- Kategori
- Sinema
Match Point ve Woody Allen
Öldüren Güzellik
İnsan ne kadar kötü olabilir?
Her kötü mutlaka cezasını bulur mu?
Aşk ne zaman nefrete dönüşür?
Köşeye sıkıştırılmış bir kişi neler yapmaya muktedirdir ve yaptıkları her zaman onaylanabilir mi?
İnsan yaşamında aşk mı mevki ve para mı daha önemlidir?
Usta sinemacı Woody Allen “Match Point” isimli filminde bütün bu soruların ve insan ruhunun karmaşası ile ilgili daha birçok problemin yanıtını arıyor.
Film 2005 de Londra’da çekilmiş ve ilk defa 2005 Cannes Film festivalinde yarışma dışı gösterilmiş. 2006 senesinde Golden Globe ve Oscar’a aday gösterilmiş. Bu ödülleri kazanamasa da, 2006 da İspanya’nın en önemli film ödülü olan “Goya” yı almış. Allen’in bu filmin senaryosunu hazırlarken Dostoyewski’nin “Suç ve Ceza” sından esinlendiği söz konusu ediliyor.
Woody Allen’in en iyi yapıtlarından olarak gösterilen filmi oldukça geç izlemek imkanını buldum.
Filmi izlememiş olanlar için kısaca hikayeyi anlatalım, izlemiş olanlara da anımsatmış olalım:
Filmin başında, maç esnasında ortadaki ağın kenarına çarpan tenis topunun , rakip tarafında mı, yoksa topu atandan tarafa mı düşeceğinin maçın kaderini tayin edebileceği vurgulanır. Sonra da öyküye geçilir.
Bir tenis profisi olan Chris (Jonahtan Rhys Meyers) , yarışmaların stresinden bıkarak, Londra sosyetesinin devam ettiği bir tenis klübünde öğretmenliğe başlar. Önemli bir iş adamının oğlu olan Tom (Matthew Goode) ile bu şekilde tanışır, her ikisinin ortak zevki olan opera müziği yüzünden arkadaş olurlar ve neticede Chris, Tom’un ailesiyle de tanışır. Tom’un kızkardeşi Chloe (Emily Mortimer) , bu genç ve yakışıklı tenis öğretmeninde, müstakbel kocasını bulmuştur. Chloe’nin teşvikiyle Chris, Chloe ve Tom’un babasının fabrikasında önemli bir görevde işe başlar. Chris mesleki ve sosyal yaşamda büyük bir atağa geçmiştir. Herşey mükemmeldir, yalnızca Tom’un sevgilisi Nola (Scarlett Johansson) olmasa. Çok çekici bir genç kadın olan Nola, oldukça başarısız bir yıldız namzedidir ve Tom’un annesi tarafından da istenmemektedir. Chris, bir yandan Chloe ile dolu dizgin evliliğe doğru giderken, öte yandan da müstakbel kayınbiraderinin müstakbel eşine sırılsıklam aşık olmaktan kendisini kurtaramaz.
Chris Chloe ile evlenir. Tom ise, sosyal mevkiine daha uygun birini bularak Nola’dan ayrılır. Nola’nın serbest kalmasıyla yeni umutlara kapılan Chris sonunda deli gibi arayarak onu tekrar bulur ve ikili, dolu dizgin yasak bir aşkın içinde bulurlar kendilerini.
Chris ilişkisini yeni evlendiği karısından ve onun ailesinden saklayabilmek için binbir takla atmakta, içinde bulunduğu durumun tüm tehlikelerine rağmen Nola’dan da kopamamaktadır. Elinde olmadan Chloe’yi ihmal etmeye ve onu şüphelendirmeye başlar. Oysa Chloe bir an önce çocuk sahibi olmak istemektedir. Evinden ve yatağından çeşitli bahanelerle uzak kalmaya çalışan Chris, mümkün olan her boş dakikasını Nola ile geçirdiğinden, sonunda çocuk da Nola’ya nasibolur. Başlarda ilişkiye nazlanmış olan Nola, hamile kalınca değişmiş ve Chris’e baskı yapmaya başlamıştır. Chris birden kendini bir yol ayrımında bulur. Ya şimdiye kadar Chloe ve ailesi sayesinde sahibolduğu ve çocukluğundan beri hayalini kurduğu, mevki, para, lüks ve rahat yaşamdan vazgeçerek; Nola ile, belki de yokluklarla dolu bir hayata başlayacak veya eline geçirdiği imkanlardan taviz vermemek için, bir şekilde Nola’dan kurtulacaktır.
Chris ikinci yolu seçer ve soygun süsü verdiği bir plan kurarak Nola’yı öldürür. Düzenlediği kurguya göre, önce Nola’nın yaşlı komşusunu, kayınpederinin av tüfeklerinden biriyle vurur, yaşlı kadının mücevherlerini alır, daha sonra da, eve geliş saatini bildiği Nola’yı bekleyerek, apartmanın merdivenlerinde, sanki kaçmaya çalışan soyguncu tarafından öldürülmüş havası vererek, tüfeğini onun kalbine doğrultur.
Chris bütün bunları yaparken, bir yandan acımasız bir katilin şaşmaz hesabı ve soğukkanlılığı ile hareket ederek, en ufak bir detayı bile atlamadan işlerini halletmekte, öte yandan hiç istemediği bir şeyi yapmaya mecbur bir insanın azabı içinde göz yaşları dökmektedir.
Olaydan sonra çaldığı mücevherleri Times nehrine atan Chris, tiyatro seyretmek üzere eşiyle buluşur. Nehre fırlattığı mücevherler içinde bir alyans, tıpkı filmin başında anlatılan tenis topunun ortadaki ağın kenarına çarpması gibi, nehir kenarındaki parmaklığa çarparak, nehir yerine karaya, sahildeki patikaya düşmüştür. Chris bunu farketmez.
Polis, olayın bir soyguncu işi olduğuna inanır ama Nola’nın hatıra defteri bulunmuştur. Bu defterde Nola Chris ile ilgili ilişkisini anlattığından, Chris yasak aşkı itiraf etmek zorunda kalır. Onu sorguya çakan komiserlerden biri Chris’ten fena halde şüphelenir ama delil yoktur. Tam bu sırada, şehrin esrarkeşlerinden biri ölü olarak bulunur ve cebinden, Nola’nın komşusundan çalınmış olan alyans çıkar.
Polise göre olay aydınlanmıştır, katil bu esrarkeştir ve Chris aklanır.
Herkese karşı dış görünüşünü korumayı başaran Chris, gece yalnız kaldığında öldürdüğü insanların hayaletleri ile yüzyüze gelir ve onlara hesap vermeye mecbur kalır. Dünya adaletinden kaçabilmiş ama kendi vicdanından kurtulamamıştır. Filmin son sahnesinde, aile nihayet hamile kalmış olan Chloe’nin bebeğinin dünyaya gelişini kutlamaktadır. Chris ise onlardan az ileride, dalgın bakışlarını Times nehrinin sularına dikip kalmıştır.
Film belki de her zaman, her yerde rastlanabilecek bir hikayeyi anlatmakta. Yasak bir aşk, içinden çıkılmaz bir durum.
Anlatılan olağan bir öykü olmasına rağmen, olayda birbirine tam uymayan birkaç öğe, filmin sonunun, seyredenin içine işlemesine neden oluyor.
Deli gibi aşık olmuş bir insan, sevgisinin odak noktası olan bir başka insanı, aşk yıpranmış olsa bile, kendi çıkarlarının bozulmaması için öldürebilir mi?
Üstelik bunu, ihtirasının hedefi olmuş olan kişinin, kendi çocuğunu taşıdığını bile bile nasıl yapar?
Bunu yapmış ise, bu insan cani ruhlu biri midir, yoksa çok köşeye sıkışmış ve bu yüzden içindeki kötülüğe mağlup olmuş biri midir?
Her insanda, bu oranda bir kötülük mevcut mudur, eğer öyleyse her normal insan, içindeki kötülük henüz ortaya çıkma fırsatı bulamamış potansiyel bir kötü müdür?
Adaletin ele geçiremediği suçlulardan ne kadarı aramızda dolaşmaktadırlar?
Woody Allen, bütün bu ve daha da uzatabileceğimiz buna benzer soruları, bu öykü içine paketleyip, seyirciye sunuyor.
Film bittiğinde, yerken çok lezzetli ve güzel bulduğunuz ama yedikten sonra kurşun gibi midenize oturmuş bir yemekten sonraki hisler içinde, kalakalıyorsunuz koltuğunuzda.