Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Mart '21

 
Kategori
Eğitim
 

LAİK EĞİTM

 
*
Koşu
*
Yaşam gökyüzüydü
Sevgilerin ertelenmediği zaman
Anılarda sivas
Doksan üç temmuzu otuz yedi genç ölüm
Fotoğraf makinaları
Sevdalı kalemleri
Ağıtlar içinde
Şiir topla inişli yollardan
Dostluk kur çiçeklerle kitaplarla
Yinelenmeyen gün
Gelecek sabah
Koşar aydınlıklara bu ses
Bruno’ dan bu yana
Eğitimin “efendi”nin elinden alınıp topluma yaygınlaştırılması insanlığın yürüyüşünde yüzyılları aldı. Halkın istemleri karşısında duramayan yöneticiler eğitim hakkını toplumun tüm kesimlerine tanımak zorunda kaldılar.
Tarihe baktığımızda ilk kez Yunanlı eğitbilimci Ksenofon
( İÖ 425 – 352 ) kızların eğitilmesi konusuna değindi.
Fransız eğitbilimci, düşün adamı Rablais kilise anlayışına uyarlanmış eğitimin (iskolastik eğitim) karşısına doğal eğitimi koydu.
Böylesine uzun bir yoldan geçen insanlık 1789 Fransız Devrimi’yle ulus olma bilincini yakalarken laik eğitime de ulaştı.
Bilim alanındaki buluşların eğitime girmesi laikliktir.
Laiklik, girdiği toplumlarda demokrasiyi doğurmuş, insanların dilediği gibi yaşama şansına ulaşmalarını sağlamıştır.
Bu nedenle laiklik, diğer bir anlamıyla demokratik bir yaşama biçimidir.
Herkesin inandığı gibi yaşaması, demokrasinin kurumlaşarak toplumun tüm kesimlerinde örgütlenmesi laikliğin getirdiği, insan için önemli kazanımlardan biridir.
Bilim adamlarının ulaştığı sonuçların eğitime girmesi için yüzyılların geçmesi acılar yaşanarak beklendi. Biz ulus olarak bilimin eğitimimize girmesini kuşkusuz Atatürk’e borçluyuz.
“Yaşamda en gerçek doğru yolu gösteren bilimdir.”
özdeyişi Atatürk’le yaşamımıza girdi.
Atatürk,
laik eğitimi egemen kılmak için bu eğitimle bağdaşmayan sıbyan okullarını, medreseleri, tarikat ve tekkeleri kapattı. Böylece laik eğitimle bilim, sanat okullarımıza girdi.
Olayların açıklanmasını artık bilimsel verilerden öğrenip yaşama geçirecektik. Boş inançlarla yapılan açıklamalar geçerliliğini yitirecekti.
Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaşlığa ulaşması laiklik ilkesiyle sağlanacaktı.
Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinden en önemlisi laiklik olarak belirlendi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik ilkesine karşı olanlar olumsuz tepki gösterdiler.
Cumhuriyetin düşmanları kendilerine güven duydukları ortamlarda, koşullarda baş kaldırdılar.
Bu aymazlar boy göstermekle kalmayıp Cumhuriyet savunucularından da can aldılar.
Toplumumuz tarihsel süreç içerisinde yol alırken bilime, sanata düşman olanların yıkıcılığı utku sanarak giriştiği eylemleri şöyle sıralayabiliriz:
. “Tarihte 31 Mart olayı (1909), “istemezük” diye yükselen, her türlü yeniliğe direnen naralar Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının hazırlayıcılarından biri değil miydi ?
. “Yarin dudağından gayri “ her şeyi ortak bilen Şeyh Bedrettin’i Serez çarşısında yine bunlar ipe götürmedi mi ?
. Yunus Emre Türkçe söylüyor, salt Müslümanları değil, tüm insanlığı seviyor diye yobaz mollalar tarafından ölüm fermanlarına çarptırılmadı mı ?
. Hallacı Mansur ve Nesimi, insanlarda Tanrı’yı, Tanrı’da insanı bulmuştu. Tasavvuftaki bu inceliği, bu güzelliği anlamayan yobazlarca derileri yüzülmedi mi ?
. Pir Sultan özgürlüğün, emeğin türküsünü söylüyor diye aynı karanlık güçlerin tepkisini görüp yaşamından olmadı mı ?
. Bundan üç yüz yıl önce Galata Kulesi’nden Üsküdara uçan, ilk uçak denemelerini gerçekleştiren Hezarfen Ahmet Çelebi yobazların uğraşları sonucu Cezayir’e sürülmedi mi?.
. Kubilay, genç Cumhuriyetin genç öğretmeniydi. Yeni rejimin yeşerttiği filizlerin boy atıp meyveye durmasını istemesinden dolayı Menemen’de yine yobazlarca yok edilmedi mi ?
.Sabahattin Ali çağdaş bir öykücümüzdü. Kalemini halkın mutluluğuna adadığı için aynı düşüncenin yandaşlarınca tuzak kurularak canı alınmadı mı ?
.Daha daha Bahriye Üçok , Muammer Aksoy, Turan Dursun, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı Cumhuriyet düşmanlarının tuzaklarında can vermediler mi!
. 2 Temmuz 1993’te tarihimize düşen, insanlığın en korkunç öldürmelerinden Sivas’ın Madımak otelinde otuz yedi genç beyin yakılmadı mı ?
Pir Sultan gibi yok edilen otuz yedi kırmızı gül artık Sivas’ın ortasında durmadan kanıyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında övünç kalemiz Sivas bu kara günü tarihin sayfaları arasında nasıl taşıyacak ?
Sivas’taki kitlesel öldürmelerin hesabını sormayan bilim düşmanlarına göz yumanlar, öldürmelere destek veren okumuşlar, politikacılar kendilerini bağışlatabilecekler mi ?
Usta ozan, Türkçeye kazandırdığı sözcüklerle övündüğümüz ulusal onurumuz
Fazıl Hüsnü Dağlarca
acıları haykırıyor:
Bu eller miydi kesen mavi serçeyi ?
Birkaç damla kan ki zafer ve karanlık.
..............................................................
Ayrılmış sevgili oyuncaklardan,
Kırmış küçük şişelerini,
Ve her şeyden ve her şeyden sonra
Bu eller miydi Allah’a açılan
Tüm bunlara bakınca Dağlarca’nın bir başka dizesi kaygılanıyor işte:
“Gelecek geçmişten parlak değil !..”
Doğru söze ne denir:
“ İnsanlığın kafasındaki karanlığı parçalamak, atom çekirdeğini parçalamaktan daha zordur.”
Ancak umutsuz değiliz. Fransız düşün adamı Jean Jaures’in dediği gibi ,
“ Bizler zamanın ateşine , sizler külüne sahip çıktınız.”
Dünyada yaşanan acılar ülkemizde de yaşanıyordu.
Laik düşüncenin toplum yaşamına girmesi işte bu ölümlerden geçiyordu.
Bugün elimizde bulunan kazanımları koruyup kollamalıyız.
Okullarımızda uygulanan laik eğitim geleceğimiz açısından çok önem taşımaktadır.
Bilim dışı kaynaklara yönelmek toplumumuzu düşünmeyen sürü niteliğine dönüştürür.
Bu da geleceğimiz açısından karanlık demektir.
 
Toplam blog
: 1064
: 732
Kayıt tarihi
: 24.03.12
 
 

Türkay KORKMAZ, umuda yolculuğu ertelemez. Mermeri delenin damlanın sürekliliği olduğunu bilir. Y..