Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Ekim '09

 
Kategori
Şiir
 

Madem ki ölümün önüne geçilemez

Madem ki ölümün önüne geçilemez
 

Bekleyiş


“…Mademki ölümün önüne geçilemez, ne zaman gelirse gelsin…”-Montaigne-

Hangimiz korkmayız ki, ölüm denen o bilmediğimiz sonsuz kayıptan? Hazanın yapraklarına benzetirken, o mevsimin acımasız keskin ayazına da çeviririz kimi zaman. Kimine göre sonsuzluk iken kimine göre de yeniden doğuş bile olmuştur ölüm. Montaigne’in denemelerini okuduğumda yaşama bakış açımı daha da geniş tutmuş ve anın getirilerine bırakmıştım kendimi. Ölüm hakkında bakın ne söyler;

“...Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa, ölümümüz de her şeyin ölümü olacaktır. Öyle ise, yüz sene daha yaşamayacağız diye ağlamak, yüz sene önce yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir. Bu hayata gelirken de ağladık, eziyet çektik, bu hayata da eski şeklimizden soyunarak girdik. Başımıza bir defa gelen şey, büyük bir dert sayılmaz. Bir anda olup biten bir şey için bu kadar zaman korku çekmek akıl karı mıdır? Ölüm, uzun ömürle kısa ömür arasındaki farkı kaldırır, çünkü yaşamayanlar için zamanın uzunu kısası yoktur…”

Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın dün ölüm yıldönümü idi. Yaşarken birkaç dizesi ile ölüme nasıl seslenmiş?

“Hangi mahallede imam yok,
Ben orada öleceğim.
Kimse görmesin ne kadar güzel,
Ayaklarım, saçlarım ve her şeyim.”
***
Bir gün bu fani dünyadan gideceğini umarak, gidişinin sessizce olmasını arzulamış şair. O son veda halinde, toprağa dokunmadan teninin hiçbir zerresini kimsenin görmesini istememiş. Hatta toprağa dokunurken bedeninin kefenle giydirilmesini dahi şu dizelerinde açık ve net ifade etmiş:

“…Ölüler namına, azade ve temiz,
Meçhul denizlerde balık;
Müslüman değil miyim, hâşâ,
Fakat istemiyorum, kalabalık.
Beyaz kefenler giydirmesinler,
Sızlamasın karanlığım havada.
Omuzlardan omuzlara geçerken sallanmayayım
Ki bütün azalarım hülyada…”
***
Şair, kabristana giderken bile sadelikten yana olurken, dünyadaki varlığından uzaklaşmak istemediğini bakın nasıl ifade etmiş?

“…Hiçbir dua yerine getiremez,
Benim kâinatlardan uzaklığımı.
Yıkamasınlar vücudumu, yıkamasınlar,
Çılgınca seviyorum sıcaklığımı...”
***
Yaşayan her canlı ölümü tadacak ama bu sözcüğü duymak bile biz insanları nasıl üşütmektedir.
Halil Cibran seneler önce ölümün sırrını merak eden Almitra’ya;

“Baykuşun gözleri gece çalışır; gündüzleri kördür, ışığın sırrını açamaz.
Eğer gerçekten ölümün özünü hayranlıkla seyretmek isterseniz kalbinizi hayatın bedenine bol bol açınız. Çünkü hayat ve ölüm birdirler, nasıl ki ırmak ve okyanus da birdir.”

Derken, ölümden korkmamamızı bakın nasıl ifade eder?

“Ölüm korkunuz, kutlanmak için önünde durduğunda, kralın elini omzuna koyduğu çobanın titremesinden başka bir şey değildir.
Çoban titrerken kralın verdiği rütbeyi taşıyacağından sevinmesin mi?
Bununla berber titremesini iyice anlamakta mıdır ?”…
***
Daha sonra kendisi de ürkmektedir o buz gibi sözcüğü sorgularken.

“…Zira ölüm nedir, yoksa rüzgârda çıplak durmak ve güneşte erimek midir? Ve soluğu kesmek nedir, yoksa rahatsızlık veren met ve cezirin yükselebilmesi ve genişleyebilmesi ve engelsiz Tanrıyı arayabilmesi için soluğunu serbest bırakmak mıdır?”

Ve kaygılardan yine engin felsefesiyle kurtulmak istemiştir. Ölümü belirli bir zirveye getirip toprakla buluşan teni dans ettirmiştir.

“…Ümitlerinizin ve arzularınızın derinliğinde sizin sessiz ahret bilginiz dinlenir. Ve karın altında düş gören tohum misali kalbiniz baharı sayıklar. Güvenip bırak rüyaları, çünkü sonsuzluğun kapıları onlarda saklıdır. Yalnız sessizliğin ırmağından içeceğiniz zamandır ki gerçekten şarkı söyleyeceksiniz. Ve dağın tepesine ulaştığınız zaman nihayet yükselmeğe başlayacaksınız. Ve toprak sizin gövdenizi istediği zaman, o vakit gerçektende dans edeceksiniz…”
***
Ömer Hayyam bin sene önce;

“...Bir geldi mi derin ölüm uykusu,
Biter bu dünyanın dedi-kodusu.
Ölenden bir haber bekler insanlar:
Ne söylesin? Bilmez ki ne olduğunu!”

Dünyanın sorunlarından kurtulacağını söylerken, insanın diğer âlemi hep merak ettiğini bu dörtlükte açıklamış, Yahya Kemal Beyatlı “Sessiz Gemi’de”

“…Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.

Biçare gönüller. Ne giden son gemidir bu.
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki, giden sevgililer dönmeyecekler.

Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden.
Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.”
***
Vakit, saat geldi mi her insanın bir gün o sandığa girip, dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkacağımızı şiir diliyle yansıtırken, Ömer Hayyam;

“...Şu dünya bir sahne, kuklacı da felek usta, biz insanlar birer kukla, oyun bitti mi, kuklalar sandıkta” derken, yaşam denen arenayı bir tiyatro sahnesine benzetmiş ve yaşamdaki rollerimize dokundurtmuş.
Aklıma birden şu soru geldi:

Nasıl ölmek isterdim?
Bir dağın başında mı?
Bir papatya tarlasında mı?
Uykuda mı?

Bendeki bu ruh halleri ile buz gibi düşünceler bellekten sızarken, ölümün en kötü şekilleri de düştü. Eski Romalılar dönemine arenada aslana atılan insanlar geldi, hatta giyotin ile idam edilen insanlar düşerken gözlerimin bebeklerine Haz. İsa’nın el ve ayaklarına çakılan çiviler içimi daha çok acıttı. Ben en iyisi mi şairlerin söyleşisine döneyim. Sabahattin Ali çınlatıyor kulaklarımı o derinden gelen sesiyle;

“…Görünmez kollar boynumda,
Yârin hayali koynumda,
Sıcak bir kurşun beynimde,
Bir ağaç dibinde yatsam...”
***
Yukarıdaki dizelerin çok manidar bir açıklamasını yazmadan da geçemeyeceğim; Sabahattin Ali 1948 yılının Nisan ayında Üsküp te bir ağaç dibinde, kitap okurken katili tarafından öldürülüyor. “Benim meskenim dağlardır” dizeleri ve “İstek” şiirindeki kehanet gibi gerçek oluveriyor.
Garip akımının öncüsü Orhan Veli bakın nasıl mizahi makyajla süslemiş ölümü…

“…Kimse duymadan ölmeliyim
Ağzımın kenarında
Bir parça kan bulunmalı.
Beni tanımayanlar
"Mutlak birini seviyordu" demeliler.
Tanıyanlarsa, "Zavallı, demeli,
Çok sefalet çekti..."
Fakat hakiki sebep
Bunlardan hiçbiri olmamalı…”
***
Bir çeşit intihar gibi yaşamak isterken ölümü 1951 senesinin nisan ayında “Yaşamak 2” adlı şiirinde;

“…Kolay değil bu dünyadan ayrılmak…” diyerek yaşama bağlılığını dile getirmiştir.
Montaigne,

"ölümden niye korkayım ki, ben varken o yok, o olduğunda da ben olmayacağım" diyor.

Nazım Hikmet de 15 Ağustos 1959 tarihli isimsiz bir şiirinde bunu onaylarcasına ölümden korkmadığını söyleyerek ekliyor:

“...Ölmek arıma gidiyor onuruma yediremiyorum ölmeği…”

Yine de Lidi Vana şiirinde neler yüzünden ölebileceğini de yazıyor:

“…Bırakın doktor,
Yürek bu
Bakın nasıl çarpıyor
Çatlayacaksa öfkeden
Kederden
Sevinçten
Varsın çatlasın…”
***
Jacques Prevert bir Fransız şair ve senaristidir. Toplumsal umut ve aşk üzerine baladlarıyla ve yaptığı resim ve kolaj çalışmalarıyla da bilinen şair “Çeşitli” şiirinde ölüm nedeni ile zamanını tahmin ediyor:

“…Eşek, kral ve ben
Sabaha sağ çıkmayacağız.
Eşek açlıktan
Kral iç sıkıntısından
Bense aşk ateşinden
Aylardan Mayıs…”

***
Bir şair kalemi eline aldı mı, ya aşkı, ya vuslatı, ya hüzünü, ya ayrılığı ama en çok da aşkı dizelerinde söz söz dizermiş. Necati Cumalı “Güzel Ölüm” adlı şiirinde ise; özgürce ölümü bakın nasıl şiir diliyle akıtmış kaleminden.

“…Necati Cumalı, Güzel Ölüm şiirinde;

"...Ne güzel ölüyor çiçek
Öyle isterdim ölmek.
Rüştü Onur Denize Serenad şiirinde;
Sende yaşamalıyım deniz,
Asi ve hür
Sende ölmeliyim
Bulutlara bakarak…”
***

Hayyam yaşamak yanı ağır basmış ve
“Ey kör, şu durmadan dağılıp bozulan evrende, topu topu alacağın bir nefestir, o da boştur boş, sen en iyisi gönlünü hoş tut hoş” diyerek yaşama bağlanmayı öğütlerken, Cemal Süreya “Tek Yasak” adlı şiirinde ölümü adeta yasaklamış;

“…Özgürlüğün geldiği gün
O gün ölmek yasak!”

Beni gülümseten bir şiirine tesadüf ettim Can Yücel ‘in “Formül “adlı şiirinde mizahi bir atıfla kırıp geçiriyor etrafını…

“…Ne dersin tam maaşla emekliliğe?
İşsizlik sigortası da veririm istersen...”

Orhan Murat Arıburnu , “Yetmez mi?” adlı şiirinde sanki Azrail’le pazarlığa oturmuş bir masada.

“...Önce ozanlar ölsün
Sonra
Hiç kimse
Varsın ozansız kalsın dünya.
Barışı
İnsanlığı
Sevgiyi
Yarattılar ya!”
***
Bütün şairler yaşarken bir söz bir şiir olurken ölüme ben en çok Nazım Hikmet ile oyalanıyorum. Çünkü yaşam son sürat ilerlerken, ne akrep yelkovana söz geçiriyor ne yelkovan akrebe… Yaşamak şakaya gelmez, derken Nazım Usta aklıma mezarlıklar geliyor ve yıllar öncesi yazdığım dizeleri fısıldıyorum dudaklarımdan.

“Yakamazlara vurmuş çıplak karanlıklar/ Sanki burada hiç doğmamış sabahlar.”

Ardından bir titreme geliyor ve İda’nın zümrüt yeşili eteklerinde zeytin çiçeklerinin gölgelerinde, ”Mezarlık” adlı şiirimi yazıyorum.

“Akrep ve yelkovan
Bilmem kaç?
Hangi yıl ve zamanda,
Durmuş! .
Yeşil kadife serviler,
Ürkek kargalar,

Ve bir de,
Ahdi vefa ziyaretler.
Daha sonra,
Nemli gözlerden,
Damla, damla akar,
Hicran toprağa.

Avuçlar açılır,
Beyaz yorgan gibi,
Uzanan bulutlara.
O toprağın altında,
Hakikat olur sırdaş.

Akrep ve yelkovan ise,
Bilmem kaç?
Hangi yıl ve zamanda,
Durmuş! .
Hala servilerin altında,
Duran şu fani,
Zamana yas tutar… Emine Pişiren/Edremit-Akçay/2008

***

Mademki ölümün önüne geçilmez, o halde üzülmek ve endişe etmenin ne anlamı var? Sonra da aklıma Fransız düşünür Montaigne düşüyor, gülümsüyorum ve üşümem geçiyor.

“…Bütün dertlerin bittiği yere gideceğiz diye dertlenmek ne budalalık!”

Emine Pişiren/Edremit-Akçay-15.10.2009

 
Toplam blog
: 141
: 1282
Kayıt tarihi
: 02.11.08
 
 

Kayseri- Develi doğumluyum. İlk- orta- lise ve üniversiteyi istanbul'da bitirdim. Kültür Bakanlığ..