Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Ağustos '07

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Masumiyet

Beyoğlu’nun taş sokakları, sabaha kadar hızını hiç kesmeyen yağmurla yıkanmış, yağmur, gece ile beraber yerini ayaz bir sabaha bırakarak dinmişti. Siyah kösele ayakkabıları ile tramvay yoluna paralel olarak yürüyor, su birikintilerini uzun bacaklarının yardımıyla kolayca aşıyordu. Üşüyordu ama gecenin ayazını üzerinden atamamış sabah yüzünden değil, içindeki soğuğun vurgunundan. Ellerini ceplerine sokmuş, boynunu, düşmanından sakınan bir kaplumbağa gibi, pahalı ceketinin yakasından içeri çekmişti. Başına iyice geçirdiği, alnının da tamamını kapayan beresinin altında bir çift yeşil göz ve burundan ibaretti.

Cumartesi gecesinin en dipsiz saatlerine kadar insanın her türlüsü ile kıpır kıpır Beyoğlu’nun ıslak sokakları, tatil sabahının bu erken saatinde ıssız bir grilikteydi. Her sabah, bir gece öncesinin sarhoş, travesti, yankesici Beyoğlu gezginlerinin pisliklerini meydandan tünele temizleyen emektar çöpçüler dahi henüz ortalıkta yoktu.

Burnuna gelen tanıdık bir kokuyla başını biraz yukarı kaldırdı. Çok sevdiği kürt böreğinin kokusunu hemen tanımıştı, ara sokaklardan birinde günün ilk müşterilerini ağırlayan bir börekçi olmalıydı. O anda bir lokmanın bile boğazından geçmeyeceğini biliyordu. İstese bile boğazına düğümlenen o büyük sızı ve az sonra yaşayacaklarının bir yumruk gibi midesine oturan düşüncesi, ona engel olurdu. Bir yudum sıcak çay geçti aklından, ince belli bir bardağın en ince yerinden kavrayarak avucunda yayılan sıcaklığı hissetmek, bol şeker karıştırarak elde ettiği lezzeti, sıcak yudumlar halinde, yumruk olmuş midesine yuvarlamak istiyordu.

Adımlarının ritmini arttırdı. Hedefine iyice yaklaşmıştı, o hızlandıkça sıklaşan nefesi, Aralık ayının bu gri ve puslu sabahının soğuğuna karışınca bir buhar bulutu haline gelip somutlaşıyordu. Duygularımızı da nefesimiz gibi dışa vurabilseydik, diye düşündü. Birine kızdığımızda nefesimiz kırmızı olsaydı, sevdiğimiz birini gördüğümüzde pembe bulutçuklar solusaydık, nefret ettiğimiz biriyle karşılaştığımızda her yer gri kesseydi. Aşık olununca siyah solunurdu, dedi kendi kendine, siyah bütün renkleri içinde barındırırdı, tıpkı aşkın bütün duyguları içinde hapsettiği gibi… Biçimli dudaklarının kenarında acı bir gülümseme belirmişti, cinayetin rengini düşündü o anda, cevapsız bıraktı bu düşüncesini, nasıl olsa birazdan o rengi görecekti! Dün gece gördükleri ve yaşadıkları, zihninin en karanlık kuytularına kadar işlemiş, bu saate kadar gözlerini dahi kırpmadan, benliğini kaplayan korkunç karabasandan nasıl kurtulabileceğini düşünmüştü. Ve işte; zihni, yüreği, ayakları, bedeni, düşünceleri onu tek bir yere ve tek bir şeyi yapmaya doğru sürüklüyordu.

Galatasaray Lisesi’nin önünden geçiyordu şimdi. Daha 10 yaşında tanışmıştı burayla, hayatı, bu okulda bu sokaklarda geçmişti. Çok küçük yaşta trafik kazasında kaybettiği anne ve babasının ardından, eski bir İstanbul hanımefendisi olan babaannesi Hayriye hanım onun bakımını üstlenmiş, ortaokul çağına gelince de en köklü okullardan biri olan Galatasaray Lisesi’nde onu yatılı okutmuştu. Babaannesinin sevgiden uzak disiplin tutkusu, anne babanın yokluğunun doldurulamaz boşluğu, yatılı okulun beton duvarlar içine hapsolan çocukluğu ile büyümüş, sınıfını hep iyi derecelerle geçmişti. Başarısı ne çok zeki ne de çalışkan olmasındandı. Hep bir kaçış duygusuyla sığındığı, sığındıkça başardığı, başardıkça daha çok sığındığı dersleri, okul arkadaşlarından uzak köşelere saklanarak geçen ilk gençlik yılları, ne sağcı ne solcu ne de sosyal biri olabildiği üniversite yılları, çabucak gelip geçmişti. Mimar olmayı seçmişti, Hayriye Hanım’ın Osmanlı mimarisinin ince zevklerini yansıtan büyük evinde de, yatılı okulun taş binasında da her zaman kendini yükselen duvarlara daha yakın hissetmişti. Duvarlar dile gelip hiç sahip olmadığı birer arkadaş ya da sevgili gibi, onunla konuşurdu sanki, o da başka başka duvarlar örerek kendine yeni sırdaşlar yapma yolunu seçti. Yedi ay önce bastığı otuzdördüncü yaşgününe kadar da hep böyle kendisini duvarlara, insanlardan daha yakın hissederek yaşamına devam etti. Hayatına günübirlik ilişkiler dışında hiçbir kadın girmemiş, hiçbirisinin duvarlarını aşmasına izin vermemişti.

Ta ki; o akşam doğumgününü kutlamak için Galata Meyhanesi’nde fasıl yaptıkları geceye kadar. Aslında hiç sevmezdi bu tür merasimleri ama büroda yanında çalışan elemanlarının ısrarlarına dayanamamıştı işte. Gece; masadakilerin ona karşı duydukları korkuyla karışık saygı nedeni ile sessiz ve gergin başlamış, ard arda yuvarlanan rakı kadehlerinin ve Türk Sanat Müziğinin insanlara verdiği hüzünlü neşenin de etkisiyle herkesin eğlenip güldüğü bir ortama dönüşmüştü. İşyerindeki en başarılı stajyerlerinden biri olan üniversite son sınıftaki mimarlık öğrencisi Berrin’in, yanında getirdiği bir alt sınıftaki ev arkadaşı Selin daha gecenin başında dikkatini çekmiş, bu kıza karşı içinde uyanan heyecana hiçbir anlam verememişti. Selin henüz yirmi birindeydi, güzel yüzüne koyu bir makyaj yapmış, biçimli dudaklarına taşırarak sürdüğü kırmızı rujla, annesinin makyaj malzemelerini gizlice karıştırıp ne bulursa yüzüne süren altı yaşındaki bir kız çocuğundan farkı kalmamıştı. Böyle kadınsı ve güzel göründüğünü sanan bu küçük kızın o ağır makyajın altındaki masumiyeti onu etkilemiş, o yüzdeki bütün makyajı dudakları ile öperek silmek istemişti. Böylece o boyaların altındaki küçük kızı ortaya çıkarabilecek, onu kırılacak bir porselen bebek gibi kollarının arasında her şeyden koruyabilecekti.

Sohbet koyulaşıp kadehler birbiri ardınca yuvarlandıkça, ona hayran olduğu ve ulaşılmaz gördüğü her halinden anlaşılan Selin, Berrin’in de yardımıyla haftada bir gün staj yapıp bir şeyler öğrenmek için büroya gelip gelemeyeceğini sormuştu. İçinden ‘İstersen 24 saat aralıksız yanımda durabilirsin’ demek geçmiş, bu cümlesini güçlükle bastırarak, elbette gelebileceğini, böylesine istekli geleceğin genç mimarlarına kapılarının her zaman açık olduğunu söylemişti. Gün, Cuma olarak kararlaştırılmıştı.

O geceden sonra Cuma’ya kadar geçen beş gün, ona beş yıldan uzun gelmişti… O sabah, kuyruk yaptığı uzun kumral saçları, blucini ve tişörtüyle 16 yaşındaki bir kızdan bir gün büyük göstermeyen Selin aklını bir kez daha başından almış, onun gibi etrafında olupta ilgisini çekemeyen o kadar güzel, olgun, akıllı, ona uygun kadının yapamadığını yapmıştı. Odasında otururken aralık bıraktığı kapıdan onun Berrin’le çalışmasını izlemiş, bir şeyler öğrenmeye ve yardım etmeye hevesli haline bakarken, odasından dışarı fırlayıp ona sarılarak öpmemek için kendiyle mücadele etmek zorunda kalmıştı.

 
Toplam blog
: 47
: 1945
Kayıt tarihi
: 04.08.07
 
 

Eskişehir'de yaşıyorum. Kısa hikayeler yazıyorum. Bir oğlum var.   ..