Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Aralık '08

 
Kategori
Deneme
 

Koyunluk bizde kalsın

Küçükken anneannemden dinlerdik hikayeleri, o başka diyarlara göçüp gittikten sonra annemin anlattıklarıyla büyümüştük… Çok kardeştik ya, kimi zaman komşuların bizi kıskandığını da hissederdik ama bozuntuya vermezdik… İşte dinlediğimiz o hikayelerin hepsinde küçük küçük dersler vardı… Dersimizi aldık mı, alamadık mı hala çözebilmiş değildim… Ta ki ‘kurban bayramı’na kadar…

Her şey ‘kurban bayramı’ gelişiyle değişti… Anneannemin ve annemin anlattıklarını artık daha iyi idrak eder oldum… Buna ‘pişmek’ de denebilir aslında… Hoş pişmek deyince başka başka şeyler de işin içine giriyor ama bu kastettiğim ‘zihnen pişmek’ durumu…

İlk çocukluğumu hatırlıyorum da, ne güzel hayallerle kandırmıştık kendimizi… Masmavi denizler, göller; etrafını çevreleyen yemyeşil ormanlar, ormanların yanı başında türlü türlü sebzelerin, meyvelerin yetiştiği bahçeler… Hoplaya zıplaya oyunlar oynardık kardeşlerimle; bazen otlar arasında bazen dere kenarında… Annemin bizi çağıran o tatlı sesi de kulaklarımda çınlar hala…

Şimdilerde büyümüşüz anlaşılan, büyümüşüz ki artık ele avuca sığar bedenimizle süklüm püklüm bir vaziyette kaderimizi bekliyoruz pazarlarda…

Aslında çok üzülmüyorum bayramın geldiğine…. Nasıl olsa gelecekti… Bu sene olmazsa gelecek sene mutlaka piyango bize vuracaktı… O da olmadı ‘yaşı geldi bunun’ diyerek malum kaderimize doğru yol alacaktık nasıl olsa…

Pazarcının nasırlı kalın parmakları arasında gördüğüm şeyi ilk anneannemden öğrenmiştim… ‘Para’ diyordu insanlar buna… Hayatlarını devam ettirebilmek için bundan kazanmaları gerekiyormuş… Yiyecek ve bilumum ihtiyaç malzemelerini bununla temin ediyorlarmış… İnsanların ‘para’ dedikleri bu kağıt parçaları biz koyunlar için bir anlam ifade etmiyor ama bizim yediğimiz samanları da bununla satın alıyorlarmış…

İşte yine bir bayram geldi dedi kardeşim… O bayramı kendince eğlenecek bir şey sanıyordu hala… Kardeşime isim de takmıştı bu insanoğlu… ‘Kınalı Kuzu’ diye çağırıyorlardı… Kardeşim ismini filan bilmiyor esasında, sadece tanıdık simalar olduğu için ‘ot’ verecekler diye koşup gidiyor… O benim gibi değil… Aklını kullanmıyor hiç… Zaten kullansa ne olacak ki, değil mi?... Bak ben kullanıyorum da ne oluyor… Sonumu erteliyorum sadece… Eninde sonunda beni de götürecekler mezbahaya… Şimdilik direniyorum… Sadece bu…

İnsanlar bizi yemek için besliyorlar ya, bunu ilk öğrendiğimde çok ağlamıştım… Annemin teselli verici sözleri bile beni teskin etmeye yetmemişti de, sahibimiz Ahmet Ağa beni doktora götürmüştü… Ben sürekli hıçkırınca belki hastalığım vardır, diğer koyunlara bulaştırmayayım diye götürmüş… Doktor diyorum ama, insanlar ona ‘baytar’ diyorlar… Hayvan doktoruymuş… Beni biraz inceledi… Sonra Ahmet Ağa’ya bir ilaç verdi, o ilacı bir hafta bana içirdiler… İğrenç bir tadı vardı; yediğim otlara, samanlara hiç benzemeyen metalik bir tadı vardı o ilacın… İyi olmam için onu içmem gerekiyormuş, her gün zorla içirdiler… Oysaki onların öksürük sandığı şey benim ağlama nöbetlerim sırasındaki hıçkırıklarımdı…

Arife günü dedikleri günde kardeşimi iri yarı bir adam alıp gitti… Bizimki pek keyifliydi, sanki güney sahillerine tatile gidiyordu ahmak… Başına gelecekleri bir bilse, bilmem gitmek için bu kadar hevesli olur muydu?... Ben yine ağladım o giderken… Ahmet Ağa bana yine o şeyden içirdi… Annem sessiz sessiz duruyordu, belli ki için için ağlıyordu… Annemin sütü bol olduğundan onu satmıyordu Ahmet Ağa… Her gün sütünü sağıyorlardı… İnsanoğlu sütü çocuklarına içiriyormuş… Kemiklerini geliştiriyor diye…

Bahçeye çıktık… Ben sahibimizin evinin içine girebilen yegane koyundum… Hastayım diye bana iyi davranıyorlardı… O yüzden her yere girip çıkabiliyordum… İşte yine böyle bir anda evin içine girdim… Ahmet Ağa koltuğuna oturmuş, adına televizyon dedikleri şeye bakıyordu… Arada sırada kendi kendine konuşuyordu…

Yunanistan dedikleri bir yer varmış… Orada ‘polis’ dedikleri bir görevli bir çocuğu öldürmüş, bundan dolayı o ülkede yaşayan insanlar isyan etmişler… Her gün sokaklarda toplanıp hükümet dedikleri şeyi protesto ediyorlarmış… Ben bunları pek anlamam ama Ahmet Ağa söylenip duruyordu… “Bak işte elin oğlu koyun değil ki, hemen hakkını arıyor, polise ve devlete karşı hakkını savunuyor” deyip duruyordu…

Hemen gidip anneme sordum; “Anne, koyun olmak kötü bir şey mi, Ahmet Ağa habire ‘elin oğlu koyun değil ki’ deyip duruyor” dedim… Annem gülümsedi… “Bu insanoğlu pek ilginç bir yaratıktır evladım, işine geldi mi koyun gibi güdülür, işine gelmedi mi aslan kesilir” dedi… Ben yine bir şey anlamamıştım…

Bir gün yine gizlice evin içine girdim, Ahmet Ağa yine o televizyon dedikleri kutuya bakıp bakıp gülüyordu… Kurban bayramında insanların ellerinden kaçırdığı danalar sokaklarda koşuşturuyordu… Ama sadece danalar kaçmıştı… Hemen anneme gittim… “Anne neden sadece danalar kaçıyor, koyunlar hiç kaçmıyor?” dedim…

Annem derin bir iç çekti… “Boşver oğlum” dedi…

“Eninde sonunda yakalanacaksın ve boğazın keskin bir bıçakla kesilecek… Ne diye kaçıp kendini yoracaksın… Sen düşünme bunları, boş ver KOYUNLUK BİZDE KALSIN” dedi…

Ben yine bir şey anlamamıştım…
www.murathacioglu.com

 
Toplam blog
: 656
: 1708
Kayıt tarihi
: 08.12.08
 
 

Allah kimisine “Yürü ya kulum” demiş. Ben onu “Yürü, yaz kulum” anladım. Yürü anca gidersin manas..