- Kategori
- Kitap
Küçük Arı'nın büyüsü

İnsan bazen hakikaten ne yapacağını, ne diyebileceğini bilemiyor. Öyle bir yumru tıkıyor ki boğazını, ne yutkunabiliyor ne de nefes alabiliyor. Ağzını açıp kapatıyor kurbağa misali, sanki daha fazla hava girebilecekmiş gibi ciğerlerine ama nafile! O yumru var ya o yumru, şekilsiz ve hormonlu bir patates misali çöreklenmiş duruyor yeni yuvasında, halinde gayet memnun.
Neden sabah sabah bunu yazdım? Çünkü o yumru ile uğraşıyorum 28 saattir. Tam 28 saat önce (Pazar sabahı saat 06:30), sıcaktan uykunun tutmadığı bir sabaha gözlerimi açtığımda, yatakta daha fazla durmanın hiçbir manası olmadığını fark ederek atıverdim kendimi salona. Klimamızın olduğuna bir kez daha şükrederek koltuğa oturdum ve oğlum ve kızım uyanmadan önce şöyle keyifle bir kitap okusam diye düşündüm (hemen her boş vaktimde yaptığım gibi). Elimdeki kitabı bitirdiğim için kütüphanemin karşısına geçtim “acaba ne okusam?” diye ve elime, ne zamandır merak ettiğim, sevgili teyzemin alıp bana getirdiği “Küçük Arı” geldi. Arkasındaki şu sözcükler merakımı kamçıladı sanırım: “Yaşamları acımasız bir şaka gibi kesişen karakterlerin size sunduğu sadece bir gülümseyiş; ama buruk bir gülümseyiş… Derken coşkulu bir kahkaha ve hemen ardından kalıcı bir sızı… Ve sonra daha büyük bir kahkaha.” İlgi çekici, hatta biraz da baştan çıkarıcı bir tanıtım yazısıydı bu. Hayat gibi bir kitap, gülmek ve ağlamak yan yana, nasıl merak etmez insan? Ben de aldım elime bu turuncu rengin kapağına hakim olduğu kitabı ve yavaşça sayfalarını çevirdim. Ne de olsa minik kızım saat 07:00 itibariyle kalkmanın çok önemli olduğuna inanıyordu (ne de olsa daha 20 aylık, hayatı yakalaması gerek, uyuyarak olmaz ki canım!), o yüzden sessiz, sakin şekilde birkaç sayfa okumak için yaklaşık yarım saatim vardı. Kleopatra edası ile üçlü koltuğuma uzandım ve kendimi kitabın büyülü dünyasına kaptırdım. İşte o kitaptır boğazımdaki yumruyu yaratan. Sırça köşklerinde yaşayan, gerçek tasadan, gerçek mutsuzluktan ve zorluklardan bihaber olan insanların şımarıkça yaratmaya çalıştığı gündelik “büyük” sorunların aslında ne kadar önemsiz olduğunu aniden fark etmeleri ile ortaya çıkan bir yumru.
Kitaptaki Nijeryalı kızın dramından yola çıkarak kendi ülkesindeki yoklukları, zorlukları sorgulamaya başlayan, içi ezilen, gözleri sulanan bir kişinin-bu durumda benim- yaşadığı o kırılganlık duygusu, o içinde yaşadığı cam fanusa hızla çarpan gerçeklik dalgaları karşısında hissettiği savunmasızlık, çaresizlik, hatta derin bir sızı… Biliyorum, bir süre sonra bu ilk etki hafifleyecek, sonra yavaş yavaş unutulmaya başlanacak, en sonunda güncelik anlamsız kaygılarıma geri döneceğim, ama şu duygu yoğunluğu içindeyken bu kitaptan biraz bahsetmek istedim size. Öykü Nijeryalı bir kız, İngiliz bir anne ve onun kendini Batman olarak adlandıran ve bu kimliğinden (ve kostümünden) asla vazgeçmeyen 4 yaşındaki oğlu arasında geçiyor ve bir Nijeryalı göçmen kız Küçük Arı’nın, bir de İngiliz anne Sarah’nın kaleminden ve gözünden aktarılıyor. Hayatların nasıl tesadüflerle birbirine geçebildiğini ve hayatınızın geri kalanını nasıl geri dönülmez şekilde belirleyebildiğini görmek sarsıcı, ama özellikle çok farklı bir bakış açısına ve espri anlayışına sahip Küçük Arı’nın medeniyeti sorgulaması, umutsuz kaçışını benzetmelerle anlatması öylesine vurucu ve dokunaklı ki okuyan kişilerin kayıtsız kalması gerçekten çok ama çok zor.
Onun bakış açısını, olayları yorumlama biçimini göstermesi adına sadece şu sözlerine yer vermek istiyorum: <ı>“Macera nedir? Bu, maceraya nerede başladığınıza bağlıdır. Sizin ülkenizdeki küçük kızlar, çamaşır makinesi ile buzdolabının arasındaki boşluğa gizlenip, etraflarının yeşil yılanlar ve maymunlarla sarılı olduğu bir ormanda olduklarını hayal ederler. Ben ve ablam, yeşil yılanlar ve maymunlarla dolu ormanda bir boşluğa gizlenip, çamaşır makinemiz ve buzdolabımız olduğunu hayal ederdik. Siz makineler dünyasında yaşıyorsunuz ve kalbi çarpan şeylerin düşünü kuruyorsunuz. Biz makineleri düşlüyoruz çünkü çarpan kalplerin bizi terk ettiğini gördük.”ı>
Bu kitap hakkında çok şey söylenebilir, çok şey yazılabilir ama herkesin okuyarak kendini sorgulaması, kendisinden, kendi yaşamında bir şeyler bularak belki onları düzeltmeye çalışması, belki gecikmemiş özürler sunması gerektiğini fark etmesi için yazılmış bir kitaptır bu. Yazara sormak lazım; belki de hiçbir kaygısı, beklentisi yoktu yazarken, ama zaten usta yazarlık dediğin sen bir hikayeyi anlatırken, yazdıklarını her okuyanın kendi hikayelerini yaşaması değil midir? Pegasus Yayınları’ndan 2010 Ocak ayında çıkan kitap Chris Cleave imzalı. Bu hayat dersini siz de okuyun ve ne olur bana hissettiklerinizi yazın.
Sevgilerimle,
Neden sabah sabah bunu yazdım? Çünkü o yumru ile uğraşıyorum 28 saattir. Tam 28 saat önce (Pazar sabahı saat 06:30), sıcaktan uykunun tutmadığı bir sabaha gözlerimi açtığımda, yatakta daha fazla durmanın hiçbir manası olmadığını fark ederek atıverdim kendimi salona. Klimamızın olduğuna bir kez daha şükrederek koltuğa oturdum ve oğlum ve kızım uyanmadan önce şöyle keyifle bir kitap okusam diye düşündüm (hemen her boş vaktimde yaptığım gibi). Elimdeki kitabı bitirdiğim için kütüphanemin karşısına geçtim “acaba ne okusam?” diye ve elime, ne zamandır merak ettiğim, sevgili teyzemin alıp bana getirdiği “Küçük Arı” geldi. Arkasındaki şu sözcükler merakımı kamçıladı sanırım: “Yaşamları acımasız bir şaka gibi kesişen karakterlerin size sunduğu sadece bir gülümseyiş; ama buruk bir gülümseyiş… Derken coşkulu bir kahkaha ve hemen ardından kalıcı bir sızı… Ve sonra daha büyük bir kahkaha.” İlgi çekici, hatta biraz da baştan çıkarıcı bir tanıtım yazısıydı bu. Hayat gibi bir kitap, gülmek ve ağlamak yan yana, nasıl merak etmez insan? Ben de aldım elime bu turuncu rengin kapağına hakim olduğu kitabı ve yavaşça sayfalarını çevirdim. Ne de olsa minik kızım saat 07:00 itibariyle kalkmanın çok önemli olduğuna inanıyordu (ne de olsa daha 20 aylık, hayatı yakalaması gerek, uyuyarak olmaz ki canım!), o yüzden sessiz, sakin şekilde birkaç sayfa okumak için yaklaşık yarım saatim vardı. Kleopatra edası ile üçlü koltuğuma uzandım ve kendimi kitabın büyülü dünyasına kaptırdım. İşte o kitaptır boğazımdaki yumruyu yaratan. Sırça köşklerinde yaşayan, gerçek tasadan, gerçek mutsuzluktan ve zorluklardan bihaber olan insanların şımarıkça yaratmaya çalıştığı gündelik “büyük” sorunların aslında ne kadar önemsiz olduğunu aniden fark etmeleri ile ortaya çıkan bir yumru.
Kitaptaki Nijeryalı kızın dramından yola çıkarak kendi ülkesindeki yoklukları, zorlukları sorgulamaya başlayan, içi ezilen, gözleri sulanan bir kişinin-bu durumda benim- yaşadığı o kırılganlık duygusu, o içinde yaşadığı cam fanusa hızla çarpan gerçeklik dalgaları karşısında hissettiği savunmasızlık, çaresizlik, hatta derin bir sızı… Biliyorum, bir süre sonra bu ilk etki hafifleyecek, sonra yavaş yavaş unutulmaya başlanacak, en sonunda güncelik anlamsız kaygılarıma geri döneceğim, ama şu duygu yoğunluğu içindeyken bu kitaptan biraz bahsetmek istedim size. Öykü Nijeryalı bir kız, İngiliz bir anne ve onun kendini Batman olarak adlandıran ve bu kimliğinden (ve kostümünden) asla vazgeçmeyen 4 yaşındaki oğlu arasında geçiyor ve bir Nijeryalı göçmen kız Küçük Arı’nın, bir de İngiliz anne Sarah’nın kaleminden ve gözünden aktarılıyor. Hayatların nasıl tesadüflerle birbirine geçebildiğini ve hayatınızın geri kalanını nasıl geri dönülmez şekilde belirleyebildiğini görmek sarsıcı, ama özellikle çok farklı bir bakış açısına ve espri anlayışına sahip Küçük Arı’nın medeniyeti sorgulaması, umutsuz kaçışını benzetmelerle anlatması öylesine vurucu ve dokunaklı ki okuyan kişilerin kayıtsız kalması gerçekten çok ama çok zor.
Onun bakış açısını, olayları yorumlama biçimini göstermesi adına sadece şu sözlerine yer vermek istiyorum: <ı>“Macera nedir? Bu, maceraya nerede başladığınıza bağlıdır. Sizin ülkenizdeki küçük kızlar, çamaşır makinesi ile buzdolabının arasındaki boşluğa gizlenip, etraflarının yeşil yılanlar ve maymunlarla sarılı olduğu bir ormanda olduklarını hayal ederler. Ben ve ablam, yeşil yılanlar ve maymunlarla dolu ormanda bir boşluğa gizlenip, çamaşır makinemiz ve buzdolabımız olduğunu hayal ederdik. Siz makineler dünyasında yaşıyorsunuz ve kalbi çarpan şeylerin düşünü kuruyorsunuz. Biz makineleri düşlüyoruz çünkü çarpan kalplerin bizi terk ettiğini gördük.”ı>
Bu kitap hakkında çok şey söylenebilir, çok şey yazılabilir ama herkesin okuyarak kendini sorgulaması, kendisinden, kendi yaşamında bir şeyler bularak belki onları düzeltmeye çalışması, belki gecikmemiş özürler sunması gerektiğini fark etmesi için yazılmış bir kitaptır bu. Yazara sormak lazım; belki de hiçbir kaygısı, beklentisi yoktu yazarken, ama zaten usta yazarlık dediğin sen bir hikayeyi anlatırken, yazdıklarını her okuyanın kendi hikayelerini yaşaması değil midir? Pegasus Yayınları’ndan 2010 Ocak ayında çıkan kitap Chris Cleave imzalı. Bu hayat dersini siz de okuyun ve ne olur bana hissettiklerinizi yazın.
Sevgilerimle,