- Kategori
- Deneme
Laiklik olmadan asla

Büyükbabam derin bir inançla kıldığı namazının ardından mırıltı şeklinde sürdürdüğü dualarıyla her zamanki koltuğuna oturur, hiç nazlanmadan onlarca kez dinlediğimiz savaş anılarını anlatmaya başlardı. Babaannem, büyükbabamın heyecanının şiddetinden rahatsız olurdu besbelli.. "Yavaş yavaş anlat, heyecanlanmadan" derdi usulca. Kızardı dedem, ona inat en yüksek perdeden sesiyle başlardı anlatmaya. Kurtuluş Savaşı'nda yediği şarapnel parçalarının bacağında açtığı derin yarayla övünerek onu, göğsünde taşıdığı bir diğer madalya gibi gururla gösterirdi bize. "Bu" derdi, "Benim şerefim. Düşmandan arındırılmış topraklarımızın tapusu. Vatan namusunun haysiyet belgesidir. Aç kalmışlığın, hasretin, giden ama sılaya dönemeyen yoldaşlarımın çığlığıdır..." Sonra biz çocukların görmesinde bir sakınca görmeden ağlardı içli içli...
Çocuktuk ama şiir gibi konuşmasından bu vatan için çok acı çekildiğini; o nedenle de ona sonsuza dek sahip çıkmamız gerektiğini anlardık. Anlatırken havada halkalar çizerek salladığı bastonu konu Mustafa Kemal'e geldiğinde sakinleşirdi... Bastonunu indirir, hazır ol vaziyetinde diğer iki bacağının yanında üçüncü bir bacak gibi birleştirirdi. Hayranlıktan öte duygular taşırdı Ata'sı için. "Çok büyük adamdı" derdi; "Onun gibi büyüğü dünyaya gelmemiştir bilesiniz. Sahip olduğumuz tüm değerler ve inançlar onun sayesinde hala bizim."
Çektiği uzun bir "oof!"un ardından derin bir sessizliğe bürünür, hemen peşinden ansızın uykudan uyandırılmış insanlara özgü bir şaşkınlıkla çevresini dikkatli gözlerle süzer ve tüm hücrelerinde hissedebileceği güçlü bir soluklanmanın ardından konuşmasını sürdürürdü:
"Çocuklarım çok dikkatli olmak lazım kazanımlarımızı kaybetmemek için. Derinlerden bir yerlerden örümcekli beyinlerin takunya sesleri duyuluyor. Çok yavaş ve sessiz ilerliyorlar. Onlar karanlıkta yaşarlar, ışıkları sevmezler çirkinlikleri görünmesin diye. Siz siz olun kazanımlarınızı kaptırmayın karadan başka rengi sevmeyenlere... Bu kazanımları kaybettiniz mi bir daha elinize geçirmek için asırlar gerekir."
Sonra gözlerini bana çevirip, "Sen" derdi, "Sen küçük hanım, özellikle geleceğin annesi bir kadın olarak Atamızın sana altın bir tabak içerisinde sunduğu hiçbir şeyden vazgeçme. Çünkü sen böylesine özgür ve aydın yaşayasın diye bacağımdaki göğsümdeki bu yaralar..."
Çocuk kalbimizin her köşesini sevgi ve inançla dolduran bu sözlerin ardından tanrı ile arasındaki bağı her daim güçlü tutmuş olan dedem, inanç tacirliğine soyunan insanların alçaklığına karşı da gözlerimizi hep açık tutmamızın gerektiğini üstüne basa basa anlatırdı... Laikliğin, aydınlık ve özgür bir yaşamın olmazsa olmazı olduğunu, aslolanın inançların birbirine karıştırılmadan yaşanılması olduğunu kopkoyu cümlelerle beynimize kazıyarak anlatırdı.
"Yeter" derdi babaannem, "Çok heyecanlanıp çok yordun kalbini."
Ve dedem sormaktan hiçbir vakit vazgeçmeyeceği şu soruyla konuşmasını bitirirdi:
"Şimdi söyleyin bakayım, hayattaki sevgi sıralamamız neydi?"
Bir komutanın güçlü ve hükmedici ses tonu ile birden ayağa kalkar, hizaya girer, babaannemin ve kendinin de eşlik ettiği, onlarca kez yinelediğimiz cevabımızı inanç dolu sesimizle ilk günkü gibi haykırırdık:
"Önce Allah'ı seviyoruz, sonra peygamberimizi, sonra da Büyük Ata'mızı."
Sevgilerimizi büyükbabamıza verdiğimiz söz gibi hayatımızın hiçbir döneminde birbirine karıştırmadık. Bunu da "laikliğin" bize sunduğu özgür yaşamla başarabildik.. O nedenle gür sesimizle diyoruz ki, "Ata sevgisi ve laiklik olmadan asla."