalarımız kabarır o kadar...
 
Şimdi sizlerle bir kaç fotoğrafı ve onlara baktığımda aklıma gelen şeyleri paylaşmak istiyorum.

Sünnet edilen bir çocuğun bu kadar korkusuzca kameraya baktığını, hayatımda ilk kez  görüyorum. Şimdilerde olsa belki, ''Oooo çoktan kesmişler de fotoğraf çekmek için poz vermişler'' bile diyebileceğim bir rahatlık. Sonradan nasıl bir hayatı oldu acaba? Hep böylesine cesur bakabildi mi çevresinde olup bitenlere?...

 
 
 
Nasıl bir yer burası? Bir çocuk yuvası mı, okul mu, ya da belki de bir hastahane? O sol tarafta çocuklara bakan beyaz kıyafetli de kim? Bir hemşire ya da anaokulu görevlisi mi? Çocuklar niye öyle sadece iç çamaşırlarıyla kuma bir çember oluşturacak şekilde uzanmışlar? Soldaki mermer bir havuz mu? Fotoğraf meraklısı birisi mi istemiş, çocuklardan bu pozu vermelerini?
 
 

 

''CUMHURİYETİ KORU''. Belki devamı da var ama tarihe, enazından bu fotoğrafta bu kadarlık kısmı geçebilmiş. Bilmem belki de ''Cumhuriyeti Koru ama önce kendi sağlını'' da yazıyor olabilirdi. Ya da, yok yok öyle yazmış olsaydı, 'Hitler' bıyıklarıyla poz vermiş bu subaylar, sanırım söz dinler sağlıklarına bakar, öncelikle de o kilolarından kurtulurlardı. Gerçi şimdiki gibi hergün, onlarca kanalda, ''Ne yersen zayıflarsınız?'' programları yapılmıyordu o günlerde. Dünya savaşının yoklukları içerisinde  adamlar muhtemelen bulduklarını yiyor olmalıydılar.

 

 

Bugün bir gazetede okudum, bilmem kaçıncı yılını kutlayan bir büyük bankanın genel müdürü basına verdiği demeçte, ''Bizim siyasetle işimiz olmaz'' demiş. Nasıl olmaz? Banka dediğin ekonomi merkezli bir ticari faaliyetin adıdır. Ekonomiyi iktidarlar yani hükümetler belirledikleri siyasi politikalarla düzenlemiyorlar mı? Sen çevreden bu kadar mı kopuksun, hiç mi ilgilendirmiyor olup bitenler? Çıkarların için ne gerekiyorsa o politikalara destek vermiyor musun? Korku dağları sardıkça, insanlar saçmalıyorlar diye düşünüyorum.

 
Şimdilerde bayrak dahi tartışılırken, bir ulusun sahip olduğu bu güzelliğe bile laf atanlar, değersizleştirmeye çalışanlar varken, eskiden bir kutlama öncesi özenle hazırlanan şu insanlara bir bakın ve biraz önce yukarıda yazdıklarımı hatırlayıp, ''Ahhh ne güzeldi o eski günler halbuki şimdiki insanlar ne kadar da kötü ve duygusuz'' demekten başka bir şey yapın mutlaka, n'olur...
 

 

Her görüntünün, 'Kıt akıllılar için haber bülteni' tadında beş on kez tekrar edilmediği, Türkçenin gayet düzgün konuşularak haberlerin izleyiciye aktarıldığı, siyah beyaz ama 'renkli' bir haber bülteni. Yorum değil, dedikodu değil, 'haber' verilen bir program. 

 

Öndeki konuşmacının iki yanında Türk bayrakları arkadaki Atatürk fotoğrafının üstünde de 'Demokrat Parti' yazısı. Muhalefet olsun, iktidar olsun, hala en azından iki ortak değerin paylaşılabildiği zamanlar. Şimdilerde ne bayrakta ne de Atatürk'te ulusal mutabakat var. Herkes herkesle kavgalı. Bizler ve onlar diye bölündükçe, ortak değerler ve zamanla da hiçbir değer kalmayacak gibi. 

 

 

Onlarca yıldır ''Başı açık, başı kapalı'' diyerek sabit fikirlerle tartışıp duruyor insanlarımız. İşte Cumhuriyetin ilk yıllarından bir fotoğraf. Taksim'deki Cumhuriyet Anıtı'nın önünde başörtüsü ile gururla duran bir İstanbullu. Şu uyumu sağlayıp bir türlü başka konulara geçemedik, işte o yüzden ''Eller aya, biz hala yaya...''

 

 

Önde subaylar arkada ise harabeye dönmüş bir bina ve üstünde çok fırtınalar kopartılan bir isim ; General Mustafa Muğlalı. Tarih belli belirsiz ama ben 1952 diye okuyorum. General Muğlalı 1951'de hayata veda etmiş. Peki bu bina nerede, ne zaman inşa edildi de ne vakit bu hale geldi?

Google'a Türkiye'de ilk defa yapılan General M. Muğlalı kışlası nerede diye soruyorum. Boş boş bakıyor...

 

 

Su kemerlerinin önünde subaylar, bir at arabası ve içinden şapkaları ile bakan muhtemelen eşleri. 1941 yılı. Acaba nereden nereye gidiyorlardı, fotoğraflarını kim çekti? Ya at arabasının sürücüsü asker, yan bakarken aklından neler geçiyordu? Teskereyi aldıktan sonra memleketine mi döndü mü yoksa İstanbul onun için artık bir vazgeçilmezdi ve o da  ayağına kadar gelen bu fırsatı kaçırmayarak.... Birileri bunlara dair notlar yazmazsa nereden bilebiliriz ki? Peki bu bilginin önemsiz olduğuna nasıl karar verebiliriz? Hayat detaylarda saklıdır, bunu unutmadığımız sürece küçük adımlarla büyük hedeflere ulaşabiliriz.

 

 


 
Kırkpınar Güzelleri... Ortada en güzeli, tahta bir iskemlenin üzerine çıkmış, başında tacı ve elinde de asası. Şimlerde olduğu gibi neredeyse her katılana bir taç, bir de unvan verilmiyormuş  demek o günlerde ve magazin programlarına çıkıp boy göstermek yerine de sadece tahta eski bir sandalyeye çıkıyormuş güzeller. 

 
Toplam blog
: 344
: 1122
Kayıt tarihi
: 22.07.09
 
 

Okur yazarım. Okur yazarlıktan kastım, okuduklarımı yazmamdır ki, bu yazılarımı genellikle 'kitap..