Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Nisan '08

 
Kategori
Bilim
 

Kuantum Evrende Tanrı (2)

Kuantum Evrende Tanrı (2)
 

KUANTUM EVRENDE TANRI

2. Bölüm: KÖR SAATÇİ

Gökbilimci Laplace beş ciltlik Gök Mekaniği’nin bir kopyasını Napolyon’a sunar. İmparator kitabın yapraklarını hızla çevirir; <ı>“Bu koca kitabı evrenin yaratıcısından bir kere bile söz etmeden yazmışsın, öyle mi?” der. <ı>“Öyle bir varsayıma hiç ihtiyacım olmadı, efendim” der Laplace[1].

<ı>“Boş başlarız” diyor Ernst Bloch. Doğru değil! Boşlukta başlıyoruz. Çekimsiz bir ortam… Gerçek ağırlığımızı burada ölçmek mümkün değil, o kadar. İnsanın ağırlığı, ruhunun darası alındığında ortaya çıkar. Dünyayı gözlerimizden ibaret sayıyoruz. Dün, bugün, yarın, daha uydururken inanmaya başladığımız yalanlar. <ı>“Bir zamanlar ülkenin birinde bir kral yaşarmış…” diye başlayan bir masal gibi geçmiş. Tarih diye okuduklarımız modern masallar. Biz aynı pusulasız geminin, hayalet tayfaları... Bir şeyler eksik. Resimdeki yedi yanlışı bulmaktan kolay, ezberimizdeki düne ait yanlışları bulmak. Dün, yoldan çıkınca, yarın da yörüngesiz dolaşıyor. Doğru, <ı>“Boşluk Bakışlarımızın Biçimini Alıyor”[2]<ı>, ama insanın asıl boşluğu içinde yaşanıyor ve o her seferinde içine bakmayı unutuyor. Kendimizi bugüne ait bilgilerle nasıl çıkılmaz bir lâbirente hapsetmişiz? Elimizde cetveller, kolumuzda saat, sırtımızda kâinatın sırları… Ya bu yük çok ağır, ya bu harita yanlış. Bilgi, zannettiğimiz pek çok şey, algılarımızı bozan ve belleğimizdeki asıl verileri silen bir tür virüs mü aslında? Gerçek bilgi ne? Dünya yuvarlak olduğu ispat edilene kadar düzdü. Mutlak doğru, doğrunun değişebilirliği mi? Pek çok şeyden şüphe etmeliyiz o halde. Bütün bilgilerimizi, yeniden test etmeliyiz. Ezberletilen her bilgi, insanın özgür iradesini köleleştiren bir vesika mı? Ne kadar az bilirsek, dünyayı o kadar çok mu kavrarız. Yoksa, insanın kaderi, gözleri görmeyen şairlerin kehânetlerinde mi gizli?

SAATÇİ VAR MI YOK MU? KÖR MÜ DEĞİL Mİ?

Aziz Thomas Aquinas Tanrı’nın varlığını ispatlamayı denediği, <ı>“kozmolojik kanıt”ında; bir <ı>“ilk harekete geçirene inanır”. Birisi birinci nesneyi harekete geçirir, bu da ikinci nesneyi harekete geçirir ve böylece evrenin harekete geçer; <ı>“Bu nedenle mutlaka bir Tanrı, ilk hareketi başlatan, mevcut olmalıdır”. Teolojik kanıt, <ı>“ilk tasarlayana” dayanır. Ontolojik kanıt ise, <ı>“Tanrı o kadar kusursuzdur ki mutlaka varolmalıdır” der. Modern bilim, Tanrı’nın varlığına dair bu üç kanıtı ciddiye almaz. Çoğu araştırmacılar, <ı>“ilk hareketi sağlayan” yerine, Büyük Patlama (<ı>Big bang)’yı koyar; <ı>“Enerji korunduğu için atomlar sürekli hareket ederler. Atomların gerçekten bir yaratıcıya ihtiyaçları yoktur” der. Evrim teorisi teolojik kanıtı da yok saymaya çalışmıştır. XVIII. yüzyıl tanrıbilimcisi William Paley, Doğal Tanrıbilim[3] kitabında çok bilinen bir hikâye anlatır. Günün birinde yolumuz daha önce hiçbir insanın daha önce ayak basmadığı bir çalılıktan geçer. Ayağımız bir taşa takılır, taşın oraya nasıl geldiğini bilemez; <ı>“Herhalde ezelden beri burada <ı>diye düşünebiliriz. Ancak aynı yerde bir saat bulursak, saatin daima orada olduğunu asla düşünmeyiz” der. Saat bir tasarımdır. Yayları, dişlileri, çarkları ayrı ayrı imal edilmiş bir nesnedir. Saati tasarlayan ve yapan biri olmalıdır. Paley, bir saatin işleyişine neden olan her parçanın, tabiatte de karşılığının bulunabileceğine inanır. Üstelik tabiatın işleyişinde <ı>“tüm öngörüleri aşan daha da yüce bir görünüm vardır” derken, nasıl teleskopun görmeye yardımcı olmak üzere yapılmışsa, göz de görmek için tasarlanmıştır sonucuna ulaşır.

Akıllı tasarım fikrine sıcak bakan araştırmacılar <ı>"Her saati yapan bir saatçi vardır" sözlerinden ilham alırlar. Darwin’in <ı>“evrim” tezini savunanlar, insanların tesadüfî bir doğal seçim yoluyla varolduğu fikrine inanırlar, yani ortada saat de saatçi de yoktur (maymunlar zaten saate ihtiyaç duymazlar). Doğal seçilime itibar eden, ancak bunun bir adım ötesine giden bazı bilim insanları ise konuya daha farklı yaklaşırlar. Gen Bencildir ve Tanrı Yanılsaması kitaplarının da yazarı zooloji profesörü Richard Dawkins; <ı>“Doğal seçilim geleceği planlamaz, geleceği görme yetisi yoktur. Doğal seçilimin doğanın saatçisi olduğu söylenecekse bu saatçinin “kör” olduğu eklenmelidir”[4] der,

DİN Mİ, BİLİM Mİ?

Bilim tanrıtanımaz olmak için bile, Tanrı’nın var olduğunu kabul etmek zorunda olduğunu kavrayacak kadar rasyoneldir. Düne kadar fizikçiler ve teologlar, iki ayrı Tanrı fikrinden hareket ettiler; bir yanda duaların ve diğer yanda fizik yasalarının Tanrısı. İslâmiyetin, Musevîliğin, Hıristiyanlığın ya da Budizmin yaratılış teorilerinde ortak bir payda olduğunu gözleyen bilim, artık eskisi kadar küstah değil. Fizik bilimi henüz çoklu-evrenin gizemini çözecek yetenekte olmadığının farkında, yeni paradigmalar kuruyor. Bilimle uğraşan pek çok kişi bugün, yeterince akıllı olmadıklarının farkına varacak kadar zeki olmadığını biliyor.

Bilim uzun zamandır evrenin kendisiyle ilgilenen bir paradigma kaymasının peşinden gidiyor. Bükülmüş uzay–zaman kavramını doğuran bu paradigma kaymasına göre; evren küçük bir hiper- kabarcıktır ve Büyük Patlama (<ı>Big Bang) nedeni ile çok büyük bir hızla genleşmektedir. Bu teoriye göre; uzay, ölen bir yıldızın etkisiyle yoğunlaşabilir, yırtılabilir ve eğrilip bükülebilir. Bu ölen yıldıza “kara delik” dir. Bu nedenle, kara delikler, evrenin kendisi, yani bilinemeyendir.

Nobel ödüllü nörofizyolog Sir John Eccless, evrenin nedenlerle donatıldığı görüşünü benimseyenlerin çoğunun, bir tür antropoloji ilkesi oluşturmaya çalışan evrenbilimciler ve kuramsal fizikçiler arasından çıktığına dikkat çeker[5]. Bilim tarihçisi Derek Gjerten, pek çok önemli filozofun, kendi zamanlarının bilimine hiçbir zaman egemen olmadıkları halde yine de yaşamlarının bir bölümünde profesyonel bilim adamı olarak çalıştıklarını farkedenlerden. <ı>“Locke ve Lotze hekimdiler, Whitehead, Frege ve Ramsey matematikçiydiler, Witgenstein mühendisti, Michael Polanyi kimyagerdi, Shlick fizikçiydi, James Ward fizyolog ve Willam James de psikologtu. Daha yakın zamanlarda bilimde etkin biçimde kariyer sahibi olmasalarda CD. Broad, Karl Popper, S.E. Toulmin, W.V. Quine, Rudalf Carnap gibi birçok filozofun matematikte ya da fizikte önemli dereceleri vardı. Ayrıca kimileri Nobel ödülü olan ve bilimsel uğraşlarına devam ederken felsefi meselelerle ilgilenen önde gelen bilim adamlarıdır. Örneğin kuramsal fizikçi olan David Bohm, birçok kez kuantum kuramının sansasyonel yönünün daha az paradoksal görüneceği felsefi yapısına ilişkin çalışmalar yapmıştı”[6]<ı>.

Arthur Koestler, <ı>“çağdaş fizikçi,atom-altı parçacıkların ve üst gökadasal(süper galaktik)boyutların alanına girdikçe daha fazla paradoksla ve sağduyuyla bağdaşmayan yapılarla karşılaşacaktır ve görünürde olanaksız olana karşı daha düşünceli olacaktır”[7] derken hiç de haksız sayılmaz.

Maddenin tek bir kaynaktan meydana geldiği fikrini yani, “Temel Alan”ı savunanlar, atom taneciğinin aynı anda iki ayrı yerde olabilmesine, ışık yılı uzaktaki olaylara anında tepki vermesini ve uzay boşluğunda, evrendeki tüm yıldızların oluşturduğundan fazla enerjinin var olmasıile delillendirirler. Richard Dawkins gibi doğal seçilimin, ileriyi görmeden, sonuçları hesaplamadan hareket eden “<ı>kör bir saatçi”olduğu tezine inananların ise “<ı>Yine de doğal seçilimin yaşayan sonuçları, usta bir saatçinin tasarımların akla getiriyor” demekten kendilerini alamamaları ne ilginç değil mi? Saatçi’nin hakkı saatçiye…

(Devam edecek...)

[1] Simon Pierre Laplace, kısa bir dönem de Napolyon’un da İçişleri Bakanlığını yapmış, fizikçilerin <ı>“Laplace Şeytanı” diye andıkları kavramın isim babası olan bir gökbilimcidir. Gerçeği tahmin etmenin en iyi yolunun doğru cevabı hesaplamak değil de en yanlış olanı hesaplamak olduğunu kanıtlayan Olasılığın Analitik Teorisi’ni (1812), daha sonra da, Olasılık Hakkında Felsefi Denemeler’i yayımlamıştır. Vincent Cronin’in The View from Planet Earth isimli kitabından alınan bu hikâyeyi, Adrian Berry, TÜBİTAK yayınları arasından çıkan Bilimin Arka Yüzü’nde anlatır (s. 261).

[2] Paul Eluard’ın, <ı>“Ne plus partager” (1926) adlı şiirindeki, “<ı>L’éspace a la forme de mes regards” (Boşluk <ı>bakışlarmın biçimini taşıyor” mısraı, Fransa Bilim Akademisi CNRS’nin araştırma bölümünü yöneten astrofizikçi Hubert Reeves’in tuttuğu günlüğün, onun insana ve tabiata ilişkin gözlemlerini içeren bir çeşit <ı>“kozmik dua” kitabının da adıdır (TÜBİTAK, 2001).

[3] William Paley, <ı>“Naturel Theology or Evidences of the Existence and Attributes of the Deity Collected from the Appearances of Nature” (Doğal Tanrıbilim ya da Doğanın Görünümlerinden Toplanan, Yaradan’ın Sıfatlarına ve Varlığına İlişkin Kanıtlar), 1802.

[4] Richard Dawkins, Kör Saatçi, TÜBİTAK yay.; Tanrı Yanılgısı, Kuzey y.

[5] J. C. Eccles, The Human Mystery, Londra, ders 10.

[6] Derek Gjertsen, Bilim ve Felsefe, 2000, Say y., s. 11.

[7] A. Koestler, The Roots of Coincidence, Londra, 1974, s. 50.

 
Toplam blog
: 96
: 1137
Kayıt tarihi
: 28.03.07
 
 

 Hacettepe Üniversitesi mezunu, nörobilimden psikolojiye disiplinlerarası eğitime hevesli bir Türko..